Site icon Turkish Forum

Hz. Peygamber’in başında göz yaşı döken başkumandan -V

Mekke'nin yukarıdan panoramik görünüşü, Suudi Arabistan

Mekke, Suudi Arabistan

Onca karalamalar ve saldırılar içinde şahsiyetini, karakterini ve dünya görüşünü anlamakta güçlük çektiğimiz Şehid Enver Paşa’nın hayatında bilinmeyen birçok karanlık nokta bulunmaktadır ki; bu noktalar özellikle ve ısrarla görmezden gelinmeye çalışılmaktadır. Enver Paşa deyince akla hemen İttihat ve Terakki, II. Abdulhamid, Birinci Dünya Savaşı ve özellikle Sarıkamış Faciası gelmektedir. Oysa böyle bir değerlendirme topal, böyle bir kanaat büyük ölçüde kördür, önyargılarla beslenmektedir.

Enver Paşa’nın Dr. Baymirza Hayit’in “Basmacılar” isimli kitabında bulunan sözleri, bizim bir kahramanla karşı karşıya bulunduğumuzu göstermesi açısından kayda değerdir. Anlaşılamayan bir sebeple (belki de kişisel bazı hesaplarla) Enver Paşa’nın Türkistan Milli Mücadelesi’ne girmesini istemeyen ve ona engel olmaya çalışan Zeki Velidi Togan’a(50) şu cevabı vermiştir Enver Paşa: “Bu andan itibaren kendimi anavatanımda hissediyorum. Başlatacağım savaş kutsal bir savaştır. Halkın beni yalnız bırakmayacağını göreceksiniz. Bizim Kafkaslar’da da yeterince dostlarımız var”(51). İrfan Ülkü’ye göre bu konuşma “Başaramazsam hiç olmazsa cesedimi burada bırakmakla Türklüğün istikbaline hizmet etmiş olurum” şeklinde noktalanmaktadır(52).

7 Kasım 1921’de eşi Naciye Sultan’ın hatırasına not defterine yazdığı yazı; “Dün Buhara ve Hive merkezlerine mektup yazdım. Mektupları da Ulu Turan İhtilal Orduları Kumandanı; Merkezler Merkezi Reisi olarak imzaladım. Kılıç kınından çıktı. Artık tam bir başarıdan sonra geri döneceğim. Allah bu büyük mücadelemde beni yalnız bırakmasın. Zavallı Türklük ve İslam Dünyası için dua et Naciyem!”

9 Kasım 1921’de savaş meydanında Abdulhakim Toksaba’nın evinde toplanan hürriyet kahramanlarına hitaben yapmış olduğu konuşmadan; “Kardeşlerim! Ben buraya Türkistan tarafından başlatılan hürriyet mücadelesine katılmak için geldim. İçinizden kim bizimle birlikte çalışmak istiyorsa, o benim söyleyeceğim yemini tekrar etsin. Eğer içinizden birisi çocuklarının Ruslar’ın elinde olmasından korkuyorsa, açıkça söylesin. Emrediyorum! O kişi, silahını teslim etmek şartıyla serbesttir….Türkistan’ın bağımsızlığı için birbirimize karşı sadık olalım ve Allah’ın huzurunda namusumuz üzerine yemin edelim…”

Barış talebinde bulunan Sovyet Dışişleri’nin göndermiş olduğu barış heyetinin kuryesi Osman Aka’ya söylediği sözler, “Barış, ancak Rus askerlerinin Türkistan topraklarından geri çekilmesiyle mümkündür. Kumandanları olduğum Mücahitler son nefeslerine kadar özgürlük ve bağımsızlık için savaşmaya ant içtiler!”

