Türkiye Cumhuriyeti Devleti, nüfusunun kahir ekseriyeti Müslüman olmakla birlikte; elbette kaynağını ayet ve hadislerden alan fetvalarla yönetilen bir ülke değildir. En azından kâğıt üzerinde de olsa pozitif hukuka uygun olarak yönetilmektedir. “En azından kâğıt üzerinde” lafını maksatlı olarak kullandım. Çünkü, özellikle pozitif hukuk kurallarının kişi ve toplum hayatına uygulanışı sırasında devreye başta faktörler de girmektedir. En azından “vicdan” denilen ve daha çok inançlardan, kimi doğmalardan, peşin kabullerden, önyargılardan ve alınan eğitim gibi pek çok sübjektif faktörden süzülerek oluşan olgu, pozitif hukukun uygulanışında son derece etkili olmaktadır. Esasen bilim insanları “hukukun kaynakları”nı sayarken “vicdan” kavramını da işin içine katarlar.
Çoğu bilim adamı, hukukun kaynaklarını, yazılı metinler (anayasa ve diğer yasalar), kanun hükmünde kararnameler, tüzükler, yönetmelikler, genelgeler, yönergeler, uluslararası anlaşmalar, bilimsel içtihatlar (bilim adamlarının görüşleri), yargısal içtihatlar (yüksek yargı organlarının ortaya koyduğu hukuki görüşler) ve örfler olarak sıralarlar.
Örf ya da gelenek, toplumsal vicdanın öngördüğü ve geniş bir coğrafyada uzun yıllar boyu uygulana gelen ve toplumsal yönden yaptırım gücü olan kurallar bütünü. Diğer bir tabirle; bir toplumda, bir toplulukta çok eskilerden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar. İşte pozitif hukuk, bu anlamdaki örf ve gelenekleri de hukukun kaynakları arasında görmüştür.
Yürürlükte bulunan anayasamızın 138. maddesinde ise “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.” şeklinde bir düzenleme bulunmaktadır. Bu durumda, hakimlerin ve belli bir dereceye kadar savcıların vicdanları da hukukun kaynaklarından sayılmaktadır.
Özetle; örfler ve hakimlerin vicdanları da hukukun kaynakları arasında sayılmaktadır. Hukukun kaynakları arasında sayılan örflerin, yani geleneklerin, ait olduğu toplumun inançlarıyla yoğrularak oluşan kültürel öğeler olmasının yanı sıra, hakimlerin vicdanları da herhalde hem içinde yaşadıkları toplumun inançlarıyla yoğrulmuş kültürlerinden, hem de direk olarak inançlarından etkilenme durumundadır.
Öte yandan yasa yapıcıların, içinde bulundukları toplumun birer parçası olarak yasa metinlerini hazırlarken, toplumun sahip olduğu kültürel motiflerini, alışkanlıklarını ve inançlarını dikkate almadıklarını herhalde hiç kimse söyleyemez. Bunun en bariz göstergesi, yasaların ve hatta anayasaların sık sık değiştirilmesidir.
Dolayısıyla; sahip olduğumuz dini inançlarımız, hem toplumsal hayatımızı ve hem de vicdanlarımızı direk olarak yakından etkilemekte ve onların şekillenmesinde doğrudan etki yapmaktadır.
Ayetleri Takmayan Hadisleri Tınmayan İktidar
Dini inançlarımızın, hem toplumsal hayatımızı ve hem de bireysel hayatımızı kuşatıcı bu oldukça geniş etkisinin yanı sıra şu anda iktidarda, dindar nesil yetiştirme çabasında olan, imam-hatipli olmakla övünen, bu sebeple imam-hatiplerin sayısını çığ gibi arttıran ve ayrıca “Bu işin çözümünü ulemaya bırakalım” diyerek, bazı toplumsal sorunların çözümünü din adamlarına havale etme niyetini açıkça ortaya koyan bir siyasal parti bulunmaktadır. Şu halde gelelim asıl meselemize.
