Avrupa Komisyonu’nun Türkiye İlerleme Raporu, diğer aday ülkelerin raporları ile birlikte16 Ekim’de yayımlanmıştır. Rapor, önceki raporlar ile karşılaştırıldığında, Türkiye-AB ilişkilerinin donmak üzere olduğunu açık bir şekilde ortaya koymuştur. )
Türkiye-AB katılım müzakerelerinde 2010 yılı Haziran ayından bu yana başlık açılmamış, Fransa’nın 12 Şubat 2013 tarihinde 2007 baharında üyelikle doğrudan ilişkili olduğu gerekçesiyle bloke ettiği beş başlıktan biri olan Bölgesel Politikalar ve Yapısal Araçların Koordinasyonu başlığı üzerindeki blokajını kaldıracağını açıklamasına rağmen (Fransa’nın bloke ettiği diğer başlıklar Ekonomik ve Parasal Politika, Tarım ve Kırsal Kalkınma, Mali ve Bütçesel Hükümler ile Kurumlar) bu başlık açılmamıştır. Haziran ayında 22’nci başlığın açılmasına ilişkin teknik karar verilmiştir.
Gezi Parkı protestoları sonrasında Almanya’nın girişimiyle AB’nin bu konudaki kararının 2013 yılı İlerleme Raporu’nun değerlendirmesi sonrasında toplanacak Bakanlar Konseyi’nde belirlenmesinin kararlaştırılmasının ardından bu başlığın sonbaharda açılmasına yeşil ışık yakılması, Rapor’un olumlu olduğuna ilişkin görüşleri haklı çıkarmamaktadır.
Siyasi kriterler dışında 23’ncü (Yargı ve Temel Haklar) ve 24’ncü (Adalet, Özgürlük ve Güvenlik) başlıklarının açılmasının Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından hiç bir AB kararına dayanmadan bloke edilmesi konusunda Rapor’da olumlu bir gelişme yer almamıştır. Sadece başlıkların açılmasının önündeki siyasi engellerin kaldırılmasının gerekliliğinin de altı çizilmiştir.
30 Eylül 2013 tarihinde açıklanan Demokratikleşme Paketi’nin önemli unsurları (yüzde 10’luk seçim barajının düşürülmesinin düşünülmesi, Q, X ve W harflerinin kullanımının suç unsuru olmaktan çıkarılması, ordu, adalet ve güvenlik alanları dışında kamuda başörtüsü serbestisi gibi) ele alınarak, bunların demokratikleşme sürecine katkıları vurgulanmıştır.
Gezi Parkı protesto gösterilerinin bir kaç istisna dışında barışçıl nitelik taşıdığı açıklandıktan sonra, polisin kullandığı aşırı güç ve hayatını kaybeden kişiler üzerinde durulmuş, bu süreçteki insan hakları ihlallerine ilişkin açılan soruşturmalara da yer verilmiştir.
2012 sonunda Dünya Bankası’na 17 yıllık Türkiye-AB gümrük birliğinin etkilerinin hakem gözüyle değerlendirilmesini amaçlayan bir rapor hazırlama görevinin verildiği ve bu raporun bu yıl içinde sonuçlanacağının belirtilmesi Rapor’un en olumlu tarafıdır.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vizelerin kaldırılmasına yönelik ciddi adımların atılmaması, bence Rapor’un en önemli eksikliğidir.
Rapor’un ve Genişleme Stratejisi’nin özü şu cümlede özetlenmiştir: “Türkiye-AB ilişkilerinin gerçek potansiyeli ancak aktif ve güvenilir bir katılım süreci ile hayata geçirilebilir.”
AB ile Türkiye ilişkileri Rapor’da şöyle ele alınmıştır:
- Geri Kabul Anlaşması’nın imzalanması, vize serbestisi sürecinin başlaması, bu alanda AB ve Türkiye arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesi önemlidir.
