“Araplara gelince eskiden beri boyun eğdikleri iç ve dış birtakım etkenler, bunların din ve ahlak itibarıyla çeşitli kabilelere ayrılmalarını ve düşünce, gelenek, siyaset bakımlarından da birbirlerinden farklı olmalarını gerektirmiştir. Araplar İranlılara, Romalılara, Yahudilere, Âsurîlere, Babillilere, Sabiilere ve o zaman var olan Hıristiyan fırkalara komşu bulunuyorlardı. Sonra, senenin aylarında genel panayırlar kurulmaya başladı ki Yarımadanın her tarafından, yakın, uzak bu panayırların hepsine akın akın halk gelirdi. İşte Bahreyn’deki Hecer, Muşakkar, Şihr ve Yemen’deki Uman, San’a, sonra Hadramavt, Zilhicaz ile Mekke yakınındaki Mucenne ve Nahle ile Tâif arasındaki Ukâz bunlardandır.
…
Araplarda heykellerle putlar gittikçe çoğaldı. Bunlar için hizmetçiler, kâhinler tayin edildi, birçok tapınaklar vücuda getirildi. Bununla beraber bütün Arap memleketleri içinde Mekke’den başkası, herkesin birden saygısını kazanamamıştı. Çünkü Araplar dinlerinin geleneklerinin ihtilâfı ve fikirlerinin, inançlarının çeşitliliği ile beraber her yıl Yarımadanın dört tarafından hac için Mekke’ye gelirler, oradaki çeşitli tanrılara kurbanlar keserler ve yerleşmiş bulunan merasim ve ibadetleri yaparlardı. İşte İbrahim (selam ona), Kâbe’yi kurarak oğlu İsmail (selam ona) in orada yerleştiği günden beri Mekke bu durumda idi. Bundan başka Yahudilerle Sabiiler de Kâbe’ye saygı göstererek kurbanlar keserlerdi. Sonra içinde yahut çevresinde Kâbe’ler, Hacer-i Esvedler ve Uzza, Menat, Lât gibi bütün Arapların saygı gösterdiği heykeller, putlar bulunmak itibarıyla Mekke, Arap memleketlerinin en kutsalı olduğu gibi civarında büyük panayırlar kurulduğu için de ekonomik değeri pek büyük idi. Her taraftan mal almak, yahut ticaret yapmak kaydıyla insanlar buraya koşar gelirdi. Panayırlar dağılınca bu gelen halk, merasim ve ibadetlerle, sonra bu panayırları takip eden hac günlerinde ne gibi işler âdet ise onunla uğraşırlardı.
Bu panayırlar yüzünden Mekke’ye nasıl bir yandan akın akın seyirciler, toplum toplum alıcılar, küme küme ibadet edenler, zahidler, bölük bölük şairler, hatipler, yığın yığın davacılar, hakemler gelirse; öte yandan da -zamanımızın ticaret ve sanayi sergilerinde olduğu gibi-sayısız zina edenler, hesapsız fahişeler, sınırsız ayyaşlar, sonsuz kumarbazlar toplanır; hâsılı Rum memleketlerinin, Suriye’nin, Yarımadanın çengi, rakkase, şarkıcı adı altında ne kadar şıllığı varsa hepsi birikirdi…”(1).
Yukarıdaki sözler, bir Türk’e değil, bir Araba aittir. Abdulaziz Çaviş isimli bir Arap alimi söylemiş, Merhum Mehmet Akif Türkçeye çevirmiş, Diyanet İşleri eski Başkanlarından Süleyman Ateş sadeleştirmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı da yayınlamış!
Kâbe’nin Etrafında Cinsel İstismar Olur mu? El-Cevap: Olur!
