Site icon Turkish Forum

30 AĞUSTOS 1922 BAŞKUMANDANLIK MEYDAN MUHAREBESİ

Mustafa Kemal Atatürk

Mustafa Kemal Atatürk

Sakarya Muharebeleri sırasında İstanbul’daki Müttefik orduları başkumandanlığı 20 Ağustostan başlayıp 13 Eylül gününe kadar Türk ordusunun sırlarını ayrıntılarıyla ele geçirmişti. Batı Ordusunda Türk kuvvetlerine verilen günlük emirler, Türk birliklerinin harekâtı, Batı cephesi kumandanlığının tutumu vs. geceli gündüzlü, saati saatine, İstanbul’da İşgal Orduları Komutanı General Haringtona iletilmişti. Türkiye için bir ölüm kalım savaşı denebilecek olan Sakarya Meydan Muharebesi boyunca, en gizli askeri sırların dahi nasıl olup ta karşı tarafın eline geçtiği oldukça düşündürücüdür. İngilizlerin Türkiye’deki casusluk teşkilatı elemanları çoğunlukla “Kara Cumbo/Black Jumbo” adı ile anılmaktadır. Kara Cumbo çok faaldi, şaşılacak derecede gizli haberler alabiliyor, Meclis’in gizli oturumlarına ve Ordu içine sızabiliyordu(1). Bu nedenle tehlike dıştan olduğu kadar içten (özellikle İstanbul Hükümeti ve Saltanat taraftarlarından) da gelebiliyordu.
Sakarya’dan sonra İngiliz devlet adamları özellikle Lloyd George, Lord Curzon, İstanbul’daki (büyükelçi olarak tanımlayabileceğimiz) İngiliz Yüksek Komiseri Sir H.Rumbold, onun birinci çevirmeni Ryan, İngiltere’nin İzmir Başkonsolosu Sir H. Lamb ve Atina Elçiliği mensupları iflah olmaz bir Türk düşmanlığı, Yunan taraftarlığı içinde, her olayı Yunanlılar lehine yorumlamaya ve dış dünyaya kabul ettirmeye hazırdılar. Bu kişiler General Harington’u da etkileyecek ve her türlü sulhçu çözüme imkan verdirmeyeceklerdir.
20 Ekim 1921’de Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması bu nedenle Londra’da tam anlamıyla şok etkisi yarattı ve Londra ile Paris arasında 10 Aralık 1921 tarihine kadar karşılıklı üç notanın verilmesine(2) sebebiyet verdi. Fransa’nın Türk yanlısı gibi görünen bir tutum alması üzerine İngiltere, Yunanistan’a desteğini sonuna kadar arttırarak sürdürmeye devam edecektir. Askeri ve politik uzmanların yaptıkları durum muhakemesine göre, Anadolu’da artık Yunanlıların taarruz gücü yoktur, ancak işgalleri altındaki 100-150.000 km²’den fazla sahayı savunma güç ve kapasitesine sahiptirler. Türkler de Yunanlılara karşı saldırı yapabilecek güçte değildirler. Bu durumda bir çözüm bulununcaya kadar “mevcut durumun devamı” en iyi çözüm yolu olarak görülmektedir. Bu nedenle hem Fransa’nın barış görüşmelerine başlanması çağrılarını duymazlıktan gelecek, hem de İstanbul’un barışçı yaklaşımlarını geri çevireceklerdir(3). Bu arada Sultanın İngiliz komiserine 25 Mart 1922 tarihinde yaptığı teklifteki şu ifadeler ibret vericidir:
“İngiltere ile Türkiye arasında bir anlaşma akdedilecektir. Anlaşma gereğince Türkiye, bütün ulusların yararına tarafsız olarak Boğazların serbestîsinin korunmasını İngiltere’ye tevdi edecektir. İngiltere bu amaçla kendi askerlerini ya da Türk Jandarmasını kullanabilecektir. Türk hükümeti Türk Jandarmasını İngiltere’nin emrine verecektir. Hatta Boğazların serbestîsini korumak için gerekli toprak şeridinin idaresi İngiltere’nin eline verilecektir.
Sultan, böyle bir anlaşmanın Doğu Trakya ile Edirne’nin Türkiye’ye geri verilmesine karşı itirazı ortadan kaldıracağını düşünmektedir, zira bütün uluslar adına Boğazların koruyuculuğu İngiltere’ye verileceğinden gelecekte korkulacak bir şey olmayacaktır. Böyle bir anlaşma, İngiltere’nin Hilafete düşman olduğu ve Türkiye’yi yıkmak istediği yolunda Hindistan’da ve sair yerlerde yaygın olan kanaati hemen ve ebediyen yıkacaktır. Anlaşma aksi fikrin parlak bir kanıtı olacak ve İngiltere’nin hilafetin hamisi (protector) ve şeriki (associate) olduğunu İslam dünyasına beyan edecektir..”(4). İşin en ilginç yönü de bu teklifin; Sultan ve Sadarazam’ı İstanbul’dan atıp yerine Yeni Bizans Kralı ve Kraliçesi olarak yunan Kraliyet Ailesini getirmek için büyük çabalar harcayan kişilere yapılmasıdır. Teklifin reddedildiğini söylememiz zannederim gereksiz olacaktır.
Bu faaliyetlerin en önemli etkisi Mecliste kendini gösteriyordu. İngiltere’nin “Türk ordusu Saldıramaz” yorumu muhalif kanadı çok etkilemiş gibi idi. Mecliste sık sık Türk Ordusunun güçsüzlüğünden, bir saldırı yapamayacağından bahsediliyor, savaşsız bir sonuca gitmenin şart olduğu görüşü yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu. İngilizlerin ve İstanbul’un bu tartışmaların arkasında olmadığını iddia etmek mümkün değildi. Mustafa Kemal durumu şu sözlerle açıklamaktadır:
“Baylar, Mecliste orduya karşı da bir akım yaratılmıştı. Diyorlardı ki “Sakarya savaşından sonra aylar geçtiği halde ordu niçin saldırıya geçmiyor? Ne olursa olsun saldırıya geçmelidir! Hiç olmazsa dar, belli bir cephede bir saldırı yapılmalıdır ki, ordumuzun saldırı gücü olup olmadığı anlaşılsın!” Bu akıma karşı koyduk.. Muhaliflerin sonradan ortaya çıkan kanısı, ordumuzun saldırı gücü kazanamayacağı noktasında toplandı. Bunun üzerine saldırı biçimini değiştirerek başka bir iddiayı ortaya attılar. “Bizim gerçek düşmanımız Yunanlılar ve Yunan Ordusu değildir. Aslına bakılırsa, Yunan ordusunu bütünüyle yensek de bununla iş bitmez. İtilaf Devletlerini, özellikle İngilizleri de yenmek gerekir. Onun için, Yunan ordusu karşısında az bir kuvvet bırakmak, asıl orduyu Irak kuzey sınırına yığıp İngilizlere saldırmak gerekir. Savaş yoluyla amacımıza erişmek istiyorsak yapılacak iş budur.
Baylar, böylesine anlamsız ve mantıksız görüşlere değer vermedik. Bunun üzerine yeni bir propaganda çıkardılar. “Nereye gidiyoruz? Bizi kim nereye sürüklüyor? Karanlıklara koskoca bir ulus belirsiz, karanlık amaçlara akılsızca sürüklenir mi?”
Bu propaganda, Meclisten, Ankara siyasi çevrelerinden Ordu birliklerine dek ulaştırıldı. Bu karıştırıcı propaganda her araçtan istifade ile Orduya yayılmaya çalışılıyordu.
Rauf Bey, sık sık ve gizlice “Hiç olmazsa gerçek durumuna bana söyle. Ordu ne durumdadır? Gerçekten saldırıya geçemeyecek mi?” diye soruyordu”(5).
Fevzi (Çakmak) Paşanın o dönemle ilgili anıları da şöyledir: “Düşmana kuvvetimizi göstermeden hakkımızı tanıtmamız imkânı yoktu. Yunanlılar İngilizler tarafından adamakıllı şımartılmışlardı. İstanbul’un sözde Halifesi, Mısır Hidivliğinin sefil salahiyetlerini kabule bile hazırlanmış bir uşak namzedi idi. Bu vaziyette, onun tarafından idama mahkûm edilmiş bulunan bizler, mücadele meydanında ciddi bir kuvvet, ciddi bir varlık olduğumuzu göstermeden, İngilizlere sözümüzü nasıl dinletebilirdik.”(6). Burada Fevzi Paşanın şahsında Türk subayının ruh haline dikkati çekmek istiyoruz. İngilizler, Yunanlılar, Sultan, Bolşevikler, Muhalefet her kesimin söz dinlemesini bekledikleri Mustafa Kemal ve arkadaşları, hepsine üstün gelmek ve ancak o şekilde söz anlatmak mecburiyetinde olduklarının bilincindeydiler.
Olumsuz propaganda faaliyetleri şiddetini artırınca Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden (günümüzde dahi etkinliğini sürdürebilecek) şu ibret verici konuşmayı yapmıştır.
“Baylar bilirsiniz ki Mecliste bu dönemde en çok olumsuz ve karamsar görünenler, bir zamanlar Türk ulusunun kendi kendine bağımsızlığını elde edemeyeceği kanısını ortaya atmış kişilerdir. Şunun bunun güdümünü istemekte direnenlerdir… Baylar, maddesel ve özellikle ruhsal çöküş, korkuyla, güçsüzlükle başlar. Aciz ve korkak insanlar, herhangi bir yıkım karşısında ulusun da duraksamasına ve çekingen bir duruma gelmesine yol açarlar. Acizlik ve duraksamada öylesine ileri giderler ki; “Biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza olanak yoktur. Biz varlığımızı sınırsız ve koşulsuz olarak bir yabancının eline bırakalım” derler.
Şimdi Baylar, düşmana saldırmak için verilmiş olan kesin kararımızı uygulamaya başlamadan önce, tam üç aracın hazırlığının yeter ölçüde olduğunu görmek istiyorum. Bunlardan birincisi, en önemli ve temel olanı; doğrudan doğruya ulusun varlığı ve bağımsızlığı için gönlünde, vicdanında beliren ve gelişen istek ve dileklerin sağlamlığıdır. İkinci araç, ulus adına iş gören Meclisin, ulusal isteği belirmekte ve bunun gereklerini, inanarak uygulamakta göstereceği direnç, dayanışma ve yiğitliktir. Üçüncü araç, ulusun silahlı yavrularından meydan gelip düşman karşısında çıkarılmış bulunan ordumuzdur(7).”