- Tamamlanmış olan 33 tarama raporundan 8’i Konsey’de bekletilmektedir. 1 rapor ise Konsey’e henüz iletilmemiştir. AB üyeleri arasında uzlaşıya varılmaması sebebiyle bu süreç kesintiye uğramıştır.
- Günümüzde sadece 13 başlık müzakerelere açılabilmiştir.
- Bölgesel Politikalar ve Yapısal Araçların Koordinasyonu konusundaki müzakere başlığı ile ilgili olarak müzakerelere sonbaharda başlanmasına karar verilmiştir.
- AB Konseyi’nin 11 Aralık 2006 tarihli kararına göre Türkiye’nin Güney Kıbrıs’a yönelik uyguladığı kısıtlamalarla ilgili olarak AB Komisyonu Türkiye’nin Ek Protokol’ü uyguladığını onaylayana kadar sekiz müzakere başlığı askıya alınmıştır.
- Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne kayıtlı gemi ve hava taşıtları ya da son hareket noktaları GKRY olan araçlara yönelik kısıtlamalar devam ettiği sürece Türkiye askıya alınmış bulunan sekiz müzakere başlığı ile ilgili AB müktesebatını tümüyle uygulayamayacaktır.
- AB Komisyonu, Gümrük Birliği değerlendirme çalışması başlatmıştır. Bu kapsamda başlangıcından bu yana 17 yıl geçen Gümrük Birliği’nin AB ve Türkiye’ye etkileri ve bu alanda olası yeni fırsatlar incelenecektir. Gümrük Birliği değerlendirmesi sonucunda düzenlenecek rapor 2013 sonunda yayımlanacaktır.
- AB-Türkiye arasındaki ticaret 2012 yılında 123 milyar Euro’ya ulaşmıştır. Böylece Türkiye AB’nin 6’ncı ticaret ortağı olmuştur.
- Gümrük Birliği taahhütlerinin yerine getirilmesini engelleyen yasalar ortadan kaldırılmamıştır.
- Türkiye ticaret önündeki teknik engelleri ortadan kaldırmakla ilgili birçok taahhüdünü yerine getirmemiştir.
- Türkiye, AB’nin serbest ticaret anlaşması (STA) imzaladığı bazı ülkelerle anlaşma gerçekleştirmediği ve bu sebeple de Gümrük Birliği’nin işleyişini etkileyen bir ticaret asimetrisi ile karşı karşıya kaldığını bildirmiştir.
2013 Yılı İlerleme Raporu, yakın bir gelecekte en azından Cumhuriyetin 100’ncü kuruluş yılı olan 2023’de Türkiye’nin AB üyesi olmasını imkansız kılmaktadır.
Bu sebeple Türkiye AB ilişkilerini incelediğim Türkiye AB ilişkileri kitabımın başlığını Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri: Bir Çıkmaz Sokak olarak koydum. (Beta Yayınları, İstanbul, 2013)
Türkiye’yi AET’ye “ortak üye” yapan, taraflar arasında bir gümrük birliğine dayanan ve ileride tam üyeliği öngören 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Anlaşması, Roma Anlaşması’nın 238’nci maddesine dayanmakta, Türkiye-Topluluk ortaklığının temel ilkelerini belirlemektedir.
AET Komisyonu’nun ilk Başkanı Alman Profesör Walter Hallstein, Ankara Anlaşması’nın imzalanması dolayısıyla Ankara’daki törende yaptığı konuşmada, “belli bir geçiş döneminden sonra Türkiye’nin AET’ye tam üye olarak kabul edilmesi gerektiği”ni özellikle vurgulamıştır.
Anlaşma, Topluluk (AET) ile imzalandığı için Topluluk içinde doğrudan uygulanan bir Topluluk hukuk belgesi, Topluluk üyesi ülkelerce imzaladığı için de uluslararası hukuk belgesidir.
Bu sebeple Ankara Anlaşması ve Katma Protokol, birincil Topluluk hukukudur. Ankara Anlaşması’nda taraflara fesih hakkı tanınmamış, yürürlük süresi de öngörülmemiştir. Bu sebeple, Anlaşma’nın amaçları gerçekleşene kadar yürürlükte kalması gerekir.
