Suriye’ye gelindiğinde hükümetin neden Libya’da başta takındığımız barış ve arabuluculuktan yana tavrı takınmadığını önceki yazıda incelemiştik: yeniden fırsatı kaçırmamak, ülkeyi Batıya kaptırmamak, en uzun sınırımız olan ülkede pasif bir tutum sergileme seçeneğinin olmaması.
Ortadoğu diktatörlüklerinin ortak özelliği, birbirleriyle bir gün en yakın kardeş ertesi gün en kanlı bıçaklı düşman olabilmeleri, birbirlerine karşı terör gruplarını desteklemeleri hatta yataklık yapmalarıdır. Irak Suriye’ye karşı, Suriye Irak’a Karşı, Irak İran’a karşı, İran Irak’a karşı, Suriye bize karşı militan grupları destekledi, silahlandırageldi.
Bu tür siyasete asla girmeyen Türkiye olarak Suriye ile birlikte, bir demokrasi olmamıza karşın, klasik bir Ortadoğu diktasının dış siyasetini sergilemeye başladık. Başbakan’ın, en yakın dostu olan, ailecek el ele kol kola gezdikleri Suriye cumhurbaşkanını bir kaç haftada en büyük düşman ilan etmesi Türk dış politikasının karakteristik olmayan ilk unsurudur.
İkinci unsursa Türkiye’nin muhalif grupları desteklemesi, hatta silahlandırması, özel harp ve gizli operasyon uzman danışmanlar tahsis etmesi, bunlara bir platform oluşturması, Öcalan’ın Şam’ı terk etmesinden beri bize karşı bir unsuru desteklemeyen Suriye’nin de Türkiye’de hem kendine yakın unsurları desteklemesi hem de doğrudan terör eylemlerine başvurmasıydı.
Bu noktaya gelişimiz kuşkusuz sadece stratejik analizlerimizin sonucunda olmadı. Yabancı istihbaratçılar güzelce analiz edip, hazırlanıp, dışişlerimizi ve istihbaratımızı Baas rejiminin de tıpkı Tunus ve Mısır gibi bir kaç haftada kolayca düşeceğine ikna etmeleri yakın tarihte bize yönelik uygulanmış en önemli operasyondur. Davutoğlu’nu ikna operasyonunu orta güçte bir Batılı müttefikimizin sahnelediğini düşünüyorum.
Burada hangi teknikler kullanıldı kimler faaliyet gösterdi, içeriden kimleri oynattılar. Bilemiyoruz. Ancak gerçek şu ki en maceracısı bile bilinmezleri ve riskleri bu kadar yükseklerde olan bir siyasete bilerek seçmez. Bunu için bu işin tereyağından kıl çekercesine kolay olacağı çok farklı kanallardan anlatılmış olması gerekmekteydi.
Öncelikle Esad ailesiyle köprüleri atmaya, muhalefeti örgütlemeye, askeri operasyonlara dalmaya karar verdiren yanlış istihbaratın kaynağı aranmalıdır. Çünkü AK Parti hükümeti Milli Görüş teşkilatlarının pragmatik kanadından ve siyasi düşünme tarzından gelen kişilerdir, köprü atmak, yumurtaları tek sepete koymak gibi uç yaklaşımlar tarzları değildir.
Esad ailesi aslında Nusayri kökenli bir ailedir. Nusayrilerin Osmanlı Müslüman Milleti içinde sayılması, köylerine camiler yapılması ve merkezi hükümetçe imam atanması, memur olmalarına engellerin kalkması Sultan 2. Abdülhamid döneminde olmuştur. Nusayriler özellikle hava kuvvetlerinde kadrolaşmışlar, sol akımlara girmişler ve darbeyle ülkeyi ele geçirmişlerdir.
Bunların yardımıyla iktidara gelen Hafız Esad ve arkadaşları, giderek gücü elinde toplayan ailesi Hama katliamı da dahil, iktidarlarını tehdit eden ne varsa en kanlı yöntemlere başvurmaktan hiç çekinmemişlerdir. Dahası kuvvetli bir iç istihbarat, gizli polis ağları vardır. Yıllarca İsrail’in faaliyetlerine direnebilmiştir.
Hükümet bu önemli hususu görmemiştir.
Bunlardan da önemlisi iktidarlarının dayandığı sosyal sınıflar vardır. Etnik Nusayriler tamamen iktidarı desteklemekte, Hristiyan ve Dürzi gruplar da çoklukla destek vermektedir. Bunun yanı sıra rejimin 40 yıldır beslediği devlet kadroları, askeriye ve orta sınıf üyeleri, hangi kökenden olursa olsun, küçümsenmeyecek bir destek sunmaktadır. Bütün bunlar bir araya geldiğinde Esad ailesinin ülkenin üçte biriyle beşte ikisi arasında bir desteği olduğu düşünülebilir. Bu oran hala azınlıksa da Tunus, Mısır ve diğer ülkelerde diktatörlüklerin ve sultanlıkların bu denli ciddi bir siyasi tabanı bulunmamaktadır.
Hükümet bu önemli hususu da görmemiştir.
