Mustafa Nevruz SINACI
Yıllardır olduğu gibi, bu yıl da, aziz mübarek Kurban Bayramı’na haftalar kala mutat ilânlar köşe, bucak, meydan ve bilboardları doldurdu. Üstelik bu yıl radyo, televizyon, yazılı, sesli ve görsel reklâmlarda cabası. Olmadı, cep telefonlarınıza mesajlar yağıyor. “Bu bayram Kurbanınızı biz keselim. Vekâletinizi bize verin. Yurtiçi bedel bu kadar, yurtdışı şu kadar!..”
1990’dan 2013’e Çeçenistan, Bosna Hersek, Karabağ, Somali, Doğu Türkistan, İran, Irak, Nyanmar, Sudan, Fas, Tunus, Libya, Mısır ve nihayet Suriye olmak üzere., Türk-İslâm coğrafyasında bir milyondan fazla Müslüman’ın; Alçakça / kalleşçe katledilip, yüz binlerce masum, müsemma kadının ırzına geçilerek rezil ve rencide edilen sözde İslâm âleminin hayır, hizmet (!) ve himmet kurumları, “vekâleten kurban” için para devşirme coşkusu yaşıyor…
Mısır da, şurda-burda kâfirin icazetiyle darbe yapan, hükümet olmak için domuz ini, ahır ve şeytan tapınaklarında yoldaş tutanları bir kenara atalım; Ama adına “İslâm Konferansı Örgütü” denilen Dâr-ül Aceze’nin; Bütün bu insanlık dışı vahşet, dalâlet, kalleş, alçak saldırı ve soykırımlar karşısındaki sessizlik, etkisizlik, güçsüzlük, acizlik ve zavallılığa ne demeli?..
Bunlar mı İslâm Âleminin önderleri, Rab adına emanetçi ve koruyucuları!..
Kahrolası korkaklar, yalancı, haramcı, mason ve misyoner talancılar.
Elbette, usul ve fıkıh dairesinde, vekâlet verenin huzurunda kesim yaparak ibadete iyi niyetle katkıda bulunanları tenzih ederim. Amma lâkin aralarında Kızılay, Lösev, Türk Hava Kurumu ve dünya çapında vakıfların bulunduğu nice ‘hayır ve yarar’ kurumlarının vekâleten kurban yolsuzluklarını unutmamak gerek!.. Halâ mahkemesi devam eden ve mahkumiyetleri süren genel başkanlar, yardımcıları, üyeleri, iştirakleri ve suç ortakları var. Unutmayın!..
Aslında, geçmişte vaki bu araştırma, soruşturma, takip ve baskınların sürmesi gerek.
Düşünün bir kere, hiç Müslüman hırsızlık, yolsuzluk ve dolandırıcılık yapar mı?
Elbette yapmaz. Yapanları kimse Müslüman sanmasın ve lütfen aldanmasın…
Müslüman akıllı, âlim, uyanık, şuurlu-dikkatli olmak ve doğru yapmak zorundadır.
PEKİ NEDİR DOĞRUSU?..
Istılah (Yüce Rab’in, kullarının gerçeğe ulaşmaları için peygamberler aracılığıyla akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği; Onları dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah’ın koyduğu hükümler.,)’da, Kurban Bayramı’nda sadece Harem-i Şerif, yani Kâbe-i Muazzama da” Hac farizasını yerine getirenler kurban kesebilirler.
Akika, adak ve kefaret gibi haller dışında; Özellikle de, “Kurban Bayramına özgü bir ibadet” biçiminde algılamak suretiyle kurban kesmemek gerekir. Zira Kurban kesmek ancak Hac’da farzdır veya aynı manada vaciptir. Peygamberimiz yalnız hacda kurban kesmiştir.
Kur-an’ı Kerim, sadece hac yaparken kurban kesmeyi emreder. Buna göre:
“Kurban kesmek ancak, Hac (Kâbe/Mekke-i Mükerreme/ Mescid-i Haram) da farz veya aynı manâda vaciptir. Bu iki terim aslında aynı şeyi ifade eder. Bunun dışında, kurban kesmek müstehab (Sevilmiş şey, yapılması sevaplı olan. Peygamber Efendimizin bazen yapıp bazen terk eylediği, farz ve vacibin dışındaki sevaplı işler. Sevaplı iş, nafile, mendup, fazilet, edeb, tatavvu) sünnetlerden olup; Hac’da kurban kesemeyenin 3 gün orada 7 gün döndükten sonra oruç tutması farzdır. (Fazıl Agiş, Emekli Öğretim Görevlisi, Müçtehid ve Fakih)
“Kurban kesmek, hac ibadetini yerine getirenler için bir vecibedir. Türkiye’de sadece zenginlerin yerine getirmesi gereken bir ibadet olarak algılanmaktadır. Ancak, kurban etinin bir kısmının fakirlere dağıtılması kaydı şartıyla bu uygulamanın hayırlı bir “gelenek” olduğu söylenebilir. (Prof. Dr. Ömer Özsoy, Prof. Dr. İlhami Güler, Sistematik Kur’an Fihristi; 364)
“Kurban, hac’ı yaşayanların bayramıdır. İhramlanıp Arafat’ta gündüzleyen, Meş’ar’e doğru akan, Müzdelife’de geceleyen hacılar, ertesi sabah şeytan taşlar, tıraş olur ve ihramdan çıkarlar. Artık hac tamam olmuş sayılır. İhramda tek bir kıl bile koparamaz, bir yeşil yaprağı koparması yasakken, bayram sabahı bir canı, bir hayvanı boğazlamak üzerine vacip olmuştur.