1922 yılının Mart ayı içinde Enver Paşa’şa mektup yazan ve kendisine “Siz Türksünüz ve ülkeniz düşman işgali altında. Askeri gücünüzü orada kullanırsanız, sizin için daha iyi olur” şeklinde laflar eden Buhara’daki komünist liderlerden Alimcan Akçurin’e vermiş olduğu cevap; “Türkiye’yi kurtarabilecek nitelikte olan bir çok arkadaşım var. Bundan kuşku duymayın. Orada arkadaşlarımız bütün güçleri ile mücadele ediyorlar. Bu ülke de benim anavatanımın bir parçasıdır. Buradaki hemşehrilerimin damarlarında dolaşan kan ile benim kanım aynı kandır. Bu ülke Ruslar’ın değil, sadece Türklerindir. Nasıl buradan insanlar Türkiye’yi kurtarmak için gitmişlerse, ben de burada düşmanlara karşı savaşmak için bulunmaktayım. Türkler nerede olurlarsa olsunlar hür ve bağımsız olmalıdırlar”.

Enver Paşa’nın “Türkiye’yi kurtaracak nitelikte olan bir çok arkadaşım var” dediği arkadaşları, şüphesiz başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Kuvayı Milliye’nin subay kadrosudur. Bu düşüncedeki bir insanın, Mustafa Kemal’e karşı mücadele içinde bulunması ve bu maksatla Ruslar’ın oyuncağı olması elbette düşünülemez. Nitekim Enver Paşa, Ruslar’ın kendi şahsiyetini istismar etmeye başladıklarını anlayınca onlara karşı Türkistan halkının yanında olmuş ve onlarla omuz omuza savaşarak şehit düşmüştür.

Yıllardır aleyhine olmak üzere birçok yazı yazan ve dindar geçinen yazarlarımız acaba haberdarlar mı bilmiyorum. Şehit Enver Paşa, belki de onların çoğundan daha dindar ve çok daha samimi Müslüman’dı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Suriye’de bulunan 4. Ordu’nun Kumandanlığı’nı yapan ve aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun Bahriye Nazırı unvanını da elinde tutan Cemal Paşa’nın Erkan-ı Harbiye Reisliği’ni yapan ve sonraki yıllarda Harp Akademileri komutanlığına kadar yükselen Orgeneral Ali Fuad Erden Paşa, Enver Paşa’nın Harbiye Nazırı ve Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili sıfatıyla Suriye’de konuşlanmış durumdaki 4. ordu birliklerini teftiş ettikten sonra Medine’de bulunan Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret etmesiyle ilgili olarak çeşitli bilgiler verirken Enver Paşa hakkında şu mülahazalarda bulunmaktadır:

“Enver Paşa, büyük serdar ve hükümdar Salahaddin’in (Eyyubi) Haçlıların ağır silahlanmış, sıcaktan bunalmış zırhlı şövalyelerini, hafif süvarileriyle kasırga gibi bastırarak baştan başa kılıçtan geçirdiği Taberiye civarındaki Hatteyn ovasından geçerken İslam harp tarihinin en kanlı muharebelerinden birinin hayalleri ve hayaletleri Çanakkale galibini karşıladılar… Tren Maan’ın hemen güneyinde, Akabe hizasından geçerken bir İngiliz kruvazörü Çanakkale galibini top ateşiyle selamladı! Akabe ordugâhını bombardıman etti. Sahile 300 kadar asker çıkardı. Mücahitler ve askerlerle düşman arasında altı saat süren çarpışmadan sonra düşman tardedildi ve ikinci çıkarma teşebbüsü de sonuçsuz kaldı…