Bizim dini inançlarımıza kaynaklık eden din şüphesiz İslam’dır. Dolayısıyla siyasal iktidar, “Bu meselenin hallini ulemeya bırakalım” veya “Dindar nesiller yetiştireceğiz” derken, direk İslam Dini’ne atıfta bulunmaktadır. Peki İslam ne diyor?
İslam bireysel ve toplumsal hayatımızın yanısıra devlet yönetimimez açısından da geçerli bir ilke olarak en başta bize şöyle diyor:
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin”(1).
Madem örflerin oluşmasında ve vicdanların şekillenmesinde inançlar birinci dereceden etki yapmakta şu halde siyasal iktidarın yukarıdaki ayeti görmezden gelmesi ve hâşâ (halk tabiriyle söyleyecek olursak) takmıyor olması, akla ziyan bir davranıştır. Zira bu ayet, en başta “Mü’minler kardeştir, şu halde kardeşlerinizin arasını düzeltin, onları barıştırın, onların arasını açmayın..” diyor.
İÇERİDE: Peki, Gezi Parkı Eylemleri sırasında “Evde zor tuttuğumuz yüzde elli var” şeklindeki bir söylem bu ayete uygun mu? Muhalefeti susturmak için elinden geleni arkasına koymamak, bunun için yeri gelince eylemcileri çadırlarda fuhuş yapmakla, camide içki içmekle ve başörtülü bir kadına saldırıp başörtüsüne işemekle itham etmek bu ayete uygun mu? Gezi Parkı eylemcilerine destek verdi diyerek bir üniversite rektörünü (Özyeğin Üniversitesi kurucu Rektörü Prof. Dr. Erhan Erkut) öğretim üyeliğinden atmak bu ayete uygun mu? Kamu ihalelerini ve TMSF’nin eline geçen varlıkları ne edip neyapıp kendi yandaşlarına devretmek ve sürekli kendi yandaşlarını koruyup kollamak bu ayete uygun mu? Muhalif yayın yapan televizyonlara uyduruk sebeplerle ceza vererek, muhalif gazetecileri kovdurtup işsiz bıraktırarak herkesi zapturabt altına almaya çalışmak bu ayete uygun mu?
DIŞARIDA: Peki Suriye’de Beşar Esat yönetimini iktidardan uzaklaştırma adına mütemadiyen savaş çığırtkanlığı yapmak ve bu maksatla içinde terör örgütlerinin de bulunduğu Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) nam ne idüğü belirsiz örgüte açık destek vermek, bu ayete uygun mu? Peki, Mısır’da, radikal İslami söylemlere sahip Selefi İhvan-ı Müslimin Partisi’ne sahip çıkma adına darbe yaptıkları gerekçesiyle askerlere destek veren Mısır halkına ateş püskürmek bu ayete uygun mu? Irak’ta, Irak merkezi yönetimi ile köprüleri atıp Kuzey Irak’taki Peşmerge lideri Barzani’ye, adeta bağımsız bir ülkenin Cumhurbaşkanı muamelesi yapmak bu ayete uygun mu? Peki, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sırasında, ABD’yi karşısına alma pahasına Türkiye’ye yardım eden Müslüman Kaddafi’yi iktidardan kanlı bir şekilde uzaklaştırmak için batılı ülkelerle işbirliği yapmak ve İzmir’deki hava alanını Libya’yı bombalayan NATO uçaklarına açmak bu ayete uygun mu? Komşu Müslüman ülkelerin toprak bütünlüğünü tehlikeye atarcasına bu ülkelerin iç işlerine müdahale etmek bu ayete uygun mu?