İşte “Kurban Kesmek” budur. Önce HACI olunur, sonra ibadet kurban ile tamamlanır.
DEMOKRASİ ADALET İLE KAİMDİR
Mustafa Nevruz SINACI
İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler 18 Temmuz 2013 günü TBMM Başkanlığına “Milletvekili Seçim Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”ni sundu. Teklif, Milletvekili Seçimi Kanunu’nun “genel baraj ve hesaplanması” başlıklı genel seçimlerde ülke genelinde, ara seçimlerde seçim yapılan çevrelerin tümünde, geçerli oyların yüzde 10’unu geçmeyen partilerin milletvekili çıkaramayacaklarını düzenleyen 33. maddesinin yürürlükten kaldırılmasını öngörüyor. (30 Eylül 2013’de de demokratikleşme (!) paketi açıklandı..)
Teklifin gerekçesinde, temsili demokrasinin olmazsa olmazı demokratik temsilin, yani “temsilde adalet ve yönetimde istikrar” sağlanması için, partilerin parlamentoda temsilini engelleyen yüzde 10’luk ülke barajının kaldırılması ile milli iradenin parlamentoda tam ve eksiksiz temsilinin sağlanmasının amaçlandığı belirtildi.
Gerekçede, barajın tamamen ortadan kaldırılması ile daha önce barajı geçebilecek durumda olup kendine yakın hissettiği bir diğer partiye oy verenlerin gerçek siyasi iradesiyle hareket eder hale geleceği belirtilerek; “Sonuç olarak barajın kalkmasıyla temsilde adalet sağlanmış olacak seçmenin siyasal hayata katılmasının da önü açılacaktır” denilmekte…
Gerekçede yer alan ifadeler kısaca: “Örneğin 2002 seçimlerinde parlamentoda seçmenlerin yüzde 54’ü temsil edilebilmiş ve temsilde ciddi bir haksızlık ve demokratik temsilde meşruiyet tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Seçimlerde yüzde 34.3 oranında oy alan AKP, Meclis’teki sandalyelerin yüzde 66’sını elde ederek tek başına hükümet olmuş, seçmenin yüzde 46’sı Meclis dışında kalmış ve temsil edilememiştir” biçiminde…
TEMSİLDE ADALET, YÖNETİMDE İSTİKRAR
Namuslu, demokrat ve dürüst siyaset adamlarının hâkim olduğu yahut icra-i faaliyette bulunduğu “demokrasinin bütün kurum ve kuruluşlarıyla dürüstçe yerleştiği ülkelerde”; diğer bir anlatımla “demokratik hukuk devletlerinde” seçimler halkın, hükümetlerin, devletin ve yetkili – görevli Seçim Kurulları’nın namusu, şeref, onur, karakter ve haysiyetidir. Sonuçların, dürüst, “temsilde adalet ve yönetimde istikrar”ı sağlar nitelikte tecelli etmemesi halinde halk aldatılmış, iğfal edilmiş;, Hükümet, iktidar partisi ve seçim kurulu fahişelik yapmış demektir.
Bunun anlamı: Onursuzluk, sorumsuzluk, hırsızlık, gasp ve yolsuzluk iktidarıdır.
Dolayısıyla nitelikli, şerefli ve kaliteli siyaset yapılan ülkelerde doğru, dürüst ve adil bir seçim sistemi olur. Seçim sistemi sıkça değiştirilen “puştluk” cinsi değil; Tıpkı ABD ve İngiltere de olduğu gibi asırlık olmalıdır. Almanya ve Fransa da da öyle tabi… Aksi takdirde her seçim döneminde veya sıkça değiştirilen-dönüştürülen bir seçim yasası, kanun olmaktan çıkmış, mütegallibenin oyuncağı olmuş demektir.
Şu hala nazaran: Seçim Barajının tamamen kaldırılmasını öngören söz konusu kanun teklifinin TBMM’de yasalaşmasını sağlamak elbette önemli, gerekli olmakla beraber: Bunun yanı sıra, “temsilde adalet”in daha iyi bir şekilde sağlanabilmesi için seçim sisteminde bir dizi reformun yapılması zorunludur. 30 Eylül 2013 tarihinde açıklanan sözde “demokratikleşme” paketinin tevlit ettiği ilhamla; Çok açık bir biçimde ifade etmek gerekirse:
1. Yüzde 10 seçim barajı ya bütünüyle kaldırılmalı veya: TBMM Grup kurma sayısı karşılığına iblâğ edilmelidir. Günümüzde bu sayı: 550 : 20 = % 2.75’dir. Baraj sabit kalacaksa bu defa Grup kurma sayısı 55 olmak zorundadır. Adalet ve hukukta kıyas/kıstas, yani objektif norm çok önemlidir. Bir başka ölçü veya keyfiyet ileri sürenler ya işgalci, kripto veya dahili, hatta harici bedhahtırlar.
2. Yapılması zorunlu seçim kanunu düzenlemesi ile “Vekilimi Ben Seçmek İstiyorum” diye haykıran halkın “haklı, hukuki, doğru ve meşru” isteklerine kulak verilerek:, Önce siyasi parti nam organize tertip ve teşekküllerin, adi şirket statüsünden çıkartılıp “kitle partisi” vasfı kazandırılması zorunludur. Böylece: Sahip sultası, vesayet tasallutu, eş veya dış güdüm belâsı ile çıkar istilâsından arındırılarak, lânetli hegemonya unsurlarından temizlenmesi şarttır.