Marmara Ü.İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Köse’nin sözlerini duyunca nedense Abdülaziz Çaviş’in yaklaşık bir asır önce söylediği yukarıdaki sözleri hatırladım. Hac ve fuhuş, hac ve kumar, hac ve zina, hac ve raks, hac ve ayyaşlık! Doğrusu yan yana asla gelemeyecek kavramlar gibi gözüküyorlar. Ancak Abdulaziz Çaviş, adı üstünde, İslamiyet öncesinin, yani yaygın söylenişiyle “Cahiliye Dönemi” Arabistan’ının içinde bulunduğu sosyal, siyasal, ekonomik, politik ve ekonomik durumu aktarıyor bize.
Peki, Türkiye’nin en prestijli İlahiyat Fakültesi’nin, daha doğrusu Türkiye’deki muhafazakar kesimin gözde ilahiyat fakültesinin dekanı neler demiş? Onun sözleri tam olarak şöyle:
“Geçenlerde Medine Üniversitesi rektör yardımcısı ve İlahiyat Fakültesi dekanı geldiler bizim fakülteye, işbirliği yapalım diye. ‘Tamam’ dedik, her şeyi konuştuk. ‘Bizim öğrencilerimiz hazırlık sınıfında bir dönem gelip sizde Arapça öğrensinler,’ dedik. Ama bizim öğrencilerimizin yüzde 70’i kız. Bunu öğrenince, ‘Bizim fakülteye kız öğrenci almıyoruz,’ dedi. Aslında onlar da İlahiyat Fakültesine kız öğrenci almamanın hata olduğunu biliyorlar, ama oturmuş teamülleri değiştirmek zor. Bir de mesela ‘Sizde ne zaman kadınlar araba kullanabilecekler?’ diye sordum dekana. ‘Beş yıl sonra falan,’ dedi.
Evet. Geçenlerde hafızlık yapan 70 kadar öğrencimizi umre ile ödüllendirelim istedik. Umreye hazırlanırken kız öğrenciler gelip dediler ki ‘Hocam! Ne olur Diyanet’e söyleyin de kalacağımız otel Kâbe’ye yakın olsun’. Önce anlamadım ve ‘Kızım uzak olsa da olur, gençsiniz, yürürsünüz’ dedim. Meğer öğrencilerin güvenlik endişesi varmış. Bu konuyu da gündeme getirdim orada. Dedim ki ‘Adına Harem dediğimiz, yani kötülük yapmanın haram olduğu yer anlamına gelen kutsal mekana
kadınlarımızı kızlarımızı güvenle gönderemiyoruz. Bir Müslüman erkek olarak bu durumdan utanç duyuyorum.”(2)
Özetle M.Ü.İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Köse diyor ki; tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi bugün de Hac ve Umre’yi bahane ederek Mekke’ye gelen zâniler, fahişeler ve cinsel istismarcılar bulunmaktadır. Özellikle bayan hacı adayları, aman ha dikkat, uçkurlarınıza iyi sahip olun, Mekke’de ve Medine’de eşlerinizden veya mahremlerinizden zinhar ayrılmayın…
Ali Köse’nin sözlerini sakın yabana atmayın. Gerçeklik payı çok yüksektir. Övünmek gibi olmasın Mekke’ye beş kere gittim ve istisnasız her gidişimde bu tür taciz ve hatta tecavüz olaylarına ilişkin rivayetler duydum. Hem de Türk kadınlarına yönelik olarak. Bunlardan birisi şöyledir:
Türkiye’den hacca giden bir karı-koca çift, Mekke’de bir taksiye biniyorlar. Arap bizim hacı adayı hatunu gözüne kestiriyor! Yolda araba bozuldu numarası yaparak arabayı itmesi için kocayı indiriyor. Koca sözüm ona bozulan arabayı itmek maksadıyla arkaya geçtiği anda Arap gaza köklediği gibi ufukta kayboluyor. Bizim avanak hacı öylece kala kalıyor sokak ortasında. Arap birkaç gün sonra getirip Kâbe’ye bırakıyor kadıncağızı…
Anlatılan bir diğer rivayet ise şöyledir: Türkiye’den annesiyle birlikte hacca giden genç kız, kaldıkları otelde çalışan bir görevlinin tecavüzüne uğruyor. Kız bunu gururuna yediremiyor ve atıyor kendisini otelin penceresinden aşağı…
Bu tür hikayeler hac ve umre sırasında bolca anlatılan hikayelerdir ve Kafile Başkanı olan din görevlileri bunları bildikleri için hacı adaylarını sık sık uyarırlar: Sakın ola eşlerinizi Arapların kullandığı araçlarda veya tenha yerlerde tek başına bırakmayın!
