Hoca Kemal ya da Şah İsmail kimdir?

Çok değerli okurlarımdan bazıları, “Hz. Ali, Yavuz Sultan Selimi Mekke’ye davet etmiştir” başlıklı yazım sebebiyle bana sitemde bulunmuşlar. İçlerinde Yavuz Sultan Selim’i kutsadığımı ve aslında Yavuz’un Alevi Türkmenlere karşı katliam yaptığını, dolayısıyla böyle bir yazının bana yakışmadığını söyleyenler var. Kim bilir belki de haklılar. Çünkü ben, bugüne kadar yazılarımda Alevi vatandaşlarımızın temel isteklerini savunmuş ve onların bu taleplerinin haklı olduğunu açık açık dile getirmiş bir Sünni yazarım. En başta da cem evlerine ibadethane statüsü verilmesini, Aleviliğin okullarda öğretilmesini, Aleviliğin ne olup ne olmadığı konusunda karar verecek olanların yine Aleviler olduğunu, hatta Alevilerin Diyanette temsil edilmesini de savundum durdum bugüne kadar. Dolayısıyla; Yavuz Sultan Selim Han’dan hazzetmeyen bir kısım Alevi dostlar, benim hakkımda hafiften hayal kırıklığı yaşıyor gibiler. Oysa hayır; ben yine aynı noktadayım…

Ancak ne var ki; ben, olaylara ve kişilere mümkün olduğu kadar tarafsız bir gözle bakmaya çalışan birisiyim. İşte bu durum, benim, Yavuz Sultan Selim Han’ın hakkını teslim etmemi zorunlu kılmaktadır. Ayrıca benim “Türklük” ve “Milliyetçilik” anlayışım, Yavuz ile Şah İsmail’i, Mustafa Kemal Paşa ile de Enver Paşa’yı aynı anda kucaklayacak kadar kapsamlı bir anlayıştır. Kimin ne taksiratı varsa, varsın Allah’ı ile hesaplaşsın. Bunlardan bana ne? Ben sadece, bu insanların, Büyük Türk Milleti için hangi hizmetleri yaptıklarına ve millete karşı hangi kusuru işlediklerine bakarım. Kendi ölçeğinde bir düşünce adamı olarak benim görevim, orada biter. Bu isimler üzerinden yapılan kavganın tarafı olmak benim işim değildir.

Esasen ben, o yazımda “Daha doğrusu, Türk halkının muhayyilesindeki Yavuz Sultan Selim’i ön plana çıkarmak niyetini taşıyoruz.” diyerek, Yavuz Sultan Selim hakkında anlatılan rivayetlerin bir kısmının hayal mahsulü olabileceğini ifade etmiştim(1). Zaten istifade ettiğimiz kaynakta, Yavuz Sultan Selim Han ile aktardığımız rivayetlerin bulunduğu bölüm “Hak Dilinde, Destanlarda ve Efsanelerde Yavuz” başlığını taşımaktadır(2).

Ayrıca şurası muhakkaktır ki; “Nizâm-ı Âlem” için kardeş katlinin bile vacip kılındığı ve bu uğurda öz kardeşlerin kurban edildiği bir siyasal sistemin cari olduğu dönemlerde yaşanan olaylardan bahsediyoruz. Yavuz Sultan Selim’e gelince o, sırf “Nizâm-ı Âlem” için kardeşleri Alemşah, Mahmut, Şahenşah, Korkut ve Ahmet’i, ayrıca bazı yeğenlerini boğdurtmaktan çekinmemiştir ki; Kemal Paşazade’nin dediğine göre, Korkut ve Ahmet dışındakilerden ikisi tıfıl yaşlarda idiler(3). Nizâm-ı Âlem için, kardeş ve yakın akraba katlini bile caiz gören anlayışa göre; bir kafeste iki aslan, bir kında iki kılıç olmaz. Kemal Paşa-zade, bu hususu bir kıtasında şöyle belirtir:

“Çü şeh başdır memleket ana ten,
Yaraşmaz iki başlı olmak beden,
Sığar bir kilim içre on gedâ(derviş),
Bir kilime sığmaz iki pâdişâ”(4).