3. Ayrıca, hazine yardımı denilen soygun ve vurgun derhal kaldırılmalıdır.
TOPRAK SATIŞLARINDA KATAKULLİ
Mustafa Nevruz SINACI
Çevre ve Şehircilik Bakanı tarafından, Uşak Milletvekili Dilek Akagün Yılmaz’ın konu ile ilgili önergesine karşı verilen cevap, halkı tatmin etmekten uzaktır. Daha öncede buna benzer soru önergelerine verilen cevaplar da birbiriyle çelişkili idi. Bugüne kadar karşılıklılık ilkesine dayalı satış yapıldığı belirtilerek, asla İsrail’e toprak satılmadığı ile övünülürken, onu da kaldırarak hem mütekabiliyet ilkesi ve hem de İsrail yasağı kaldırıldı. Zaten İsrail bu yasağı tanımıyor, alımları dolaylı dolaysız gerçekleştiriyor. Sonra neredeyse tüm ülkelere karşılıksız satışlar için bir torba yasa bir gece yarısı operasyonuyla çıkartıldı.
Bakan’ın İstanbul Milletvekili Aykut Erdoğdu’ya verdiği başka bir yanıt:
Ülke genelinde Yunanlılar toplam 2.8 milyon m2 taşınmaz satın almış bulunuyor.
Bursa’da 4.738 Yunanlı 1.1milyon m2, İstanbul’da 3.646 Yunanlı 447 bin m2, Manisa’da 349 Yunanlı 401 bin m2, şeklinde devam ederek, diğer illere göre durumu şu şekilde açıklamıştır: İzmir 178 bin 702 m2., Yalova 122 bin191 m2., Edirne 106 bin 843 m2., Çanakkale 93 bin 252 m2 ., Balıkesir 85 bin 538 m2 ., Tekirdağ 57 bin 101 m2 ., Aydın 39 bin 200m2., Kocaeli 26 bin 349 m2 ., Muğla 19 bin 280 m2 ., Hatay 18 bin 483 m2 ., Antalya 6 bin 328m2., Mersin 5 bin 023 m2 ., Eskişehir 3 bin 308 m2 ., Ankara 2 bin 791 m2 ., Sakarya 2 bin 387 m2 ., Nevşehir bin 119 m2 ., Kayseri 450 m2 ., Konya 125 m2 şeklinde..
Taşınmaz (arsa-arazi) satın alan ülkeler:
ABD, Avusturalya, Avusturya, Almanya, Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Gabon, Malta, İngiltere, Belçika, Bolivya, Bosna–Hersek, Filipinler, Finlandiya, Fransa, Guatemala, Guyana, Gürcistan, Hırvatistan, Hindistan, Hollanda, İngiltere, KKTC, G.Kore, Kuveyt, Libya, Lübnan, Lüksemburg, Mısır, Malezya, Macaristan, Makedonya, Arjantin, Brezilya, Cezayir, Bulgaristan, Danimarka, Dominik, Çek Cumhuriyeti, İtalya, İspanya, İrlanda, Kanada, Japonya, S. Arabistan, Meksika, Şili, Moldovya, Norveç, İsrail, Pakistan, Ukrayna, Endonezya, Polonya, Portekiz, Romanya, Rusya, Peru, Sırbistan-Karadağ, Slovenya, Suriye, Yeni Zelanda, Panama, Orta Afrika, Türkmenistan ve El Salvador gibi.; Toplam 183 ülke ve / veya vatandaşı ülkemizden toprak satın almaktadır…
Tarım arazileri yağmalanıyor:
Bakanın daha önce açıkladığı rakamlar: Toplam, 125 bin 452 kişi, satılan alan 89 bin 297 dekar olarak idi. Satılan arazi miktarı 2004 yılındaki alandan neredeyse üç misli azdır. Kişi sayısının üç misli artmasına karşın, verilen alanın azalması rakamların gerçeğe aykırı olduğunu gösteriyor. Kaldı ki 2004 yılında toprak satın alan ülke sayısı 68 iken bugün verilen sayı 183’e çıkmış bulunuyor. Demek ki mütekabiliyet, yani karşılıklılık koşuluna bu sayılarla uyulmadığı, üstelik rakamlarla oynandığı açık ve net olarak ortaya çıkmaktadır.
Önceki verilerde bulunmayan ülke vatandaşları yeni listede yer almıştır. Zaten İsrail’e satış yapılmadığı kamuoyuna defalarca medya aracılığı ile yansıtılmasına karşın, aynı resmi verilerde 100 İsrail vatandaşına 136 taşınmaz satıldığı açıkça görülmektedir.” İş bu verilere bakıldığında 2004 yılına göre: Konya’da satışın arttığı ortada, İsrail’in Konya – Karapınar ve çevresinde onlarca köyün arazisi için ve Mersin Alata Çiftliği’nin 4 bin 56 dekarlık arazisini satın almak için yaptığı çalışmalar artık kamuoyunca bilinmektedir. Vatan toprakları, Lozan delinerek yabancılara duyarsızca satılmaya devam edilecek. “Milli Emlâk” zenginliklerimiz, milli servetlerimiz, varlıklarımız ve Şehit Kanlarıyla sulanmış kutsal topraklarımızın hukuki yapısı da yok edilerek, kapitülasyon uygulamasıyla devrediliyor.
Misak-ı Milli toprakları büyük bir hızla Truva atlarına peşkeş çekiliyor.
Not: Batman’a Alman ilgisi: Bayraktar, Birleşik Arap Emirlikleri Büyükelçiliği’nin Beşiktaş’ta bin 91 metrekare alan satın aldığını, yabancı sermayeli Türk ticaret şirketi olan Abu Dabi Gayrimenkul Geliştirme Yönetim ve İnşaat Limitet Şirketi’nin ise Kocaeli’nin Darıca ilçe sinde 64 bin 524 metrekare alan satın aldığını açıkladı.