Ali Köse Diyanet’in Düzgün İmalatlarındandır!
Yukarıdaki sözlerin sahibi olan M.Ü.İ.F.Dekanı Prof. Dr. Ali Köse, genç bir bilim adamıdır. Din sosyoloğudur. Diyanet’in yetiştirmesidir. İstanbul’da bulunan ve Türkiye Diyanet Vakfı’na bağlı olan İslam Araştırmaları Merkezi’nde (İSAM) yetişmiştir. Bildiğim kadarıyla yurt içi ve yurtdışı eğitimini Diyanet’in tahsis ettiği burslarla ikmal etmiştir. Özetle Prof. Dr. Ali Köse’nin söylediklerine itibar etmek gerekiyor. Prof. Dr. Zekeriya Beyaz’la filan kıyaslamamak gerekir.
Onun söylediklerinin önemi aslında şuradan geliyor: Ali Köse, hem Diyanet’in yetiştirmesidir, hem muhafazakarlıktan öte tutucu çevrelerin, yani geleneksel İslam düşüncesine sık sıkıya bağlı bilim adamlarının hegemonyası altındaki Marmara İlahiyat Fakültesi’nde görev yapmaktadır. Üstelik bu fakültenin kıdemli hocalarından Prof. Dr. Hayrettin Karaman, iktidar partisinin ve hükümetin akil adamlarından birisidir. Yani Ali Köse’nin bu ortamda çıkıp bu türlü laflar etmesi cidden kayda değerdir. Kendisini alkışlıyorum.
İslam Dünyası Üç Asır Öncesinde Yaşıyor!
Ali Köse’nin sözleri bunlarla da sınırlı değil elbette. Kendisiyle yapılan röportajda direk hükümet politikalarını hedef alan uyarıları ve eleştirileri de var. Örneğin şu sözler kendisine aittir:
“Türkiye çağdaşlıkla muhafazakârlığı, modernlikle dindarlığı birleştirebilen bir ülke. Bu dört kavram Türkiye için çok önemli. Bu ölçüyü tutturan başka İslam ülkesi yok. Hayat tarzına müdahale gibi sosyolojik bir problem yok. Dini belli dozda uygulamayı seviyoruz. Bağnaz toplum olmadık. Metrodaki kızlarla erkeklerin el ele tutuşmaması anonsunu, vapurda oturuş şekli gibi şeyleri doğru bulmuyorum. Bunlar yönetimin şekillendireceği şeyler değil. Bir faydası olacağına inanmıyor, tasvip etmiyorum. Ahlakın sahibi toplumdur, normları toplum belirler, toplum yargılar. İnsanları eğitebilirsiniz, kitap yazabilir, TV’de ilahiyatçı olarak söyleyebilirim. Ama insanlara ‘Şöyle oturun, böyle kalkın’ itici gelir. Ahlakın polisi devlet erki değil, toplum olmalı…”(3).