Yavuz Sultan Selim’in belki de ağlayarak ve kahrederek uyguladığı kanun, aslında dedesi Fatih Sultan Mehmet tarafından çıkarılmıştır ki; kanun metni şöyledir: “Evlâdımdan her kime saltanat müyesser olursa, nizam-ı alem için diğer karındaşlarını öldüre. Ekser-i ulemâ (dahi) buna izin vermiştir. Anunla âmil oluna” (5)

Dolayısıyla; nizamı alem için öz kardeşlerini bile katletmeyi gerekli gören bir siyasal sistem, yine aynı maksatla, sisteme isyan edenleri, devlete başkaldıranları ve bu maksatla yabancı güçlerle işbirliği yapanları bir şekilde bertaraf etmişse, bu tür eylemler sistem adına asla bir nakısa teşkil etmez. Bu tür eylemleri makul görmek lazım gelir. Ancak bu eylem, bazı insanları sırf inançlarından dolayı hedef almışsa, elbette kabul edilemez. Konumuz olan Yavuz Sultan Selim, eğer o dönemde sırf inançlarından dolayı Alevilere yönelik böyle bir hareket yapmışsa (ki; yaptığını iddia edenler de vardır), şu halde bunları kabul etme imkanı yoktur. Ancak ne var ki; tarihte yaşanmış olayları, o dönemin şartlarıyla değerlendirme zorunluluğumuz vardır. Aksi halde yanılgıya düşmüş oluruz.

Şah Hatâi

Tıpkı Yavuz Sultan Selim gibi aslen Türk olan Şah İsmail, halk şiirimizde daha çok Şah Hatâi olarak bilinmektedir. Onun bu mahlasla ve arı duru Türkçe ve hece vezniyle yazmış olduğu şiirler, asırlardır ozanlarımızın dilinde çalınır söylenir. Harika deyişleri vardır. Şahsen ben de, Halk Şiiri ve Türk Halk Müziği aşığı bir kişi olarak Şah Hatâi’nin şiirlerini seven birisiyim. Örneğin TRT repertuarında da bulunmakla sık sık söylenen ve sözleri Şah İsmail’e ait olan şu Türkü’yü çok güzeldir:

Ezel bahar olmayınca,
Kırmızı gül bitmez imiş,
Kırmızı gül bitmeyince,
Sefil bülbül ötmez imiş.

Şah Hatâi’m ölmeyince,
Tenim turap olmayınca,
Dost dosttan ayrılmayınca,
Dost kadrini bilmez imiş.

Yavuz Gaddardı da Şah İsmail Farklı mıydı?

Şah İsmail’in, Şah Hatâi mahlasıyla yazmış olduğu işte bu tür şiirlerine bakılınca, karşımızda sırf bir gönül ve inanç adamı olduğunu görürüz. Çünkü şiirlerinde Allah inancı, Hz. Ali kadar Hz. Muhammed sevgisi de vardır Şah İsmail’in(6).

Ancak gelin görün ki; Yavuz Sultan Selim’e kıyasla “Gönül Adamı” olarak tanıtılmaya çalışılan Şah İsmail’in bir de görünmeyen gaddar yanı ve kanlı bir iktidar mücadelesi vardır! Onun bu yönü üzerinde duranlar için, yazmış olduğu Türkçe şiirler tamamıyla siyasi propaganda amaçlıdır ve özellikle Anadolu Türklüğü’nü kendi yanına çekmek amacıyla yazılmıştır! Örneğin 1468-1536 yılları arasında yaşamış olmakla Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail döneminde yaşanan olaylara yakından tanık olan büyük alim Kemal Paşazâde, namı diğer İbn-i Kemal böyle düşünenlerden birisidir.