Devletin bu tarzda ve mütekabiliyetsiz satışı vatana ihanettir. Biline..
KAHROLASI MUHALEFET
VE SİNE-İ MİLLET ZAMANI
Mustafa Nevruz SINACI
Dünyanın en eski ve köklü, ilim, kültür ve medeniyet dil’i kadim Türkçe de “misal”, “emsal” kök’ünden gelir. Günümüzde kullanılan uydurukça da “örnek” denilen kelime, misal veya (türev bağlantısında) emsal’in yerini alamaz. Dolayısıyla siyasette misal, çok ciddi, ilmi ve esaslı, tarihe mâl olmuş, (tarih laboratuarında defalarca denenmiş, her hal-i kârda iyi sonuç alınmış) olaylar üzerinden verilmek zorundadır. Aksi takdirde, tam itimat ve istikrarla, kamu yararına sürdürülebilir bir politikadan bahsetmek mümkün değildir.
Siyasette “kamu yararı” ayırımsız ve eşit olarak bütün yurttaşların yararına olandır.
Eğer bir farklılık ya da ayrımcılık gözetiliyor ise; İktidar adil değil, güdümlüdür!..
Şimdilerde, öğrendiğimiz kadarıyla; Türk Milleti’nin “iktidar yalan – yanlış yapmasın, emniyet-huzur ve düzeni bozmasın, hakkaniyet, adalet-hukuk ve ahlâka mugayir olmasın, yetim hakkı yiyip, malını çalmasın, devlet bütçesini hortumlamasın” diye muhalefet görevi verdiği parti ve parlamenterlere rağmen.; Muhtemelen 30 Eylül 2013 günü icra tarafından açıklanan sözde Demokrasi Paketi’nde; Şeytan ve şeytanlığın, dessaslık, hile ve kurnazlığın gizlendiği ayrıntılara baktığımızda Alfabe’nin değiştirilmesinin de hedeflendiği anlaşılmakta!
Açıklamalara ve satır aralarında yer alan ifadelere göre: Atatürk’ün, Türk Alfabesi’ne eklemeyi uygun bulmadığı “Q”, “W” ve “X” harflerinin kullanılması serbest bırakılacak. Bu anlamsız, gereksiz ve gerekçesiz teşebbüsle 29 harfli Türk Alfabe’si, 32 harfli olacak!..
Bu dil’e yönelik bir ihanet/hainlik teşebbüsü ve menfur bir tasalluttur.
Neticede yol açacağı felâketler, ülkeyi ve milleti mutlaka bir bölünmenin, parçalanmanın ve önlenemez bir mahvoluşun eşiğine getirecektir. Teşebbüs bilinçlidir. Kitleler kandırılmakta ve apaçık; Terör, tedhiş örgütü ve menfur uzantısı ile iştirak, işbirliği ve eylemsel ittifak tescil edilmektedir.
Üstelik tüm dünyada ezilen, ıstırap ve işkenceye maruz esir (azınlık) Türklere rağmen, “azınlık hakları” namıyla, “tek taraflı olarak” ilân, ifşa ve ihya edilen haklar; Mütekabiliyetten uzak, emsalden yoksun ve “tam bir acizlik, zavallılık, korkaklık ifade eden” evrensel hukuka aykırı, kötü ve utanç verici ivazlar, tavizler ve imtiyazlar babından olup;
Aşağıda arz ve ifade edeceğim bariz örneklerle birlikte, tam bir demokrasi ayıbı, insan hakları gaspı; Basiret, beka ve umur-u devlet kavramından azade bir bölücülük, adalet ve hukuk katli söz konusudur…
Bunca kurum, STK ve (sözde) muhalefete rağmen;
Bu ne cüret, ne koyu bir cehalet, kast-ı mahsus ve ne edepsizce bir kalkışmadır!..
İstiklâl (özgürlük ve bağımsızlık) döneminde emsali var mı?, yok…
Peki ne halt ediyor bu muhalefet?..
Dahası var: Başbakanlığa bağlı Türk Genelkurmay Başkanlığı Yunan uçaklarının Türk hava sahası ihlallerini yayınlamayı durdurmuş. 11 Temmuz 2013 tarihinden itibaren, düşman (Yunan) savaş uçaklarının tacizleri önlenmiyor, ilân edilmiyor ve dünyaya duyurulmuyor!..
Yunanistan, Ege ve Akdeniz’de Lozan ve diğer uluslararası anlaşmalarda Türk adası olduğu tescillenmiş, aralarında Hurşit, Eşek, Nergizcik, Bulamaç, Keçi, Sakacılar, Koçbaba ve Ardacık adalarının da bulunduğu 16 adamızı fiilen işgal etmeyi sürdürüyor.
En son Ankara’da Emniyet Genel Müdürlüğü’ne roketatarlı saldırı yapan teröristlerin Yunanistan’dan giriş yaptığı; Türkiye’de terör yapanların Atina’nın Lavrion kampında, gizli servis himayesinde faaliyetini devam ettirdiği ve maksimum aktif olduğu resmen biliniyor.
Menfur pakette (muhtemelen) Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması öngörülür ve 4 Rum’a bir okul tahsis edilirken; İnsanlık, Türk ve Türkiye düşmanı Yunanistan, B. Trakya’da yaşayan Müslüman Türk azınlığın kendi seçtiği müftülerin namaz kıldırmasına bile müsaade dahi etmiyor. Türkleri abluka altında tutuyor, işkence, zulüm ve tehcirden asla vazgeçmiyor; Mısır’daki askeri rejim ile birlikte Akdeniz’de Kıbrıs Rum kesimini yanına alarak ekonomik münhasır bölge konusunda ülkemiz aleyhine çalışmalarını genişletiyor.