Prof. Dr. Ali Köse’ye göre, Türkiye bir Afganistan, Pakistan olmadıysa bunu imam hatiplerin ve ilahiyat fakültelerinin müfredat bütünlüğüne borçludur. Diyor ki; Sayın Dekan; “İmam hatip ve ilahiyat fakülteleri, Türkiye’de radikal uçlara kayan kitlelerin oluşmasını engelliyor. Tevhidi Tedrisat, belki çok katı uygulandı ama din eğitiminde birliktelik sağladı. Pakistan’da bir tane İslam yok, onlarca, yüzlerce yorumu olduğu için kendi aralarında çatışma oranı çok yüksek. Bizim kendi kendimize adam olma ihtimalimiz yok. İyi ki Batı tecrübesi var. Olmasaydı Afganistan, Pakistan’daki gibi birbirimize silah çeker, kabile devleti olurduk. İslam ülkeleri Batı’dan 300 yıl geride. Çünkü Batı devletleri 300 yıldır halklarına silah doğrultmuyor.”(4).
Prof. Dr. Ali Köse’nin son sözlerinde İlahiyat Fakültelerinden felsefe grubu derslerini kaldırmaya çalışan YÖK’e ve muhtemelen YÖK’e bu yönde telkinde bulunan hükümet çevrelerine ince ince giydirmeler de var. Bu sözleriyle “Eğer Tevhidi Tedrisat Kanunu ile İmam-Hatip ve İlahiyat fakültelerinde bugüne kadar uygulanan müfredat olmasaydı radikal eğilimler Türkiye’de de boy verirdi. Bu sebeple bu okulların ders programlarına fazla müdahale edilmemelidir” demek istiyor Ali Köse. Biz de zaten aynısını demiştik geçenlerde(5). Ancak adımız Ali Köse, unvanımız Prof. Dr. ve görevimiz de İlahiyat Fakültesi dekanı olmayınca fazla itibar görmüyoruz nedense…
M.Ü.İ.F. Dekanı Prof. Dr. Ali Köse’nın çıkışı, biraz gürültü koparacak gibi gözüküyor. Özellikle kendisini dindar nesil yetiştirme sevdasına kaptıran, bunun için de Suriye ve Mısır gibi ülkelerdeki radikal eğilimli İslami hareketlere açıkça destek veren hükümet kanadında ve tutucu toplum kesimlerinde. Örneğin; Ali Köse’nin sözlerini paylaştığım için, Türkiye tarafından Almanya’daki yurttaşlarımıza din hizmeti sunmak için bu ülkeye gönderilen bir facebook arkadaşım şöyle bir yorum eklemiş haberin altına:
“(Ali Köse’nin bahsettiği) O öğrencilere inanmıyorum. Gitsinler görsünler sonra konuşsunlar. Kutsal mekanları ve oradaki insanları zan altında bırakmak doğru değil. İsim ve prim peşinde koşanlardan birisi daha. İslam dünyasını karalamak, Müslüman alemini karalamak ne fayda sağlar. Yapmayın. Ne demek orta doğulu bir Türkiye görmek istememek. Keşke asrı saadet dönemini yaşayan bir Türkiye olsa tam anmalıyla. Acaba diyorum bundan rahatsız olacak Müslüman kimliğine sahip ama düşüncesinden uzaklarda çıkar mı…Ne garip.”
Bir başka arkadaşım yukarıdaki yoruma şu cevabı vermiş: “Ölen eşi ile 8 saat içinde cinsel ilişki yaşayabilir, 9 yaşındaki kız çocuğu evlenebilir, pazardan kadınların muz alması şehvete davetiyedir, yolda dondurma yalayan bayanlar şehvet uyandırabilir, hamile kadın sokakta gezemez vb örnekleri olan bir devirde yaşıyoruz…”
Aslında ikinci arkadaşın yorumu her şeyi bir güzel özetlemektedir. Zira en azından bana göre; “Asr-ı Saadet” kavramı, koskoca bir yalandır. Çünkü Müslümanlar hiç bir dönemde saadet ve mutluluk yüzü görmemişlerdir. Buna Hz. Peygamber dönemi de dahildir. Hz. Muhammed, 22 yıllık peygamberlik döneminin hemen tamamını acılar ve üzüntüler içinde geçirmiştir. Mekke’de yakın akrabaları tarafından tecrit edilmiştir. Ekonomik ve sosyal ambargoya maruz bırakılmıştır. Belki bir miktar saadet bulurum düşüncesiyle gittiği Taif’te Sakif kabilesi tarafından taşa tutulmuş ve yaralanmıştır. Medine döneminde Bedir, Uhut ve Hendek olmak üzere peş peşe büyük savaşlar görmüştür. Huneyn ve Evtas Muharebesini yaşamıştır. Mute’de en seçkin ashabının peş peşe şehit edilişine şahit olmuştur. Böyle bir döneme ‘Saadet Asrı’ denebilir mi? Dolayısıyla bu tür kavramlar büyük ölçüde uydurma kavramlardır.