Elbette sorduğum sorulara konu olan eylemlerin ve söylemlerin hiç birisi yukarıdaki Kur’an ayetine uygun değildir. Çünkü içeride örneğin Gezi Parkı Eylemlerine katılanlar, destek verenler ve muhtelif şekillerde siyasal iktidara muhalefet edenler de Mü’min ve üstelik de Müslüman Mü’min’dirler(Bana kalırsa, Mü’min kavramı Müslüman kavramından çok daha geniştir ve Allah’ın birliğine inanan bütün insanları kapsamaktadır). Onları susturmak, olmadı kusturmak için en sert tedbirlere başvurmak ve bunlar üzerinde korku ve caydırıcı etki yaratmak maksadıyla en sert yasal düzenlemeleri yapmak yukarıdaki Kur’an ayetine açıkça aykırıdır. Hele hele; bir daha darbeye kalkışmasınlar diyerek, yeni subayların gözünü korkutmak maksadıyla kimi eski askerleri olmadık iddialarla ve olmadık örgüt bağlantıları isnat ederek en ağır biçimde tecziyeye kalkışmak sadece yukarıdaki ayete değil, büsbütün Kur’an’ın ve İslam’ın ruhuna aykırıdır. Irak, Suriye, Mısır ve Libya politikalarımız da yanlıştır ve yukarıdaki Kur’an ayetine açıkça aykırıdır. Çünkü bu ülkelerde karşı tavır aldığımız yığınlar da Mü’mindir ve üstelik onlar da Müslümandır. Bizim yapmamız gereken, bu ülkelerdeki gruplardan birisini destekleyerek grupları birbirinden ayırmak değil, onların arasını bulmak olmalıdır. Çünkü ilahi emir böyledir.
Bizim dindar hükümet ve bu hükümetin çevresinde kümelenen dinci menfaat gruplarının ağzına pelesenk ettikleri ve muhalifleri susturmak için temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp masaya getirdikleri bir hadis vardır. Bu hadisinde derki Hz. Peygamber: “Men teşebbehe bikavmin. fe hüve minhum : Kim bir kavme benzerse o, onlardandır”
Peki, masum sivillerin ölmesi pahasına komşumuz Müslüman Suriye’yi vurmak için ABD başta olmak zere batılı ülkeleri, BM Güvenlik Konseyi’ni veya “Gönüllü Ülkeler Grubu”nu göreve çağıran ve oluşturulacak bu koalisyonun içinde yer almaya hazır olduklarını belirten R.Tayyip Erdoğan iktidarının, Hz. Peygamber’in bu hadisi karşısındaki pozisyonunu nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Üniversitelerden Kovulan Akıl
İlahiyat fakültelerinden felsefe derslerinin kaldırılması girişimleri hemen her kesimde rahatsızlık yaratmış bulunuyor. Doğrusu biz de bu haberi hayretle karşıladık.
Benim gibi İlahiyatçı olmayan ve meraklı dostlarımız için söylemiş olalım; Felsefenin bir diğer adı da düşünbilimdir. Felsefe eski Yunanlılar için, ‘bilgelik sevgisi’ ya da ‘hikmet arayışı’ anlamına gelmiştir. Başlangıçtaki bu özgün anlama göre, her türden bilimsel araştırmacıya “filozof” adı verilmiştir. Felsefe; varlık, bilgi, gerçek, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgilenmiş ve bu konudaki sorunları anlayıp çözmeye yönelmiştir. Bu anlamda Felsefe, düşünce sanatı olarak da bilinir. Filozoflar genellikle var oluş, veya varlık, ahlak, iyilik, bilgi, gerçek ve güzellikle konularıyla ilgilenmişlerdir. Felsefe tarihine göre birçok filozof dini inançlara veya bilime de eğilmiştir. Felsefi düşünce, insanın evreni içinde kendi varlığını merak etmesiyle ve bu konuda sorular sormasıyla başlar. Felsefe için merak etmek ve soru sormak yeterli değildir. Sorulara sistemli bir açıklama getirmek de önemlidir. Felsefi düşünüş sıradan düşünüşten tamamen farklıdır. Onun ayırt edici özelliği kavramsal ve-veya soyut olma çabasıdır. Felsefi düşüncenin yöntemleri insana hemen her konuda akıl yürütebilmesi için gerekli temelleri sağlar. Felsefe eleştirel bir düşünüş biçimidir. Felsefi düşünce önceden kazanılmış bilgiler üzerine bir düşüncedir(2).