Yavru Vatan/Milli Dava Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üzerinde vaki menfur akritas ve megalo idea emelleri yoğunlaşıyor. Türkiye’deki bazı işbirlikçi ve bedhahlarla KKTC’ne karşı kirli tuzak, kalleşlik, sorospuluk, alçaklık senaryoları, AB nezdinde sinsice uygulanıyor.
Bu durumda AKP Hükümeti tarafından neden? Yunanistan yüksek sesle kınanmaz?
Lânetli muhalefet ve muhalefet ile aynı safta “denetim” görevini, en etkin biçimde ifa ve icraya mecbur, memur ve mükellef 74 siyasi parti ne ile iştigal eder?.. İsim, varlık sebebi ve amaçlarını idrakten aciz, haliyle müsemma olamayan, sorumluluklarının gereğini yerine getiremeyen aciz, menfaatperest, fırsat düşkünü zavallıların kurtlar sofrasında ne işi var?
Aynı pakette; Türk Oğuz diyarı TUNCELİ’nin adının değiştirilerek; Kan, kin, ihanet ve isyanla eş değer, haşâ “dersim” lâfzının ikamesi, bedhahlar, dönme, devşirme ve kriptolar tarafından hayâsızca dile getirilmekte.
Oysa: Bu Şehrin kapısı Harput’tur. Harput bir antik şehirdir. Burada bizim Oğuz atamız Kuruş’a yenik düşen Atina ordusu, iki nehrin birbirine Çat’tığı (Gola Çatu) yerde Kuruş’un anısına kurbanlar kesip hala mumlar yakıldığı; Çat Gölü’nü baraj altında bırakmak Kuruş’tan intikam almaktır. Onun antik Şiraz’dan (Persepolis) buraya “Hızır gibi yetişip halkını düşmandan kurtaran” anlamında Hızır olan unvanını tarihten silmek; Daha doğrusu Tunceli’yi tarihten silmektir
Tunceli adını silmeye çalışmak; Cumhuriyeti, Adalet, Hukuk ve Demokrasiyi imhaya, Ata-Türk’ü hain ilân etmeye kalkışmaktır. İş bu ‘demokratikleşme’ nam ‘müesses nizamı ilga, anarşiyi ihya’ paketlerine adalet-hukuk ve müktesep hak adına karşı çıkmayan muhalefet, “vatana ihanetle malul” demektir. ,
Aksi takdirde derhal sine-i millete çekilmeleri gerekir!..
Zira bu ahval ve şeraite rağmen; Ancak ve sadece AKP’nin şerikleri (açık ve gizli iş, anarşiyle iştirak ortakları) TBMM’de kalmayı, Türk Milleti’nin son kuruşuna kadar “haram ettiği” haksız kazanç, maaş ve sair tahakkukları almayı sürdürmeyi, utanmadan ayrıcalıkları, dokunulmazlıkları ve imtiyazlarını kullanmayı tercih eder…
Yazıklar ve lânetler olsun onlara;
İnşallah en kısa zamanda kahhar ismi şerifi ile kahr ve mahvolurlar.
Amin…
LÂNETLİ DİNCİLER VE SURİYE BATAKLIĞI
Mustafa Nevruz SINACI
Aziz Mübarek bir Ramazan ertesi… Gönül huzuru içinde milli bir meseleyi işlemek ve genç nesilleri yakın tarih konusunda aydınlatmak ve yaklaşık dört haftadır gazete’mde tefrika ettiğim “David Rockefeller’in İtirafları” hakkında çok özel, çok önemli ve günümüze kadar bilinmeyen bazı ayrıntılara girmekti. Hani, şeytan ayrıntılarda gizli ya!…
Tam bu konuda hazırlık yaparken; (30 Ağustos 2013) Ahlulbeyt Haber Ajansı’ndan bir haber mail kutuma düştü. Doğrulanmasını istedim. Teyit edildi ve doğrulandı. Beni karar değiştirmeye sevk eden ve tüyler ürperten haber şöyle: Aynen yayınlıyorum…
SELEFİ ŞEYHİ; “Kız Kardeşle Evlilik Caiz” FETVASI VERDİ!…
“Selefi Şeyhi Nasır el Ömer, Visal kanalında yaptığı bir açıklamada: Cihat nikâhının kıyılması ve yaygınlaştırılması hakkında fetva verdi ve Suriye’de savaşan muhaliflerin kendi kız kardeşleri ve mahremleri ile nikâhlanabileceklerini; “Namahrem kadınlar bulamıyorlarsa, o zaman kendi mahremleri (ailesinden kadınlar) ile evlilik akdi kıysınlar” dedi.
Tekfirci Selefi Şeyh Nasır el Ömer: “Yorgunluk bilmeyen mücahitlerin küfür karşıtı, Suriye-İran zulüm rejimlerine karşı savaştıkları için kendilerine teşekkür ediyorum. Bazıları, Suriye’deki kardeş mücahitlerin hizmetine yönelik yayınlanan fetvaları eleştirmekte ve tepki göstermektedirler. Ancak kadın ve çocuklara yönelik cinayetlerden bahsetmiyorlar” diyen Selefi Şeyhi Nasır el Ömer; Daha önce yayınladığı bir fetvasında da “Şia ve Alevi kızlarının esir alınarak, cihatçı gruplar arasında adil bir şekilde paylaşılması için” fetva vermişti.
İNANILIR GİBİ DEĞİL!..
Evet, elbette inanılır gibi değil. Lâkin yukarıdaki “rezillik, ahlâksızlık ve kâfirlik” olayı, bizi aşağıda ki habere inanmayı zorunlu kılmaktadır. Bir de bu habere bakın lütfen..