İslam Dünyası İkinci Cahiliye Çağı’na Girmiştir!
Prof. Dr. Ali Köse “Müslümanlar Avrupa’dan 300 yıl geride yaşıyor” demekle az bile söylemiş aslında! Çünkü bana göre; Müslümanlar, en azından zihniyet olarak 300 yıl öncesinde değil, Hz. Peygamber’den önceki dönemlerde yaşıyorlar! Daha açık söylemek gerekirse; Müslümanlar “İkinci Cahiliye Çağı”nı yaşıyorlar! “Allah’u ekber” diyerek Müslümanların birbirini öldürmesinin caiz görüldüğü, “Müslüman, ölmüş eşiyle ilk 8 saatte cinsel ilişki kurabilir” ya da “Cinsel ihtiyaçları gidermek için belli süreli nikah caizdir” veya “Suriye’de rejime karşı savaşan ÖSO mensuplarının cinsel ihtiyaçlarını gidermek Allah katında sevaptır” şeklinde fetvaların verildiği ve bu türlü fetvadan hareketle İslam Ülkesi Tunus’tan kandırılarak getirilen genç kızların bu insanlık düşmanı canilerin önüne atıldığı bir döneme “Cahiliye dönemi” denmez de ne denir Allah aşkına. Siz, bizim son derece dindar Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’tan da mı iyi bileceksiniz? Bakın İslam ülkelerinde sergilenen vahşet görüntüleri karşısında o bile çileden çıkmış. O bile açık açık “Eğer bu Müslümanlıksa, ben Müslüman değilim” diye haykırıyor artık(6).
Müfessirler, Kur’an’ın 102. suresi olan “Tekâsûr” suresinin, cahiliye dönemi Arap kabilelerinin, mal, çocuk ve akrabalarının çokluğuyla övünmeleri ve hatta bu konuda mezarları bile sayacak kadar ileri gitmelerini tenkit etmek üzere nazil olduğunu söylerler(7). Bize göre; Başbakanın Gezi Parkı eylemleri sırasında sergilemiş olduğu “Evlerinde zor tuttuğumuz %50 var” şeklindeki tavır ile cahiliye Araplarının mezar taşlarını sayacak kadar ileri gitmeleri arasında anlam ve amaç itibarıyla hiç bir fark yoktur…
_______________
1-Abdülaziz Çaviş, Anglikan Kilisesine Cevap, çev. Mehmet Akif, sad. Dr. Süleyman Ateş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara, 1979, s. 16-22. Parantez içi açıklamalar tarafımızca eklenmiştir. ös.
2-http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2012/08/11/islam-dunyasi-kadin-problemini-halletmeli
3-Aynı haber,
4- Aynı haber.
5-“Kur’an ayetlerini takmayan iktidar ya da üniversitelerden aklın kovulması” başlıklı makalemiz, ,
6-Hürriyet Haşim Kılıç Muş’ta konferans verdi” başlıklı haber, ,
7-Kur’ân-ı Kerîm Açıklamalı Meâli, s,621, Haz. Prof. Dr. Hayrettin Karaman ve arkadaşları, TDV Yayını, Ankara, 2000.
Yazıları posta kutunda oku