Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu TİSK’in yayın organı olan İşveren Dergisi’nin son sayısında (Haziran 2013) Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerindeki son durum hakkında bir değerlendirme yazım yer aldı.
Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri: Bir Çıkmaz Sokak kitabım ile eş zamanlı olarak yayınlanan değerlendirmemden kısa bir özeti bugün sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu kapsamda yeni yayınlanan kitabımı göndermiş olduğum Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, 22 Temmuz tarihinde şahsıma göndermiş olduğu mektupta, ülkemizin AB’ye üyelik hedefine çalışmalarım ile verdiğim destek dolayısıyla beni tebrik etmiştir.
Kendilerine bu vesileyle teşekkür ederim.
Uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkilerde ülkelerin birbirlerini nasıl algıladıkları çok önemlidir.
Bu algı, tarafların karşılıklı olarak tarihsel imaj ve kültürel birikimlerin etkisinden geçerek oluşur. Günümüzün küresel dünyasında algılar hızla değişebilmektedir. Tarafların eylemleri algıları doğurduğu için eylem değişince algı da değişebilir. Bu durum, Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinde açık bir şekilde görülmektedir.
Türkiye’nin Avrupalılığı konusunda süregelen tartışmalar yeni değildir.
Bu olgu son 150 yıldır Avrupa’da devam etmektedir. 30 Mart 1856 tarihinde Rusya ile Kırım Savaşı’nı kazanan Osmanlı İmparatorluğu, Birleşik Krallık ve Fransa arasında Paris Barış Anlaşması’nı imzalanmıştır.
Bu Anlaşma’nın en önemli maddelerinden biri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi olarak kabul edilmesidir.
Aradan 157 yıl geçmesine rağmen, Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığını bazı Avrupalılar tartışmaya devam etmektedir.
Lucius Annaeus Seneca, “Hangi kapıya yöneldiğini bilmeyen hiçbir zaman uygun esen rüzgarı bulamaz ” demiştir.
Türkiye bu rüzgarı yakalamak için neredeyse iki asırdır çaba harcamaktadır. Büyük Önder Atatürk’ün ifade ettiği gibi Türkler, Batı’ya yönelmiş bir millettir.
Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde bu konudaki tercihini şöyle açıklamıştır: “Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir?”
Büyük Önder 1923 yılında “Yüzyıllardan beri düşmanlarımız, Avrupa kavimleri arasında Türklere karşı kin ve düşmanlık fikirleri aşılamışlardır. Batı fikirlerine yerleşmiş olan bu fikirler, özel bir anlayış yaratmışlardır. Bu zihniyet hâlâ vardır. Avrupa’da hâlâ Türkün her türlü gelişmeye, ilerlemeye düşman bir adam olduğu sanılmaktadır. Bu büyük bir yanılgıdır” derken çok haklıdır.
Dışişleri eski Bakanı ve TBMM eski Başkanı Hikmet Çetin İktisadi Kalkınma Vakfı’nda 7 Mayıs 2013 tarihinde verdiği konferansta, Ankara Anlaşması’nın 1963 yılında imzalanmasında Başbakan olan İsmet İnönü’nün TBMM’de yaptığı konuşmasında, “Bugün imzaladığımız anlaşma bizi sonsuza dek bağlamıştır. Bu birlik tarihi ve coğrafi gereklere dayanır” dediğini söylemiştir.
Türkiye değişirken Batı’nın Türk dış politikası algısı da değişmektedir.
NATO üyeliğinden sonra Türkiye, Batı Dünyası’nın önemli bir müttefiki olarak algılanmıştır. Son yıllarda Türkiye’nin dış politikada belli ilkeler belirleyerek bunları uygulamaya koyması, ABD ve Avrupa Birliği’nde farklı değerlendirmelere yol açmıştır.
Bu gelişmeler, Türkiye’de eksen kayması olduğu ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden uzaklaştığı anlamına gelmemektedir.
Çünkü, 1958 yılında Roma Anlaşması ile o zamanki ismiyle Avrupa Ekonomik Topluluğu kurulduktan sonra kurulan 38 Cumhuriyet hükümetinin ikisi hariç tamamında Avrupa Birliği ile bütünleşme hedefi vardır.
Türkiye’yi AET’ye “ortak üye” yapan, taraflar arasında bir gümrük birliğine dayanan ve ileride tam üyeliği öngören 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Anlaşması, Roma Anlaşması’nın 238’nci maddesine dayanmakta, Türkiye-Topluluk ortaklığının temel ilkelerini belirlemektedir.
AET Komisyonu’nun ilk Başkanı Alman Profesör Walter Hallstein, Ankara Anlaşması’nın imzalanması dolayısıyla Ankara’daki törende yaptığı konuşmada, “belli bir geçiş döneminden sonra Türkiye’nin AET’ye tam üye olarak kabul edilmesi gerektiği”ni özellikle vurgulamıştır.
Ankara Anlaşması’nın 28’nci maddesi, Türkiye’nin Roma Anlaşması’ndan doğan yükümlülüklerinin tamamının üstlenebileceği bir duruma geldiğini göstermesi durumunda, akit tarafların “tam üyeliği” görüşebileceğini öngörmüştür.