KİMYASAL BULGU YOK…
Şam Üniversitesi Öğretim Üyeleri Prof. Dr. Mehmet Yuva ve Dr. B. Ebu Abdullah, BM heyeti ile Şam’da görüştüler. (Ajanslar, 29 08 2013) Şam’da kaldıkları Four Seasons Oteli’nde kendisiyle görüşülen heyet Başkanı Angela Kane aşağıdaki tespitlerini açıkladı:
“1) Doğu Guta’da kimyasal bomba kullanıldığına dair herhangi bir bulgu yok.
2) Nasıl öldükleri henüz anlaşılamayan çocuklar, ailelerinin ifadesi ile, Özgür Suriye Ordusu’nun (yani teröristlerin) rehinesi idiler. Şam yönetimi bizimle tam bir işbirliği içinde… Ölenlere enjekte edilen veya solutulan maddenin ne olduğunu anlamak için alınan doku analiz sonuçlarının belli olmasını bekliyoruz…”
Bilindiği üzere, Suriye’nin daveti üzerine, BM Heyeti, 19 Mart 2013’te Halep’teki Han Esal Köyü’nde vaki ve 26 kişinin ölümü ile sonuçlanan ‘kimyasal silah’ saldırısını araştırmak üzere Şam’a gelmişlerdi. Ancak terör gurupları, heyeti köye sokmayacağız diye tehdit ettikleri için, BM Heyeti bir türlü bölgeye gidemedi. Teröristler, Han Esal’de ki görgü tanıklarını da katlettiler. İşte tam bu sırada, teröristler ve bilumum Haçlı tayfası, “Esad Şam’ın Doğu Guta bölgesinde 21 Ağustos’ta kimyasal silah kullandı, 1300 kişi öldü” yaygarası kopardılar. Suriye Han Esal için gelmiş olan BM Heyetine, Doğu Guta’yı araştırması için izin verdi. Fakat Doğu Guta’ya yaklaşan BM heyetine teröristler keskin nişancılar kullanarak ateş açtı. Bunun üzerine geri dönen Heyet, ertesi gün, 27 Ağustos’ta, Suriye Devleti’nin verdiği zırhlı araçlara binerek ilk incelemelerini yaptılar. İlk belirlemelere göre ölenler 1300 değil, 300 kişi civarında.”
Görüldüğü gibi ortalıkta çok çirkin, asla İnsan ve Müslümanlara yakışmayacak denli menfur, alçakça ve olabildiğince iğrenç oyunlar dönüyor. Sözde İslâm âleminde huzur, güven ve istikrarı sağlamakla mükellef (mason, misyoner, kripto, dönme ve devşirmelerin içinde cirit attıkları, resmi toplantılarında tam bir utanmazlık ve yüzsüzlükle İngilizce konuşulan) “İslâm Konferansı Örgütü” nam
BM Heyetinin cevap aradığı sorular şunlar:
(Bak yarın: Her şey Yalan ve iftira üzerine kurulu)
HER ŞEY YALAN VE İFTİRA ÜZERİNE KURULU
Mustafa Nevruz SINACI
1) Kimyasal silah kullanıldığı iddia edilen Duma, Raybin, Ayn Torma ve Maadamiya semtlerinde ordu ile teröristler arasında yoğun çatışmalar sürüyor iken, yapılaşmanın hemen hemen bulunmadığı bu bölgede o kadar çocuk ne arıyordu.
2) Eğer bir kimyasal saldırı oldu ise, Suriye Ordusu askerleri ve teröristler neden etkilenmedi? 21 Ağustos’ta rüzgâr Şam’da saatte 23 – 25 km. hızla esiyordu. Bu hava şartı, teknik olarak, kimyasal silah kullanımına uygun değil. Eğer o gün kimyasal silah kullanılmış olsa idi, Şam’ın diğer bölgelerine de sirayetle ölümlere yol açacaktı. Hal bu ki, olayın vuku bulduğu iddia edilen bölgeye birkaç yüz metre mesafede olanlar bile etkilenmemişlerdi.
3) BM Heyeti, ölen çocukların bazılarının aileleri ile görüştü. Aileler, çocuklarının ölümünü haber aldıktan çok kısa bir süre sonra olay yerine gittiklerini söylediler. Çocukları öldüren kimyasal silahlar aileleri nasıl etkilemedi? Fotoğraflarda, sivillerin ve doktor olduğu iddia edilen kişilerin cesetlerin vücutlarına ve elbiselerine dokundukları, korumasız olarak gezdikleri görülüyor. Hal bu ki bunları yapmak intiharla eşdeğerdir.
4) Çocuklar başka bir yerde kapalı bir mekânda öldürülmüş olup cesetleri Doğu Guta’ya getirilmiş olabilir mi? Çocuklara bir madde enjekte edilmiş olabilir mi? Çevrede atıldığı iddia edilen kimyasal silahtan etkilenen, ölen diğer canlılar (hayvan, mikroskobik canlı ve böcek) var mı? Heyet üyeleri, bu sorulara cevap bulmak için, çevreden alınan örneklerin ve ölenlerin doku örneklerinin inceleneceğini söylediler.
Ancak teröristlerin araştırmaya karşı koymaları bile, ölümlerden hangi tarafın sorumlu olduğunu açıkça göstermektedir. Öyle ya, Esad kimyasal silah kullandı ise, bırak BM Heyeti incelesin, suçlu Esad ise bulsun. Sen suçsuz isen, neden engel oluyorsun?
Amerika, Avrupa “Esad BM Heyetine izin versin” diye yaygara koparırken, Esad’ın izin verdiği BM heyeti teröristler tarafından engellenmektedir. İkiyüzlülük, tuzak apaçıktır.