Başkumandan Vekili, Medine istasyonuna iner inmez, kendi refakat ve maiyeti ve karşılamaya gelmiş olan Medine eşrafıyla birlikte, doğruca ve yaya olarak, Peygamberimiz’in yeşil kubbe altındaki mübarek merkadine gitti. Medine halkı yolun iki tarafında saf tutmuştu. Kasideler, ilahiler okunuyor, yol boyunca karşılıklı develer kesiliyor, kan fıskiye gibi fışkırıyordu. Enver’in alayı yakıcı güneş altında, kan olukları arasında, ilahiler ve kasideler içinde, ağır ağır gidiyordu. Suriye’de, Filistin’de, Tih Sahrası’ndaki yıldırım teftişi, Medine’de gayet ağır bir saygı yürüyüşüne dönüşmüştü. Başkumandan Vekili kendisi için yapılan merasimi görmüyor, işitmiyor, duymuyor gibiydi. O, iki elini göğsünün üzerinde tazim ve taatle bağlamış, benliğinden geçmiş, başını öne eğmiş, sessiz sessiz ağlamakta idi. Başkumandan Vekili Enver Paşa, Mukaddes Cihad’ın Başkumandanı olan Hazreti Muhammed’in huzuruna gidiyor; onun kendisine yani asilin vekile emanet ettiği görevin hesabını arz etmeye gidiyordu.

Ben ara sıra yürüyüş kolunun dışına çıkarak ön sıranın yan tarafından Enver Paşa’yı izliyordum. Enver Paşa vecd ve istiğrak içinde (kendinden geçmiş vaziyette) ağlıyor; gözlerinden durmadan yaşlar akıyordu. Ondan başka kimse ağlamıyordu. Faysal Bey (Şerif Hüseyin’in oğlu) ağlamıyordu. Hazreti Muhammed’in huzuruna giderken durmadan ağlayan Enver Paşa’nın haliyle, tarihi ve ulvi bir dekor içinde, yüce atasının mezarına giderken buz gibi soğuk ve hissiz olan Şerif Faysal Beyin tavrı tezattı. O, içinden kim bilir neler düşünüyordu? Cemal Paşa da ağlamıyordu. O, sert ve donuktu. Fakat Enver Paşa’nın durmadan ağlamakta olduğunu gördükten sonra, galiba geri kalmamak için kendisi de ağlamak arzu etmişti…

Enver Paşa’nın Medine seyahati parlak, debdebeli ve muzafferane olmuştu. Enver’in hayatının doruk noktası İngilizlerin Gelibolu yarımadasını tahliye ettikleri 19/20 Aralık 1915 gecesidir ve Çanakkale zaferini izleyen Peygamberin kabrini ziyaretidir. Ondan sonra Enver’in yıldızı, Kût-ül Amare’ye, Galiçya’ya, Romanya’ya, Gazze’lere, Şeria’lara rağmen gitgide alçalacaktı. 1908 yılı Temmuz ayında, vatanın semasında gayet parlak bir yıldız doğdu. Bu yıldız 1915 yılı sonunda doruk noktasına çıktı. Ve 1918 sonbaharında sönmeye yüz tuttu. Enver yıldızı on yılda seyrini, hayretler veren harikulade seyrini tamamladı…

Bazı hususlarda Cemal Paşa, Enver Paşa’nın aksi idi. Enver Paşa mutaassıp (tutucu) ve dindardı. Cemal Paşa mutaassıp değildi ve liberaldi. Enver Paşa birçok şeylerden dolayı eleştirilebilir. Yalnız bir şeyden dolayı eleştirilemez. Demagoji! Onda zerre kadar demagoji yoktu; hiçbir şekil altında demagoji yapmamış, yapmaya tenezzül etmemişti…”(53).

Hakkında ileri geri yazı yazıp laf söyleyenlerin ise aslında çoğu kere demagoji yaptıkları kesindir. 18 Mart 1915 yılında kazanılan Çanakkale Zaferi sırasında Osmanlı Ordularının Başkumandanı Enver Paşa olduğu halde, bu zaferin yıldönümü kutlamaları sırasında her nedense onun ismi hiç anılmaz. Bunun anlamı ise düpedüz nankörlüktür.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri Kuşçubaşı Eşref Bey, Enver Paşa’nın devlet adamlığı ve asker kişiliği hakkında bazı değerlendirmelerde bulunmakta ve şöyle demektedir:

“Enver Paşa’nın Ordu mevzuları dışındaki hadiselerle alakadar olduğuna, ittihat ve terakki içindeki iktidar kavgalarına karıştığına ve kendisi için hususi ‘klik’ ler (entrikacı gruplar) teşkil ettiğine dair daha çok düşmanca duygularla atılan fikirler tamamen yanlış ve haksızdır. Enver Paşa, rahatça iddia edebilirim ki, sadrâzamlardan ve Hariciye Nazırlarından daha büyük basiretle, dünyanın büyük bir harbe sürüklendiğini görmüş ve Osmanlı devletinin bu harbin dışında kalabilmesinin kendi irade ve arzusunun üstünde ve haricinde, adetâ bir emrivâki olduğunu kavramıştı. Bu sebeple, devlete felâket getirecek oldu bittilerden mümkün olduğu kadar kurtulmak, bilhassa orduyu hazırlamak istiyordu. Hükümetin haricî istihbaratı hemen hemen yok gibi idi. Hariciyenin bir çok ve en ehemmiyetli servislerinde, yine Türk olmayan unsurlar çalışıyordu. Daha sonraki hâdisat, bunlar arasında nice nice hainler ve satılmışlar olduğunu ortaya koymuştu.” (54)

Eşref Bey (Mehmet Akif Ersoy’un da içinde bulunduğu bir istihbarat ve irşad ekibiyle) Necid Seferi’ne çıkmadan önce Harbiye Nazırı ile yapmış olduğu görüşmede geçen konuşmaları şöyle aktarmaktadır:

“-Enver Paşaya, Arabistan’ı için için sarmakta olan fesadın nasıl daraldığını ve eğer cesaretli, fakat daha çok siyasi yollardan ve hatta mutlak mahremiyetle tatbik edilecek maharetli, Arapların hâleti ruhiyesine uygun bir planla işe girişmezsek, nihayet bir seneye kadar Mekke Şerifi Hüseyin Paşa ile üç oğlunun isyan edeceğini, bize en çok sadık görünenlerin de, milli bir mahiyet alarak bu ayaklanmanın dışında kalamayacaklarını izah ettim. Başkumandan, bu hususta Teşkilât-ı Mahsusanın sahip olduğu vesikaları ciddiyetle tetkik etti. Bunlar, kanaat ve tezimi, hiçbir şüpheye mahal bırakmadan ispat edecek mahiyette idiler. Mısır, bütün Arap Yarım Adasını bir anda aleyhimize ayağa kaldıracak İngiliz tahriklerinin merkezi olmuştu. Su gibi İngiliz altını akıyordu. İntelligence Servis’in senelerdir hazırladığı, hususi şekilde yetiştirilmiş “Misyoner-Ajan” lar çölün en ücra köşelerine kadar sızmışlardı. Aziz-El-Mısrî, Nuri Said gibi aslen Arap olan –veya bu iddiada bulunan…-, bizim harbiyeden yetişmiş, senelerce beraber dirsek çürüttüğümüz, hattâ Trablus Garb Harbi’ne, Balkan Savaşı’na, Makedonya mücadelelerine kadar içimizde, beraberimizde, safımızda olanlar bile, bu ağın içinde idiler. Şahsen bana “vecih vermiş”* olan içeri çölün en nüfuzlu reislerinden birisinden aldığım bir mektubu Başkumandana verdim. Bu, samimi ve mert bir ruhun feryadı idi. Şöyle söyleniyordu:

Ya Eşref…Ya kadîm dost…Ya vecih verip, vecih aldığım (karşılıklı olarak sözlü teminat verip aldığım) aziz misafir…Emin ol ki, burada pek yakında bir kıyamet kopacak ve ben de, âmmeten (genel olarak) gelecek olan bu kıyam içinde, sana hasım olacağım. Kavmiyetimizin ve an’anelerimizin icap ettirdiği yolda yürümemiş olmanın hacaletini (utancını) bu diyarda kimsenin irtikâp etmeyeceğini (kötü saymayacağını) sen bilirsin. Ne yapalım ki, bu yolun icablarını (gereklerini) bize, Makam-ı Hilâfet ve Saltanat-ı Osmaniyeyi (Osmanlı saltanatını) temsil eden sizler anlatmadınız. Delilleri ve sebepleri onlar ortaya koydu. Şimdi senden “vechimi” (sözlü teminatımı) bana iade et diyorum. Bununla kalben mustaribim. Ammaki (ancak) bütün kabailin (kabile mensuplarının) ve ehibbanın (dostların) iştirâk edeceği yoldan benim ayrılmam nasıl mümkün olur? İslâmiyet’te “ve emrihüm şûra (umumi kararlara uyunuz)…” hükmü yok mudur?