Kemal Paşazâde’nin tarihçi olmasının yanı sıra aynı zamanda bir Fakih (hukukçu), Müfessir ve Kelamcı olduğu, Kanuni döneminde 8 yıl süreyle (1526-1534) Şeyhülislamlık yaptığı dikkate alındığında(7); onun Şah İsmail hakkında söylediklerine kuşku ile bakılması gerektiği akla geliyorsa da, yine de söylediklerini dikkate almamızda fayda vardır. Çünkü İbn-i Kemal, en başta, Muhteşem Süleyman’a Şeyhülislamlık yapacak derecede cesur (doğruları çekinmeden söyleyebilen) ve dirayetli bir alimdir ki; Mısır Seferi dönüşünde atının ayağından sıçrayan çamur yanında yürüyen Yavuz Sultan Selim’in kaftanına sıçramış ve Yavuz, sırf İbn-i Kemal’e saygısından dolayı bu çamurlu kaftanın kabrinin üzerine örtülmesini vasiyet etmiştir. Yani İbn-i Kemal, her şeyden önce saygın bir alimdir ve o sebeple diğer konularda olduğu gibi Şah İsmail hakkında vermiş olduğu bilgilere de itibar etmekte fayda vardır.

Safeviler

Safeviler, başlangıçta İran’da Sünni bir tarikat olarak ortaya çıkmışlar ve bu sebeple Osmanlı yönetimi tarafından maddi açıdan sürekli desteklenmişlerdir. Osmanlı Sultanları, “Çarağ Akçesi” adı altında her sene bütçeden bu tarikat için tahsisatlar göndermişlerdir. Hatta bu tarikatı kuranların, Timur tarafından esir olarak Anadolu’dan götürülen Türkler olduğu bile söylenmektedir. Şeyh Safiyüddin tarafından kurulan tarikatın şeyhleri, sırasıyla Sadreddin, Sultan Hoca Ali, İbrahim, Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Şah İsmail’dir. Faruk Sümer’e göre; Safevi devletini kuranların çoğunluğu, Anadolu’dan giden Türklerdir(8).

Sürh-i Ser Ya da Kızılbaş

Safevilik, başlangıçta Sünni bir tarikat iken, Hoca Ali’nin döneminde aşırı şiiliğe dayalı siyasi bir akım haline gelmiş, Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar döneminde daha da kuvvetlenmiş, Şah İsmail döneminde ise Şiilik, halkının çoğunluğu Sünni olan İran’da halka zorla kabul ettirilmiştir. Şeyh Haydar, müritlerine 12 imamı temsilen 12 dilimli Kızıl Taç (Tâc-ı Haydarî) giydirdiği için, takipçilerine “Kızılbaş” yani “Sürh-i Ser” denilmiştir. Şeyh Cüneyd’den itibaren hanedan mensupları, Seyitlik iddiasında bulunarak kendilerinin Hz. Ali’nin soyundan geldiklerini iddia etmişlerdir.

Şah İsmail döneminde ise şahın etrafı, II. Bayezîd dönemindeki iç karışıklıklar ve taht kavgalarından kaynaklanan huzursuzluklar sebebiyle Anadolu’dan dalga dalga göç eden Ustaçlu Şamlu, Rumlu Anadolulu, Musullu, Tekelü, Bayburdlu, Çapanlu, Karamanlu, Dulkadirlü, Varsaklı Afşar, Kaçar ve Karacadağlı sofiler ve sipahilerle dolmuştur. Çünkü şahın Anadolu halkı üzerindeki tesiri fazla idi. “Onda varan beyler olurmuş” diye Anadolu yiğitleri, özellikle II. Bayezîd’in son günlerinde, Şah İsmail’e teveccüh etmişlerdir. Bu teveccüh, şairin dilinde “Türkler terk edip diyarlarını. Sattılar yok pahaya davarlarını” şeklinde hülasa edilmiştir(9).