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere; felsefenin temel konusu akıl ve düşüncedir. Bu durumda, felsefe derslerinin ilahiyat fakültelerinden kaldırılması demek, bana göre; aklın ve düşüncenin bu okullardan sürgün edilmesi ve bu okulların, tamamıyla naklin egemenliği altına verilmesiyle eş değer bir eylemdir ve istikbalimiz açısından gerçekten de korkunçtur. Bu konuda pek çok yazı yazılmıştır. Bana göre; bu konudaki en dikkate değer yazılardan birisini Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Yusuf Kaplan Yazmıştır. Yusuf Kaplan “İlâhiyat’lardan felsefe derslerinin kaldırılması cinayettir” başlıklı uzunca yazısında şöyle diyor:
“YÖK, ciddi ciddi felsefe derslerini kaldırmaya niyetlenmiş ilâhiyat’lardan. Hayret doğrusu. Meselenin bu kadar ciddi olduğunu bilmiyordum. Her ne sûretle -ve hangi gerekçeyle- olursa olsun, ilâhiyat’lardan felsefe derslerinin kaldırılması, tam anlamıyla cinayettir… İlâhiyât’lardan felsefe derslerinin kaldırılması kararı, her şeyden önce, makasıd’uş-şeria’ya (şeriat’ın maksatlarına, hedeflerine) aykırıdır: Aykırıdır; çünkü şeriatın, korunmasını emrettiği beş temel sütun’dan biri akıldır. Felsefe, insan aklının, kendisini ifade edebildiği alanların başında gelir…
İlâhiyat’lardan felsefe derslerinin kaldırılmasına gerekçe olarak, ‘felsefenin, öğrencilerin kafalarının karışmasına neden olduğu’ iddiası, -özür dilerim ama- tastamam bir ahmaklık örneğidir. Bu kafa, aslında, İslâm’ın özünü kavramaktan âciz, hem özürlü, hem de özrü kabahatinden büyük, acınası bir kafadır. Dahası, asıl ‘kafa karışıklığı yaşayan’ bu kafadır: Bu kafa, İslâm’ın özünü, ruhunu, vaatlerini kesinlikle kavrayamamış, kavramaktan da fersah fersah uzaktır…
İlâhiyatlardan felsefe derslerinin kaldırılmasının, en geniş anlamıyla, tehlikeli bir siyasî felâkete yol açabileceğini görmek gerekiyor: Selefîliğin hızla yaygınlaşmasına. İslâm dünyasının, önümüzdeki süreçte, en büyük sorunlarından biri, hızla selefîleşme tehlikesidir. Çağdaş selefîliğin, Mısır’da nasıl bir ahmaklığa, hatta cinayete imza attığını hep beraber görüyoruz, ibretle…”(3).
İlahiyatçı Yrd. Doç. Dr. Saffet Kartopu’nun konuyu ilişkin kaygılarını da önemli buluyorum. Şöyle demiş Saffet Kartopu: “Felsefe; tahlil, terkip, sorgulama ve yeni cevaplar üretme işi olduğundan bu dersler kişiye öğrendiğini analiz etme ve sorgulama yetisi kazandırır. Felsefe grubu derslerinin kaldırılması, bilimsel ve felsefi zihniyete sahip kişilerin yetişmesine darbe vuracağından bilimsel gelişmelerin ve yeniliklerin önüne geçilmiş olunacaktır.”(4).
Zaman yazarı Beşir Ayvazoğlu, Hürriyet Yazarı Taha Akyol, Star Yazarı Mustafa Akyol, Star Yazarı Fehmi Koru da YÖK’ün ilgili kararına tepki gösterenlerden bazılarıdır(5).
Konudan, Almanya’da oturan dostum Ahmet Duran Ekici’nin facebook vasıtasıyla sormuş olduğu bir soru sayesinde haberdar oldum. Dostum, benim konuya ilişkin kanaatimi soruyordu. Haberi okumadan ve aslını öğrenmeden hemen kanaatimi yazdım bu dosta ve facebook sayfama “Müjdeler Olsun; Türk El-Kaidesi’nin Temeli Atıldı” başlıklı şu yorumu ekledim:
“Anlaşılan, AKP iktidarı “Dindar Toplum” yaratmakta ve “Dini bütün nesiller” yetiştirmekte kararlı gözüküyor. İlahiyat Fakülteleri’nden felsefe derslerinin kaldırılması da bu kararlılığın göstergelerinden birisidir! İlahiyat fakültelerinden felsefe derslerinin kaldırılması ne demektir biliyor musunuz? Türkiye, tıpkı Mısır ve Suriye gibi radikal İslamcıların işgaline maruz kalacak demektir. El-Kaide, Hizbullah ve Hamas gibi radikal dinciler neşvü nema bulacak demektir.