Ankara Anlaşması’nın 28’nci maddesi, Türkiye’nin Roma Anlaşması’ndan doğan yükümlülüklerinin tamamının üstlenebileceği bir duruma geldiğini göstermesi durumunda, akit tarafların “tam üyeliği” görüşebileceğini öngörmüştür.
Son dönem, 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol’deki yükümlülüklerin Türkiye tarafından takvime uygun olarak yerine getirilmesiyle 1 Ocak 1996 tarihinde başlamıştır.
Son dönem, hiçbir zaman “sonsuz dönem” olmamalıdır. Çünkü her başlangıcın bir sonu vardır.
Katma Protokol, Ankara Anlaşması’nın 4’ncü, Geçici Protokol’ün 1’nci maddesine dayanılarak hazırlanmış bir Ön Katılım Anlaşması’dır. (preadhesion)
Ankara Anlaşması ile Türkiye, AT’ye “ortak üye” (associate-member) olmuştur. (Roma Anlaşması, Md. 238) Anlaşma, aşamalı bir “ön ortaklık” yaratmıştır. Çünkü ortak üyelikte, Topluluk organlarına katılım gereklidir. Topluluğun karar alma mekanizmasının dışında kalan Türkiye, 1972 yılı Ekim’inde Topluluğun siyasi danışma mekanizmasına ve yapılacak AT Zirvelerine “gözlemci” olarak katılma talebinde bulunmuştur.
Fakat her iki talep de, Topluluklara tam üye olunmadan katılmanın mümkün olamayacağı gerekçesi ile kabul edilmemiştir.
Ankara Anlaşması ve Katma Protokol gereğince gerçekleştirilen Türkiye-AB Gümrük Birliği, salt bir ekonomik birleşme modeli olmanın ötesinde, Türkiye’nin AB ile bütünleşme hedefine yönelik ortaklık ilişkisinin önemli bir aşamasını oluşturmaktadır.
Ankara Anlaşması’nın 28’nci maddesinde ortaklığın nihai hedefi, Türkiye’nin üyeliği olarak belirlenmiştir. Fakat bu hükme rağmen Türkiye, bana göre hiçbir zaman AB üyesi olamayacaktır.
Atalarımız “fazla naz aşık usandırır” diyerek çok önemli bir tespitte bulunmuştur. AB ile ilişkiler bu konuma gelmiştir.
Amerikan düşünce kuruluşu Alman Marshall Fonu’nun, (The German Marshall Fund: GMF) 3-27 Haziran 2013, Türkiye için 2 Temmuz 2013 tarihinde tamamladığı ankete göre Türk halkının Avrupa Birliği’ne üye olma hayali bitmiş gibidir.
Türkiye’de ankete katılanların yüzde 44’ü Türkiye’nin AB’ye katılmasını istediklerini belirtirken, AB’ye katılımın olumsuz olacağını düşünenlerin oranı yüzde 34’tür. Bu oran 2004’te yüzde 25 idi.
2-27 Haziran 2012 tarihleri arasında yapılan ve 12 Eylül 2012 tarihinde açıklanan Transatlantik Eğilimler 2012 araştırması sonuçlarına göre Türklerin sadece yüzde 38’i “AB üyeliği iyidir” görüşünde idi.
Transatlantik Eğilimler’in 2004’te yaptığı benzer araştırmada Türk insanının AB üyeliğine verdiği destek yüzde 73 olmuştu.
Son araştırmada AB ülkelerinden katılımcıların yüzde 20’si Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin olumlu olacağını, yüzde 43’ü ise kötü olacağı kanısındadır. Katılımcıların yüzde 37’si ise bunun ne kötü ne de iyi olacağını açıklamıştır.
Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın Türk vatandaşlarının AB ülkelerine 3 aya kadar vizesiz seyahat hakkı elde edebileceği Demirkan davasını Türkiye aleyhine karar bağlamasından sonra, AB’ye ve AB kurumlarına güven kalmamıştır.
Leyla Ecem Demirkan davasında ABAD, davayı reddederek Türk vatandaşlarının Avrupa’ya vizesiz girme hakkının bulunmadığına hükmetmiş, böylece AB ile Türkiye arasında imzalanmış tüm anlaşmaları, Ortaklık Konseyi Kararlarını ve daha önce verilmiş ABAD kararlarını da yok saymıştır.
Divan, Türk vatandaşlarından istenen vizenin yasal zemini bulunduğunu belirterek Türk vatandaşlarına yönelik vize muafiyeti konusunda hayati öneme sahip olan Demirkan davasında Türkiye’yi haksız bulmuştur.
Böylece Türk vatandaşlarının AB ülkelerine vize almadan azami 3 ay süreyle turistik amaçlı seyahat hakkı olmadığı kesinleşmiştir.
Bu bir çifte standarttır ve bu çifte standardı ben Bobon kriteri olarak isimlendirmekteyim. Bo: Bizden olanlar (kurucu altı ülkeden sonra AB’ye katılan 22 Hıristiyan ülke), Bon: Bizden olmayanlar (Müslüman Türkiye)
Türkiye bazı AB liderleri (Merkel ve geçmişte Sarkozy) ile bazı Avrupalılar tarafından Bon kapsamında algılandığı için, daima önüne engel çıkarılan ülke olmuştur.
Eğer Bobon kritirleri uygulanmasaydı, 1959’da yapılan ortak üyelik başvurusu dikkate alınırsa, aradan geçen yarım yüzyıl içinde Türkiye AB üyesi olurdu.
Gümrük birliği ile AB malları Türkiye’de serbest dolaşımda iken, ayrıca AB vatandaşları kolaylıkla Türkiye vizesi alırken, Türk vatandaşlarına AB mevzuatından doğan haklarını vermemek kabul edilemez bir durumdur.
53 yıldır devam eden bu mutsuz ve gönülsüz ilişkiye bir nokta konmasının zamanı gelmiş, bana göre geçmiştir.
Çünkü, Türkiye’nin AB’ye ortak üyelik için yaptığı başvurusunun (31.07.1959) üzerinden 54, 14 Nisan 1987 tarihinde o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu üzerinden 26, gümrük birliğinin gerçekleşmesinin (31.12.1995) üzerinden 17, adaylık statüsü kazanmasının (12.12.1999) üzerinden 14, müzakerelerin başlamasının (3 Ekim 2005) üzerinden 8 yıl geçmiştir.
3 Ekim 2005 tarihinde başlayan AB ile olan katılım müzakerelerinde bir arpa boyu yol alınamaması, 35 başlıktan sadece 13 başlığın açılıp, sadece birinin geçici kapatılması, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile Fransa’nın toplamda 13 başlığı dondurması, Türkiye’nin AB üyesi olma hayaline son vermiştir.
Türkiye AB üyesi olmasa bile, Batı dünyası ile ilişkilerini devam ettirmek zorundadır. Bunun bir alternatifi yoktur.
Büyük Önder Atatürk’ün ifade ettiği gibi Türkler, Batı’ya yönelmiş bir millettir. Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde bu konudaki tercihini şöyle açıklamıştır:
“Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edipte Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir?”
Türkiye için zaman zaman “Batıya giden gemide Doğuya koşan ülke” benzetmesi de yapılmıştır ama bunun doğru olmadığı Türkiye’nin üye olduğu Avrupalı ve Batılı ekonomik, askeri ve siyasi kuruluşlar tarafından ispatlanmıştır.
Türkiye hariç hiçbir Müslüman ülke Avrupa Birliği dışında tüm Avrupalı kuruluşlara üye değildir.
Bu sebeple, Batı dünyası ile ilişkileri koparmadan AB ile olan ilişkileri yeniden düzenleme zamanı gelmiştir.