Anlatılanlardan anlaşılması gereken şudur bence: Şah İsmail’in Osmanlı idaresindeki Anadolu topraklarında yaşayan bazı toplum kesimlerinin ilgilisini çekmesinin asıl sebebi, özelikle Sultan II. Bayezîd döneminde Anadolu’da yaşanan sosyal ve siyasal çalkantılar ise de, Şah İsmail’in kurmuş olduğu devletin, aslında Safevilik isimli tarikatı temel alması sebebiyle bu tarikata mensup müritlerin yoğun ilgisini çekmiş olması da bu konuda etkili olmuştur. Adı geçen hanedanın, kendilerini seyit ilan ederek, Hz. Ali soyundan geldiklerini iddia etmeleri ise bu ilgiyi daha da yoğunlaştırmıştır. O sırada Trabzon Valisi olan Yavuz Sultan Selim, coğrafi yakınlığın da vermiş olduğu kolaylıkla işte bütün bu olan bitenleri yakından gözlemleme imkanı bulmuş, dolayısıyla Anadolu halkını Osmanlı’ya karşı kışkırtıp yanına çeken Şah’ın faaliyetlerine karşı acilen tedbir alınması gerektiğine inanmıştır. Babasına karşı girişmiş olduğu iktidar mücadelesinin ve ona karşı gerçekleştirdiği askeri darbenin altında yatan sebep budur.

Adı Hoca Kemal iken Şah İsmail Oldu!

Kemal Paşazade’ye(İbn-i Kemal)göre;

“Şah İsmail: Mezhebini yaymak için her yolu deniyordu. Halifelere buğzetmede çok ileri gitmişlerdi. Mevlâna Sadettin Taftazâni evladından halkın son derece itibar ettiği Herât Şeyhülislamı’nı ve 60 adet talebesini kendisine tabi olmadıkları için anında katlettirdi. Şeyh Şahabettin evladını da aynı akıbete uğrattırdı. Şehitler mezarlığı olan mescitleri ve medreseleri yıktırdı. Ebu İshak Kâzeruni, Ebu Hanife-i Kûfi, Abdülkadir-i Gilânî, Şeyh Muhammed Sâbûnî-yi Hemedânî ve Kitab’ul Envar sahibi Mevlânâ Yusuf-ı Erdebilî’nin ve bunların nicelerinin mübarek mezarlarını ve türbelerini yıktırdı, yerle bir etti. Özetle söyleyecek olursak Şah İsmail’in Müslümanlara yaptığı kötülüğü Buhtu’n-Nasr-ı Gaddar, Kudüs halkına ve Firavun da İsrail oğullarına yapmadı. Onların zulmü dirilere idi, bu ölüleri de incitti. Kemiklerini mezarlarından çıkartıp hakaret etti. Asker çekip Erzincan’a geldi. Şah İsmail’in ceddi Safiyüddin’in Anadolu’da pek çok müritleri vardı. Bu sırada Sultan II. Bayezîd, İnebahtı, Motun ve Koran savaşı ile meşgul idi. Anadolu askeri bu savaşa gittiğinden memleketin her tarafı bomboştu. Bunu fırsat bilen Şah İsmail gelip buralarda atını oynatma fırsatı bulmuştu. Burada bir müddet kalarak yanına pek çok müridi toplandı. Ünü, şöhreti her tarafa yayıldı. Kendisi de buna güvenerek şımardı. Adı Hoca Kemal iken Şah İsmail oldu.

Tahta geçer geçmez Şirvan’a saldırdı. Orasını harap etti, Şirvan şahını diri diri şişe sancup (takıp) kebap etti! Azerbaycan Hakimi Hasan Han’ın kumandanı Mirza Yusuf Oğlu Mirza Elvend kuvvetleri ile karşılaştı bu savaşta 15 bin Türkmen askeri öldü. Arkasından Tebriz’e saldırdı, Akkoyunlulardan eline geçirdiğini acımadan öldürdü. Atasının intikamı için genç, ihtiyar, avrat ve oğlandan 40-50 bin Akkoyunlu’yu öldürdü. Buradan Irak’a inerek Kazvin, İsfahan, Kum, Kâşân, Rey, Hemedan, Semnan ve Damgan’ı zaptetti. Buralarda bulduğu Ehl-i Sünnet’e mensup kimseleri katledip, eski hanedanları yağma ve katl süpürgesi ile temizledi…”(10).