Zira bana göre; felsefe dersleri, İlahiyat fakültelerindeki yoğun din propagandasının etkisini dengeleyip savuşturan, radikal dini söylemlerin ve nakillerin eleştirel gözle ele alınarak yumuşaması sonucunu doğuran, öğrencilere dini nakilleri kıyaslama ve bu nakilleri modern bilimin ışığında yorumlama imkanı veren bir etkiye sahiptir.
Dolayısıyla; felsefe derslerinin kaldırılmasıyla bu okullarda tek yanlı bir dini eğitim verilecek ve haliyle katı dindarlar yetiştirilecektir. Anlaşılan iktidar, Türkiye Cumhuriyeti’ni İhvan benzeri selefi anlayışa mensup dindar (dinci) nesillere emanet etmekte kararlıdır. Oysa Büyük Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni, hayatta hakiki mürşit olarak ilim ve fenni kabul eden, imanı hür, irfanı hür, vicdanı hür Türk gençlerine emanet etmişti…”
İslam Dini Akla Hitap Eder
1949′da açılan Ankara Ü.İlahiyat Fakültesi ile ilgili olarak 3 Mayıs 1949′da verilen kanun teklifinde kanunun gerekçesi şöyle açıklanmıştır:
“Din meselelerinin sağlam ve ilmi esaslara göre incelenmesini mümkün kılmak, mesleki bilgisi kuvvetli ve düşünüşünde ihatalı din adamlarının yetişebilmesi için lüzumlu şartları sağlamak maksadıyla…”(6)
Dedik ki; “felsefenin temel uğraş alanı akıldır ve düşüncedir, bu itibarla ilahiyat fakültelerinden felsefe derslerinin kaldırılması, aklın ve düşüncenin bu okullardan sürgün edilmesiyle eş değerdir”.
Çünkü dinimiz İslam, akıl ve mantık dinidir. Akıllı insanlara hitap eder, emirleri akıllı ve temyiz gücü (iyiyi kötüden ayırt etme yeteneği olan) yerinde olan insanları bağlar. İslam, delileri ve çocuk yaştakileri emir ve yasaklarından sorumlu tutmamıştır. İbadetler için bile akıl-baliğ olmayı şart koşmuştur.
“İslam, akıl ve mantık dinidir” lafı öyle sıradan bir klişe değildir. Gerçekten de öyledir. Zira Kur’an’da akıl ve düşünceyi konu edinen pek çok ayet vardır. Mesela Cuma günleri camiye gidenlerin, hutbenin sonunda hatipten hem Arapçasını, hem de Türkçesini duydukları bir ayet vardır. Ayette şöyle denilmektedir:
“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(7)
İşte Kur’an’dan, aklın ve düşüncenin önemini öne çıkaran birkaç ayet daha:
-“…Siz hiç düşünmez misiniz?”(8),
-“…Hâlâ düşünmez misiniz?”(9).
-“… Artık siz düşünmez misiniz?”(10).
Bunca Kur’an ayetine mukabil, mü’minlerin arasını bulmak yerine hem içeride hem dışarıda sürekli mü’minlerin arasını açan ve bozan, dindarlık adı altında “kafa karışıklığı yapıyor” diyerek bilim yuvalarından aklı sürgüne gönderten ve buraları adam değil, bir nevi robot yetiştirme merkezleri haline getirmeye çalışan siyasal iktidara başka ne denir bilmiyorum ama şimdilik Koç Köroğlu gibi ancak şunu diyebiliyorum;
“Yürü bire Bolu Beyi, nasıl olsa gün gelir senin de hükmün biter…”
08.09.2013
______________
1-Hucurât, 49/10,
2- ,
3-
4- ,
5-Aynı kaynak.
6-
7-Nahl, 16/90.
8-En’âm, 6/50,
9-Hûd, 11/24,
10- Nahl, 16/17