Suriye muhalefetinin Paris’te yayımladığı El Hakika da iddialara kuşku ile yaklaşıyor ve soruyor: “Bir okulda, kreşte veya oyun sahasında bile bu kadar çocuğu bir araya getirmek zor iken, bu kadar çocuk ölmek için aynı anda nasıl ve niçin bir araya gelmiş? Konvansiyonel silahlarla günlerdir çatışmaların sürdüğü bu bölgelerden bir tek çocuk ölümü görülmezken ve bölge çatışmalar yüzünden sivillerden arındırılmış iken nasıl oluyor da bu bölgede onlarca çocuğun cesedi bulunuyor? Nasıl oluyor da aileleri cesetlerin başında ağıt yakmakta ve poz vermekte? Bu silahlar sadece çocukları öldüren, aileleri sağ tutan geliştirilmiş silahlar mıdır?”
Yaygaralar, gerçekleri örtme kabiliyetine sahip değildirler.
Dr. Abdullah, şu iki noktaya dikkat çekiyor:
1) Türkiye sınırına yakın, dağlık, derin vadier ve ormanlık alanlardan oluşan Cebel El-Zaviye bölgesinden sızan 3 bine yakın ağır silahlarla donatılmış terör gurupları ile klasik askeri çatışmaya girilmiş, günlerce süren çarpışmalarda Suriye Ordusu onlarca şehit vermişti.
Suriye Devleti eğer kimyasal silah kullanacak olsaydı, burada kullanırdı ve bu çukurda bu terör gurubunu birkaç saat içinde yok ederdi. Niçin birkaç gün içinde alabileceği bir bölgenin teröristlerin olmadığı bir bölümüne sivil öldürmek için kimyasal bomba atsın? Bunun hiçbir askeri getirisi yok.
2) Kimyasal gazın atıldığı iddia eden 21 Ağustos’tan bir gün önce, onlarca internet sayfasında “Esat kimyasal silah kullandı, katliam” haberleri çıkmıştı. Bir gün önceden saldırıyı nasıl biliyorlardı?
21 Ağustos’ta ise, Haçlı cephesi hep bir ağızdan, daha bir tahkikat yapılmamışken, ortak bir merkezden operasyon yürütür gibi Suriye Devletini suçlayarak savaş çığırtkanlığına girişmişti. Kurulan tezgâh apaçık ortadadır. Bilumum AKP yöneticileri, bu arada bazı bakan ve dahi bakanların başı da timsah gözyaşları dökmüşlerdir. Bu gözyaşları gerçekten samimi, doğru ve gerçek ise, bu katliamların destekçisi AKP bir an önce hesaba çekilmelidir.
Şunu unutmayalım ki; Osmanlı’nın bir tane dahi yalanı, ifrat ve iftirası olmamıştır.
HÜKÜKÜM (Hükümet) HİKMET VE ADALET
Mustafa Nevruz SINACI
Türk bilim ve yönetim (devlet idare sistemi/sanatı) tarihinde, adına “Medeni Siyaset” denilen.; Özellikle İbn-i Haldun, İbn-i Batuta, İbn-i Sina ve İmam-ı Matüridi ile fiiliyatta dünya çapında örnek, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’e göre devlet; Hak, adalet ahlâkı, mutlak dürüstlük ve yüksek faziletle yönetilmesi zorunlu bir teşkilât / cemiyettir…
Devlet yönetiminde gevşeklik, başıbozukluk, zaaf ve acze yer yoktur.
Düzeni sağlamak, istikrarı sürekli kılmak, kalkınma ve gelişmeyi adaletle sürdürmekle yetkili, görevli ve sorumlu icra (hükümet); Yerleşik kanun, kural, kurum, kuruluş, gelenek, görenek, bilim, manevi mukaddesler ve milli kültürü korumak, eserleri ihya ve “daha iyi, ileri, doğru, dürüst ve mükemmeli gerçekleştirmeye matuf” bir yaşam tarzı inşaya ve idare cihazını suç ve suçluya hayat hakkı tanımayacak bir düzeye taşımaya mecburdur…
Devleti hüküm (doğru-dürüst karar, kaide) ve hikmetle, eşitlik, adalet ve faziletle yönetmeyenin hükmü “kelb-i küffar” (kâfir köpeği, dönme, devşirme, kripto) olup, tespit ve ispatı halinde; Hazreti Ömer (R.A) Efendilerimizin fıkhı üzere kılıçla infaz vaciptir.
Zira esasta her insan bir devlettir ve devlet cihazının varlık sebebi: Adalet, Hukuk, Eşitlik ve Hikmetle hükümferma olunup, kul hakkına tecavüzün men-i, icra-i sanat, ticaret, hukuk ve mülkün paylaşımında adaletin “hakkıyla çalışma ve helâl kazanç ile mütenasip olmak kayıt ve şartıyla” her alanda mutlak eşitliğin sağlanmasıdır.
Modern hukuk, objektif adalet karinesi ve medeni siyaset biliminde, “kuvvetler ayrılığı” olarak açıklanıp tanımlanan: Yasama, Yürütme ve Yargı’nın olmazsa olmaz görevi budur. İlkenin sağlam, kavi ve sağlıklı yürümesi için, ya bire bir insanlar tarafından doğrudan seçilmiş bir Meclis veya bütün kuvvetlerin mutlaka birbirine karşı bağımsız ve tarafsız olması şarttır. Burada en küçük bir bağılılık, ilgi veya bağımlılık vesayete tekabül eder.