Ordu beklenen (daha doğrusu beklenmeyen) taarruzuna işte bu baskılı ortam içinde başladı. Saldırı ve hazırlıklar büyük bir gizlilik içinde yapılmış, Türk halkının tam bir disiplin içinde ve genellikle gece yaptığı intikallerle, başta (Meclisteki yanlıları ile) İngilizlerin Black Jumbosu olmak üzere bütün istihbarat örgütleri atlatılmıştır. Türklerin saldıramayacağından emin olan Yunanlılar, kendilerinin çekilmeye mecbur edilmeleri halinde Batı Anadolu’da Yunan hâkimiyetini devam ettirmek amacıyla; İzmir-Balıkesir arasında (30 Temmuz 1922) günü “İyonya” adında yeni bir devlet kurarken; Trakya’daki tümenleri ile İstanbul üzerine yürüme hazırlığı yapıyordu. Yunanlılar bu hazırlık içinde iken İngiliz Başbakanı Llyod George 4 Ağustos 1922 günü Avam kamarasında yaptığı konuşmasında Yunanlılara şu sözlerle büyük destek veriyordu.
“Yunan ordusu, mevziimizi boşaltamayız ve antlaşmada kendilerini koruyacak ne gibi hükümler bulunduğunu öğreninceye kadar halkımızı arkamızda terk edemeyiz dedi. Bu mantıksız değildi.. Ne olursa olsun Anadolu’nun bu bölgesindeki azınlıkları etkili bir şekilde korumak gerekmektedir. Bu güvencelerle Ankara’nın sözünü kastetmiyorum. Bu söz Ermenistan için de verilmişti. Neye yaradı? Tek Ermeninin ve Rumun hayatını kurtarmadı. Himaye, bu bilinen bölgedeki hükümetin anayasası biçiminde ve etkisinde, yeterli bir himaye olmalıdır”(8). İngiltere Başbakanının ağzından çıkan bu sözlerle, İngilizler kurulmakta olan İyonya Devletini tanımış oluyor, Yunanlıların İstanbul’u işgal etme hazırlıkları üzerine de İstanbul’daki Müttefik orduları Başkomutan General Harington “Yunanlıların İstanbul’u işgal etmeleri halinde Sultanın şahsının himaye edilip edilmeyeceğini” soruyordu. İstanbul’a Yunan Kralı, daha doğrusu İmparator Konstantin gelmek üzere idi(9).
Mustafa Kemal çok süratli bir imha planı uygulamak zorunda idi. Böylelikle hem düşmanın bir başka savunma mevziinde direnmesine imkân vermeden imhasını sağlamak, hem Batı Anadolu’nun yakılıp-yıkılmasını önlemek ve hem de Yunanistan’ın arkasındaki batılı müttefiklerinin müdahalesine meydan vermeden sonuç almak mümkün olmalıydı. Birtakım itirazlara rağmen, hazırlanan plan aman vermeden uygulandı. Mustafa Kemal Başkomutanlık Karargâhı diye bir yerde sabit kalmadı, daima en ileri hatlara yakın bulundu ve sonuçlara süratle ulaştı.(10)
Türk ve Yunan Ordularının mevcudu 200.000’in üzerinde idi. 26 Ağustos sabahı saat 0530’da başlayan Türk taarruzu 5 gün devam eden muharebeler sonunda 30 Ağustos günü Yunan Ordusunun tamamen kuşatılıp imha edilmesiyle sonuçlandı. Kaçabilenler Uşak, Kütahya, Bursa istikametlerinde, her tarafı yaka yıka çekilirken Türk Başkomutanlığı 31 Ağustos–1 Eylül günü Ordulara ünlü “Hedefiniz Akdenizdir” emrini yayınladı. Ordular Yunan Ordusunu takip ederken 2 Eylül günü Yunan Ordusu Başkomutanı general Trikopis ve arkadaşlarını esir aldılar.(11) Trikopis huzuruna getirildiğinde Mustafa Kemal büyük bir centilmenlik örneği verdi ve yenik komutana elini uzatarak “ Yorulmuş olmalısınız komutan buyrun oturalım diyerek yanına oturttu ve Türk törelerine uygun olarak kahve ısmarladı ve hep birlikte geçmiş savaşın değerlendirmesini yaptılar. Konuşmalarının sonunda Mustafa Kemal : “ Harp bir şans oyunudur general. Siz bir asker ve komutan olarak elinizden geleni yaptınız, ancak bu sefer şansınız yoktu” sözleri ile üzgün komutanı teselli etmiştir.
O günlerle ilgili Fevzi Paşanın bir anısı da şöyledir:
“Orduyu, Mustafa Kemal’le beraber Afyon’dan İzmir’e kadar adım adım takip ettik. O yolda bazen buğday, bazen de üzüm çuvalları üzerinde ikişer saat kestirerek geçirdiğimiz geceleri hatırlıyorum. Hatta bu saatlerden birisinde, üzerine uzandığı çuvalın deliğinden aldığı bir avuç üzümü ağzına atmadan evvel Mustafa Kemal Paşanın gülerek;
– Paşam, şu hayatın cilvesine bak, aslanlık edelim derken, farelere döndük, çuval deliğinden üzüm çalışıyoruz! Dediğini o yolculuğumuzun en şirin nüktelerinden biri olarak hatırlıyorum”.(12)
İngilizler durumu ancak 2 Eylülde anlayabildilerse de Mütareke teşebbüsüne 7 Eylül günü geçebildiler. İstanbul Hükümeti, Büyük Taarruzun nedenlerini kavrayamadığını ileri sürüyor, üzülüyordu. Padişahın bendeleri, Büyük Taarruzun yakında yapılması planlanan Venedik Konferansını altüst edebileceğini düşünüyorlardı. Böyle bir konferans hazırlanırken, saldırıya kalkışmanın zamanı mıydı? Mustafa Kemalde hiç mi “takt” (yerinde davranma) yok(13) diyorlar ve yandaş basına bu konuda demeçler veriyorlardı.