Daha da önemlisi uluslararası destek ve dengelerdir. Bugün George Bush hükümetini Irak’ı işgale ikna eden Ahmet Çelebi’nin bir İran ajanı olduğunu ve baştan bu yana İran’ın ABD’yi kullanarak Irak’ı kendi hakimiyetine aldığını gecikmeli de olsa biliyoruz. İran aynı ölçüde olmasa da Afganistan’da da etkinliğini kuvvetlendirmektedir. Suriye zaten zıt rejimler de olsa kuvvetli bir İran müttefikidir. Hizbullah da son dönemde Hristiyan milletvekillerinin ve kanunen Sünni olması gereken başbakanın da desteğiyle Lübnan’da iktidardadır.
Burada Çin’den başlayan ve Akdeniz’in doğusunu elinde tutan hayati bir şeridin İran’ın eline geçtiğini ve bu şeridin kopmasının İran için yok oluşu başlatabileceğini Tahran’ın net olarak gördüğünü ve şeridi açık tutmak için doğrudan savaşa girmek de dahil sonuna kadar her yolu izleyeceğini anlamalıyız. Nitekim gerek kendi özel harp uzmanı askeri danışmanlarıyla gerekse doğrudan iyi eğitimli özel kuvvetler olarak nitelendirilebilecek Hizbullah müfrezelerinin kullanılması, İrak hükümetinin sınırlı desteği Suriye rejiminin ana dayanağı olmuştur.
Hükümet bu önemli hususu da görmemiştir.
Hükümetin bu çatışmada elde edeceği en önemli ganimetlerden biri de Suriye’nin doğal gaz kaynaklarının kendi limanlarından veya kendi üzerinden Avrupa’ya uzanan boru hatlarınca taşınması olabilir, dahası İran’ın yukarıda açıklanan şerit üzerinde kurmaya çalıştığı boru hattının iptalini sağlamak olabilir. Ancak bu, Türkiye’nin enerji konusunda bir düğüm ülkesi olmasını engellemeye çalışan Rusya’nın çıkarlarını açıkça tehdit etmesinden dolayı, Rusya’nın diğer faktörler de düşünüldüğünde Suriye rejimine destek vermesi beklenmesi gereken bir davranıştır.
Hükümet bu önemli hususu da görmemiştir.
Dahası Nusayri tabana dayalı rejim asker, polis ve istihbaratının, kolayca Türkiye’nin Hatay ilinde yoğunlaşmış Nusayri Alevi Arap kökenden gelme vatandaşların ağırlıkta olduğu oluşumların, Türkmen, Zaza ya da Arap olsun Alevi tabanın daima ağırlıkta olduğu yasadışı ve yasal sol örgütlerin üzerindeki etkisi ciddi şekilde bulunmaktadır. Gezi parkında can kaybeden eylemci vatandaşlarımızın altısı da sol örgütlerin üyesi veya sempatizanı Nusayri ve Alevi evlatlarımızdı.
Bunların etkisini birbirine çok yakın zamanlarda gerçekleşen Hatay’daki bombalamada, 1 Mayıs’ta ve ülkenin her yerine yayılan Gezi Park eylemlerinde açıkça gördük. Küçümsenen Suriye istihbaratı tek başına değilse de, İsrail ve Batı’nın artık bıktığı hükümete karşı ortak hareket etmesiyle Türkiye’yi bir yıkıma götürmeye çok yaklaşmıştı.
Hükümet bu önemli hususu da görmemiştir.
Ortadoğu ülkeleri suni sınırları olan suni ülkelerdir. Tam olarak bir ulus haline gelmemişlerdir, gelmeleri de akli olamaz. Onları birbirinden uzak tutan ve ülke içinde birbirine bağlayan dikta rejimleri, sürekli medya beyin yıkaması, resimleri heykelleri her yere asılı ilah-krallardır. Bunu gören batılı analistler, Ortadoğu’nun daha da küçük parçalara bölünmüş şekilde ancak etnik ve dini sınırlarla yeniden yapılandırılmasını öne sürmüşlerdir. Buna BOP diyoruz.
Eğer Suriye’yi kaybetme noktasına doğru sürüklenirlerse Esad rejiminin ana dayanağı olan Nusayri toplumunun yoğun olduğu Akdeniz kıyılarında bir devletçiğe çekilip bir yandan ana düşmanlarının geri kalanı almaması için Kürt devletçiğini desteklemesi doğal bir B planıdır. Eğer ülke üçe bölünürse bu BOP’a uygun olacağı için ABD ve Avrupa’nın büyük bir tepki göstermeyeceği açıktır. Dolayısıyla Esad’ın kazanması senaryosu da kaybetmesi senaryosu da bizim için felakettir.
Hükümet bu önemli hususu da görmemiştir.
Kısaca analiz yeteneklerinden mahrum olarak, Batılı istihbarat servislerinin ve diplomatların manevralarıyla, Suriye’yi kolayca haklayacağımıza, Ak Parti’ye yakın bir hükümetin başa gelebileceğine, ülkenin tek parça ayakta kalarak Türkiye’nin bir uzantısı haline döneceğine kendimizi inandırdık.
Bundan sonrası bir yanlışlar komedisi oldu.
gazetesiz.com, 19 Eylül 2013