Kemalpaşazâde’nin vermiş olduğu ve bir kısmını yukarıya özetleyerek aktardığımız bilgilere bakılırsa; karşımızda “Şah Hatâi” isminde bir gönül adamı veya “Hoca Kemal” adında bir tarikat şeyhi değil, Şah İsmail adını taşıyan kan dökücü bir zorba bulunmaktadır ki; öldürdüğü on binlerce insanın hemen tamamı Müslüman’dır!

Kemalpaşaza’denin vermiş olduğu ilginç bilgilerden birisi de şudur: “Diyarbakır’ın eski hakimi Mirza Elvend idi. Onun vefatı ile tahta Sultan Yakup oğlu Mirza Murat geçmişti. Şah İsmail’in bu yaptıklarına dayanamayıp 30 bin kadar Türkmen askeri ile ona karşı geldi. Fakat yenilip Bağdat’a kaçtı. Şah İsmail, Tuğlu ve nakkareli Türkmen beylerinden 20 den fazlasının boynunu vurarak Fars vilayetine girdi…”(11). Yani dönem, 1500’lerin başıdır ve o tarihlerde bile Diyarbakır Türkmenler (Türkler) tarafından yönetilmektedir ve o tarihlerde Diyarbakır’da Kürtlerin siyasi otorite anlamında esamisi bile okunmamaktadır. Zira Uzun Hasan’ın 1478’de ölmesinden sonra oğulları arasında başlayan taht kavgaları Akkoyunlu Devleti’ni iyice zayıflatmış, 1500 yılında tahtın iki büyük varisi olan Murat’la Elvend ülkeyi ikiye bölmüşlerdi. Kura’dan güneydeki topraklar olan Karabağ, Kızılüzen nehrinden Diyarbakır’a kadar topraklar Elvend’e; Irak, Fars, Kirman ise Murat’a kalmıştı. Sonunda Akkoyunlu Devleti, Şah İsmail tarafından 1508’de tamamen ortadan kaldırılmıştır(12).

Özetle; Şah İsmail’in bilinmeyen bir icraatı da, 1500’lerin başında bile (1508’e kadar) Diyarbakır ve havalisini yöneten Akkoyunlu Türkmenlerini ortadan kaldırarak bölgenin büsbütün Kürt aşiretlerinin eline geçmesinin yolunu açmış olmasıdır. Oysa çok geçmeyecek, Sünni Kürtler Şii Şah İsmail’in değil, Sünni Yavuz Sultan Selim’in yanında yer alacaklar ve Şah İsmail’e karşı savaşacaklardır. Etme, bulma dünyası gibi bir şey…

05.08.2013
________________
1-http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi80839-Hz_Ali_Yavuz_Sultan_Selimi_Mekkeye_davet_etmistir.html
2-Prof. Dr. Ahmet Uğur, Yavuz Sultan Selim’in Siyasi ve Askeri Hayatı, s, 115, M.E.B.Yayını, İst.2001.
3-Age, s,43.
4-Age, s, 43.
5- bk. M.Arif, Fatih Kanun-Namesi (T.O.E.M) 1330 H’den aktaran Prof. Dr. Ahmet Uğur, age, s,43.
6- Bu konudaki bazı şiirleri için bkz. Dr. Abdülkadir Sezgin, “Şah Hatai’de İnanç ve İbadet” başlıklı yazısı,

7-
8-Ahmet Uğur, age, s, 49.
9-Age, 49’dan özetlenmiştir.
10-Age, s, 50-51’den özetlenmiştir.
11-Age, s, 52.
12-http://tr.wikipedia.org/wiki/Akkoyunlular

israilturkiye