Son dönem, 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol’deki yükümlülüklerin Türkiye tarafından takvime uygun olarak yerine getirilmesiyle 1 Ocak 1996 tarihinde başlamıştır.
Son dönem, hiçbir zaman sonsuz dönem olmamalıdır.
Çünkü her başlangıcın bir sonu vardır. Katma Protokol, Ankara Anlaşması’nın 4’ncü, Geçici Protokol’ün 1’nci maddesine dayanılarak hazırlanmış bir Ön Katılım Anlaşması’dır.
Türkiye’nin AB üyeliği uluslararası hukuk açısından bir “ahdi yükümlülük” olmasına rağmen Kasım 2005’te Almanya’da iktidara gelen Şansölye Angela Merkel’in Türkiye için “imtiyazlı bir ortaklığı” önermesi ve ardından da Mayıs 2007’de Fransa’da Cumhurbaşkanı seçilen Nicolas Sarkozy tarafından da imtiyazlı ortaklığın önce seçim kampanyası sırasında sonra da Cumhurbaşkanlığı görevinde gündeme getirilmesi, Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin üyeliğine verilen desteğin düşmesinde önemli rol oynamıştır.
Merkel ve geçmişte Sarkozy, uluslararası hukukta geçerli olan “ahde vefa” (pacta sund servanda) kuralını yok saymışlardır. Sarkozy artık iktidarda değildir ama yeni Fransa Cumhurbaşkanı Hollande da Türkiye’nin müzakere sürecindeki vetoları henüz kaldırmamıştır. X
Ankara Anlaşması ve Katma Protokol’de, “imtiyazlı ortaklık“ şeklinde bir tanımlama yoktur.
Topluluk hukukunda olmayan bir statüyü Merkel Türkiye’ye zorla kabul ettiremez. Türkiye zaten AB ile gümrük birliğini gerçekleştirdiği için bir anlamda “imtiyazlı ortak” statüsündedir. AB’ye sonradan katılan ülkeler arasında Yunanistan hariç hiçbiri önce gümrük birliğine girerek üye olmamıştır.
Hıristiyan Demokrat Birlik ile Bavyera Hıristiyan Sosyal Birlik Partileri’nden oluşan Hıristiyan Birlik, 2004 yılında Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin olarak aldığı “İmtiyazlı Ortaklık: Türkiye İçin Avrupa Perspektifi” kararında, 2004 yılındaki genişleme sürecinin AB için sıkıntılı olduğu, bu sebeple Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık teklif edilmesi gerektiği açıklanmıştır.
Bu kapsamda dış politika, güvenlik, sivil toplum, çevre, eğitim, sağlık gibi konularda Türkiye ile işbirliği geliştirilerek derinleştirilecek, Türkiye AB’nin kurumlarında temsil edilmeyecek, Türk vatandaşları AB içerisinde serbest dolaşım özgürlüğünden mahrum kalacaktır.
Aslında AB mevzuatına aykırı bir şekilde Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık statüsü verilmesi söz konusu olacak olursa, Lizbon ve Ankara Anlaşmaları ile Katma Protokol’ün değiştirilmesi bir hukuki zorunluluk olarak ortaya çıkar.
Daha da önemlisi, o zaman rahmetli İsmet İnönü’nün dediği gibi “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orda yerini alır.”
Türkiye’nin adaylığının devamlı sorgulanışı, Türkiye’de AB hakkındaki önyargıları güçlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Avrupa Birliği üyeliğinin AB hükümetleri ve de üye ülke vatandaşları arasında bölünmelere yol açan konulardan biri olarak ortaya çıkması, hem AB ve hem de Türkiye açısından ilişkileri kopma noktasına getirmektedir.
Nitekim Başbakan Erdoğan bu duruma tepki olarak Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğinden söz edebilmektedir.
Türkiye’ye karşı uygulanan bir çifte standart olan Bobon kriterleri sebebiyle Türk kamuoyunda AB’ye verilen destek daha da düşerse, ileride bazı alternatifler gündeme gelebilecektir.
Çünkü, kamuoyu desteği olmadan Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir hükümet AB’ye üyelik konusunda istekli olmayacak, bu durumda Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler zayıflayacak ve Türkiye’de bir eksen kayması bu durumda olabilecektir.
Avrupa Birliği’nden kaynaklanan olumsuz gelişmeler, Türkiye’de AB’ye güvenin düşmesine yol açmıştır. Insight Turkey dergisinin yıllık konferanslarının üçüncüsü “Türkiye ve AB: Kopuş mu?” başlığıyla Brüksel’de Mart 2013 tarihinde gerçekleştirilmiştir.
Konferansta konuşan Thomas Diez Avrupa kamuoyunun Türkiye ile İslam kavramlarını aynı çerçevede değerlendirdiği için Türkiye’nin üyeliğine karşı çıktığını, bu durumun da siyasetçilerin Türkiye’nin üyeliğine yönelik yaklaşımlarını etkilediğini açıklamıştır.
Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin üyeliğini destekleyen az sayıda devlet adamından biri olan Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakereleri başlattığı 3 Ekim 2005 tarihinde Avusturyalıların direnişini kıran İşçi Patisi milletvekili ve dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw, 2013 yılında yayınlanan 456 sayfalık kitabının (Last Man Standing: Memoirs of a Political Survivor) 18’nci bölümünü “Avrupa Birliği ve Türkiye”ye ayırmıştır.
Hasta Adam Karşılık Veriyor: Avrupa ve Türkiye başlıklı bölümde Straw , müzakere sürecinin başlamasından bu yana, Angela Merkel ve Nicolas Sarkozy gibi Avrupalı siyasetçilerin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıktığını hatırlatarak bu iki siyasetçinin Türkiye’nin üyeliğini arzulamamasını, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olmasına bağlamaktadır.
Türkiye AB ilişkilerinin gelişmesinin önündeki en büyük engel Kıbrıs’tır.
Bir zamanlar eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın ifade ettiği gibi AB üyeliğinin yolu Diyarbakır’dan geçmemektedir.
Mesut Yılmaz, 16 Aralık 1999 tarihinde Başbakan Yardımcısı olarak gittiği Diyarbakır´da “Avrupa Birliği´ne üyeliğimize giden yolun Diyarbakır´dan geçtiğine inanıyorum” demişti.
Kıbrıs sorunu çözülmeden Türkiye’nin AB üyesi olması mümkün değildir.
Çünkü, Türkiye 2012 Yılı İlerleme Raporu’nda bu durum açık bir şekilde ortaya konmuştur: “Konsey ve Komisyon’un müteaddit çağrılarına rağmen, Türkiye, Avrupa Topluluğu ve Topluluğa üye devletler tarafından 21 Eylül 2005’de yapılan deklarasyonda ve Aralık 2006 ile Aralık 2010 tarihli olanlar da dâhil, Zirve sonuçlarında belirtilen yükümlülüklerini hâlâ yerine getirmemiştir.” (s.35-36)
Türkiye 35 başlığın müzakere sürecini tamamlasa da, AB üyeliği garanti değildir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Fransa ve muhtemelen Almanya Türkiye’nin üyeliğini veto edebilir. Ayrıca Avrupa Parlamentosu da Türkiye’nin üyeliğine onay vermeyebilir.
Almanya, Türkiye AB üyesi olduğunda AB’deki oylamalardaki etkinliğini kaybedecektir.
Yapılan bir araştırmada, Türkiye’nin AB üyesi olması durumunda oylama gücü indeksinde en çok düşüş yüzde 17,62 ile Almanya’ da olmuştur. Diğer bir deyişle Türkiye’nin AB’ ye katılması olumsuz yönde en çok Almanya’yı etkilemiştir.
Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan liderler, tıpkı yıkılan Berlin Duvarı’nın altında kalan komünist liderler gibi, büyük bir fırsatı kaçıracaklardır. Bu liderleri gelecek nesiller, Avrupa bütünleşmesine engel olan kişiler olarak anacaklardır.
Türkiye için zaman zaman “Batıya giden gemide Doğuya koşan ülke” benzetmesi de yapılmıştır ama bunun doğru olmadığı Türkiye’nin üye olduğu Avrupalı ekonomik, askeri ve siyasi kuruluşlar tarafından ispatlanmıştır.
Türkiye’nin AB’ye ortak üyelik için yaptığı başvurusunun (31.07.1959) üzerinden 54, 14 Nisan 1987 tarihinde o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu üzerinden 26, gümrük birliğinin gerçekleşmesinin (31.12.1995) üzerinden 17, adaylık statüsü kazanmasının (12.12.1999) üzerinden 14, müzakerelerin başlamasının (3 Ekim 2005) üzerinden 8 yıl geçmiştir.
3 Ekim 2005 tarihinde başlayan AB ile olan katılım müzakerelerinde bir arpa boyu yol alınamaması, 35 başlıktan sadece 13 başlığın açılıp, sadece birinin geçici kapatılması, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile Fransa’nın toplamda 13 başlığı dondurması, Türkiye’nin AB’ye girme umudunu neredeyse söndürmüştür.
Türkiye, Paris Anlaşması’ndan bu yana yüzünü döndüğü Batı dünyasından kopmayacak, genişleme sürecinde hiçbir aday ülkeye uygulanmayan çifte standartlara bir süre daha tahammül ederek doğru bildiği yolda ilerlemeye devam edecektir.
AB 2014-2020 bütçe döneminde, Türkiye’nin üyeliğini dikkate alan bir bütçe planlaması yapılmamış olması, Avrupalıların Türkiye’yi 2014-2020 yıllarında üye olarak görmediğini ortaya koymaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100’ncü yılı olan 2023’ün Türkiye’ye üyelik tarihi olarak belirlenmesi, Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin üyeliğine yaklaşımını ortaya koyması bakımından bir mihenk taşıdır.
Yazıları posta kutunda oku