Ayrıca devlet, kimseye mülk olmayıp; Tarihi kurum, kuruluş ve kuralları, yasa, adet, din, ahlâk, örf, gelenek, görenek; Bilgi, bilim, kültür ve birikimleri özenle muhafaza edilerek yaşatılması ve tarih içinde ebed-müddet kılınarak istikrarla ileriye taşınması, bütün yöneticiler için mutlak bir vecibe, asli görev ve mükellefiyettir.
Devleti, dolayısıyla halkı yönetmek üzere seçilenler, bu altın kuralı mutlaka kaale almak; İdare cihazında fevkalâde şikâyet ve ağırlıklı biçimde milletin talebine maruz bir mazarrat varsa bunu, yine milletle müzakere ve müşterek kararla izale,; Bunun dışında hak, adalet, hukuk ve demokrasiyi “bilimsel norm, emsal ve evrensel kuralları muvacehesinde” güçlendirmek, tahkim etmek zorunda ve durumundadırlar.
Hiçbir yönetim, (emaneten/vekâletle) idare ettiği ülkeyi, şahsi mülkü gibi göremez ve gösteremez. Zira “Devlet, hükümetlere mülk değil, vekâleten emanet olup; Emanete hıyanet: Münafık, mürai, yalancı, talancı, bedhah ve hain’in alâmetidir…”
Ve yine hiçbir yönetimin “eşitlik, hak, adalet ve hukuku” ilgaya hakkı yoktur.
Müesses olan nizam “hak, adalet, hukuk, eşitlik ve faziletle” idame edilir.
En açık tabiriyle: Ülkenin bütün vatandaşları eşittir ve eşit haklara sahiptir.
Bu meyanda: Asillerin fiilen sahip olmadıkları ve bizzat kullanmadıkları hiçbir hak, ayrıcalık ya da imtiyaz vekâlet üstlenenlere (milletvekili ve/veya parlamenterlere) tanınamaz, verilemez. Millet Memurluğu gibi, fiili kamu görevi hariç: Siyaset yoluyla vekâleten yetki kullananlara, icra ettikleri faaliyet “profesyonel bir meslek” bağlamında kabul edilerek her hangi bir hakkı-huzur veya ücret ödenemez. Sadece “yönetimle iştigal” masrafları karşılanır o kadar. Buna kaide ve millete rağmen kendilerini ayrıcalık, imtiyaz, istisna ve dokunulmazlık gibi “insanlık, ahlâk, medeni siyaset ve hukuk dışı” asil’in sahip olmadığı imkânlara sahip kılanlar, şüphesiz ve kesinlikle vatanın, milletin, devletin, adalet ve hukuku düşmanıdırlar.
Ayrıca: Evrensel ve bütün peygamberleri şamil İslâm Dini’nde esas olan;
1. İnsanların, kendi kendilerini idaresi ve toplumu yönetecek insanları ilmen, ahlâken ve dirayeten en yüksek derecedekileri bulup; (Asr-ı Saadet döneminde dört Halifenin seçildiği gibi…) “Açık, şeffaf, namuslu, dürüst ve tam demokrat yöntemlerle, hiçbir baskı, dayatma, diretme, vesayet ve tavsiye altında kalmadan kendi olarak ve doğrudan karar vermek suretiyle bizzat seçtiği sisteme:
Cumhuriyet,
2. Cemiyeti, yine bizzat kendi seçtikleri insanlar vasıtasıyla (Daha açık bir anlatımla. Devlet idaresinde, Millet iradesinin “özgür irade, hürriyet, adalet ve tam bağımsızlıkla” hâkim ve hükümran olduğu) İlim, Din, Ahlâk ve Hukuk kuralları muvacehesinde yönetmesi usulüne:
Şûra / Demokrasi,
3. Milleti meydana getiren tüm unsurların din, inanç, mezhep, dil ve etnik köklerine bakılmaksızın:: “Devletin temel kuralları, Anayasa ve kanunlarına riayet etmek, iyi insan; iyi, namuslu – dürüst, onurlu ve sorumlu vatandaş olmak; Anarşi, terör, tedhiş ve bölücülükle iştigal etmemek, kötülere yardım ve yataklık, hırsızlık, yolsuzluk, adaletsizlik ve haksızlık yapmamak, vergi vermek, insanlık ve vatandaşlık görevlerini tam bir onur ve sorumlulukla ifa ve icra etmek” koşuluyla “İnandıkları gibi yaşama” hakkının serbestçe kullanılmasına:
Lâiklik
Denilir. Bu kaidelere, bir yanda “Hükümet” ve diğer yanda “Halk-fert, birey” olarak riayet şarttır. Aksine tasarruflar hakkaniyet, adalet, ahlâk, eşitlik ve hukuk dışı olup; Cezayı mülzemdir. Adil bir hukuk devletinde hiçbir suç cezasız kalmaz. Adaletin bedeli ve maliyeti asla ve kesinlikle tartışılamaz, hesaplanmaz. Maliyeti her ne olursa olsun; Ulusal ve Uluslar arası hukuk alanında adalet mutlaka kesinlikle “mutlaka caydırıcı olacak biçimde” uygulanır.
Cezada taammüden katilin katli ve sairde mukabele-i bil misil şarttır.
Başkaca bir usûl veya uygulama adalet ve hukuk olarak kabul edilemez.
Ki, devlette adalet, emniyet, huzur ve hukuk olsun. Anarşi, terör, tedhiş, başıbozukluk, emniyeti suiistimal, görevi kötüye kullanma-ihmal, gevşeklik, yandaşı-yoldaşı kayırma, halkı ayırma, kaypaklık, rüşvet, iltimas, usulsüzlük, yolsuzluk ve disiplinsizlik olmasın!…
Bunların olduğu yerde hükümet yok hükmündedir.
Biline…