Enver Paşa, izahlarımı sabırla dinledi. Hayatımın en hareketli senelerini aralarında geçirdiğim, ananelerini yakından bildiğim bu halkın ve bu ülkelerin artık bizim için kaybedilmekte olduğunu anlıyordum. Fakat benim bu idrâkimi mes’ul makam sahiplerine olduğu gibi kabul ettirebilmek, şahsım için besledikleri sonsuz itimada rağmen çok zor, adetâ imkânsızdı. Çünkü “resmî makamlar” devamlı olarak aksini iddia ediyorlardı. Karar mevkiinde olanlar ise, bu resmi makamların kendilerine ilettikleri güzel ve uyuşturucu haberlere değer vermeye mütemayil idiler. Yapılacak ne vardı? Bu, ayrı bir meseledir: Fakat, Mekke Şerifi Hüseyin Paşanın isyana hazırlandığı, Cemal Paşaya da, daha sonra Enver paşaya da bizzat benim tarafımdan haber verilmiştir.Haberlerim, aslâ ihtimallere dayanmıyordu. Fakat Cemal Paşa, kendilerinden Allah ve Resûl namına aldığı yemini kâfi manevî teminat, Medine civarında aldırılan askerî tedbirleri de yeter maddi garanti addetmişti. Hatâ burada idi ve bizzat Cemal Paşanın hâtıratında itiraf ettiği üzere bu hatâ, bütün Arabistan’ın en kötü şartlar içinde elden çıkmasına sebep oldu. Hem de, uğruna yüzbinler, hayır milyonlarca Türk yavrusunu fedâ ettiğimiz bu topraklardan, arkamızda sebepsiz kin duyguları bırakarak!…

Türk’ün mâruz kaldığı zulmün intikamını ise, insanların adaleti değil, Allah’ın adaleti aldı: Bizi, arkamızdan vuran, Mehmetçiğe ne İngilizlerin tenezzül ettiği, ne Fransızların revâ gördüğü işkenceyi, gözü dönmüş olarak yapmış bu nankör Şerif ailesinin bütün fertleri, ya hüsran içinde öldüler, ya parçalandılar, ya beklenmedik feci kazaların kurbanı oldular, ya bizzat kendi tebaaları tarafından katledildiler… Onlara katılanlar da aynı akıbete uğradı. Türk’ün âhı yanlarında kalmadı….” (55)

Eşref Bey, bu toplantıda Harbiye Nazırı Enver Paşaya yapmış olduğu ve Şair Mehmed Akif ile Enver Paşa’nın Arap Dünyası’ndan sorumlu müşaviri Şeyh Şerif Salih El Tunusî’nin de yer alacağı ikna ve istihbarat ekibinin oluşmasına sebep olan teklifini de şöyle açıklıyor:

“Benim Şahsî kanaatim, her şeyin daha kaybolmadığı merkezindedir. Şerif Hüseyin Paşa, oğullarıyla beraber yakında isyan edecektir. Fırsat kollamaktadır. Bu ayaklanmanın tarihini de, İngiliz makamları tespit edeceklerdir. Çünkü kendisi, İngiltere’nin başlayacağı askerî harekâtın bir faslının muvaffakiyetle neticelenmesi vazifesiyle karşı karşıyadır. Teşkilât-ı Mahsusanın dosyalarında, oğullarının harbin başlamasından çok evvel, Mısır’daki İngiliz selâhiyettar (yetkili) şahsiyetleriyle yaptıkları anlaşmalara dair inanılacak izahat vardır. Benim için dâva, Mekke Emîri’nin isyanı sırasında, onun tesir ve nüfuzu dışında kalabilecek mıntıkaların şimdilik bîtaraflığını temin etmektir. Müsaade ederseniz, telkin ve irşad bahsinde selâhiyet ve kıymetlerine bütün İslâm âleminin itimat ettiği şahsiyetlerinden mütevazı bir heyet teşkil ederek Necid ve Hicaz mıntıkalarına gitmek arzusundayım. Onlar, telkinleriyle ve irşatlarıyla meşgul olurlarken, ben de, asıl vazifemin nasıl başarılabileceğini tetkik etmiş olacağım. Çünkü Paşam, emin olunuz., bir gün gelecek siz de bana hak vereceksiniz ve bugünden tavsiye ettiğim tedbirleri alacaksınız, hatta bunu yine benden isteyeceksiniz amma, korkarım ki iş işten geçecektir.”(56)

Teşkilât-ı Mahsusa Reisi Eşref Bey’in, Enver Paşa ile görüşmeleri sırasında heyettekiler hakkında bilgi verirken kendisine “Aman Eşref Bey…Benim hem Başyaverimi, hem de Arap ve Afrika işlerimin müşavirini alıyorsunuz.” diyen Enver Paşa’ya karşı vermiş olduğu “Paşa Hazretleri… Mümkün olsa Padişahı da beraberime alabilsem de götürsem. Hicaz’da patlayacak felâket, bize bütün Arabistan’ı elden çıkartacak görünür. Cemal Paşa ile aramızdaki ihtilaf devam ediyor. Bütün kalbimle temenni ederim ki ben haksız çıkayım. Fakat maalesef vaziyet böyle gözükmüyor. Bir an evvel biz yola çıkmak zaruretindeyiz ve çok rica ederim. Size de çok lâzım olduklarını bildiğim bu arkadaşlarımı benden ayırmayınız.”(57) şeklindeki sözlerinden Enver Paşa’nın teşkilat-ı Mahsusa’nın çalışmalarına elinden gelen her türlü desteği verdiğini ve bu teşkilatın yapmış olduğu çalışmalara çok büyük değer verdiğini de göstermektedir. Zaten Teşkilat-ı Mahsusa, direkt kendisine bağlı olarak çalışan bir örgüttü ve bu örgütün çalışmalarını, Enver Paşa ve birkaç kişi dışında Padişah bile bilmezdi(*)

Devam edecektir
_______________
50-Zeki Velidi Togan daha sonra Türkiye’ye gelmiş ve Türk Tarih araştırmacılığının temelini atmış bir bilim adamıdır. Kendisi Türkiye’ye gelmeden önce Başkurdistan’da Başbakanlık görevinde de bulunmuştur. 1944 yılında görülen Türkçülük-Turancılık davasında yargılananlar arasında o da vardır.
51-Dr. Baymirza Hayit, Basmacılar-Türkistan Milli Mücadele Tarihi, s. 199, 200, 204, TDV. Yayınları, Ankara,1997.
52-İrfan Ülkü, “KGB Arşivlerinde Enver Paşa” s. 22, Kamer Yayınları, İstanbul-1996.
53- Ali Fuad Erden, Birinci Dünya Harbi’nde Suriye Hatıraları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2003, s. 218 ve devamı.
54- Cemal Kutay, Birinci Dünya Harbinde Teşkilat-ı Mahsusa ve Hayberde Türk Cengi, s.12, Tarih Yayınları Müessesesi, İstanbul, 1962.
55-Cemal Kutay, age, s. 137-145.
56- Cemal Kutay, age, 145-6.
57- Cemal Kutay, Necid Çöllerinde Mehmet Akif, Tarih Yayınları Müessesesi, s.44, İstanbul, 1963.

Exit mobile version