DİPNOTLAR:

(1) Bilal N.Şimşir : İngiliz Belgeleri İle Sakaryadan İzmire s. 155, 156, 331 (Ankara-1989)
(2) Aynı Eser, s.206-212
(3) Aynı Eser,s.276-291
(4) Aynı Eser, , s.280-290
(5) Atatürk :Söylev-II, s.465-466 (Türk Dil Kurumu, Ankara-1978)
(6) 30 Ağustos Hatıraları, s.22 (Sel yayınları, İstanbul-1955)
(7) Söylev-II, s.467, 468; Atatürk’ün Gizli Oturumlarda Konuşmaları, s.241-244 (TTK Ankara-1975)
(8) Sakaryadan İzmire,s.310
(9) Aynı Eser , s.310-311
(10) 30 Ağustos Hatıraları, s.32, 33
(11) Celal Erikan : Komutan Atatürk, s.826 (T.İş Bankası Ankara-1972)
(12) 30 Ağustos Hatıraları , s.24 (Mareşal F. Çakmak’ın Anıları)
(13) Sakarya’dan İzmir’, s.341, 342
(14) Halide Edip Adıvar : Türkün Ateşle İmtihanı, Kurtuluş Savaşı Anıları s.227 (İstanbul-1987)

Exit mobile version