İstanbul Boğazı üzerine yapılacak üçüncü köprüye isminin verilecek olması sebebiyle Yavuz Sultan Selim Han üzerinde epey bir tartışma ve spekülasyon yapıldı. Özellikle Alevi toplum kesimlerinde bu konuda bazı itirazlar yükseldi. Kim bilir belki de kendilerine göre haklıdırlar. Çünkü Yavuz’un, Şah İsmail’e karşı ittifak yaptığı Sünni Kürt aşiretleri, Alevi Türkmenlere karşı acımasızca saldırılar gerçekleştirmişlerdir. Tıpkı 1915 yılında Ermeni kökenli vatandaşlarımıza saldırdıkları gibi.
Ancak gelin görün ki; Alevi vatandaşlarımızın itirazları bile Yavuz Sultan Selim Han’ın, büyüklüğünü gölgelemeye yetmez. Çünkü o, en başta bir askeri dehadır. Tıpkı dedesi Fatih Sultan Mehmet gibi. Üstelik o, bugünkü anlamda bir mareşaldir. Çünkü en az üç tane meydan savaşı kazanmış bir generaldir.
Askeri dehasını dedesi Fatih Sultan Mehmet’ten aldığında kuşku yoktur. Üstelik, çocukluğu da onun dizinin dibinde geçmiştir. Yani, Yavuz Sultan Selim’in ilk hocası bizzat dedesi olan Fatih Sultan Mehmet sayılır. Padişah olduğu sırada, dönemin ressamlarından birisinin çizdiği Fatih Sultan Mehmet portresini getirdiklerinde Yavuz Sultan Selim Han’ın tepkisi; “Hiç benzememiş. Dedem Togan burunluydu. Biz onun dizinde büyüdük…” şeklinde olmuştur…
Dediğimiz gibi; Yavuz Sultan Selim Han, en başta askeri bir dehadır ki; tarihte Sina Çölü’nü geçen ender kumandanlardan birisidir. Hele hele, El-Mukaddam Dağı’nı dolanarak Memlük Ordusu’nun arkasına geçmek suretiyle onların iaşe ve lojistik yollarını kesmesi, Memlük toplarının menzilinden çıkarak onları işe yaramaz hale getirmesi ve kendi ağır toplarıyla Memlük Ordusu’nu arkadan vurup hezimete uğratarak Türk Tarihi’ne “Ridaniye” gibi büyük bir zaferi hediye etmesi tam bir askeri deha örneğidir.
Mısır’ın fethinden ve dolayısıyla İslam’ın mukaddes beldelerinin Türk topraklarına katılmasından sonra kendisini tebrike gelerek “Hünkarım, Allah’ın izni ve bizim dualarımızla Mısır’ı fethettiniz…” diyen bir grup din adamına, yanında duran kılıcı işaretle şu cevabı vermiştir Yavuz Sultan Selim:
-“Doğru dersiniz efendiler. Ancak şunun hakkını da teslim etmek gerekir!”
Yavuz Sultan Selim Tam İnanmış Bir Müslümandı
Ancak biz bu yazımızda onun askeri başarılarından değil, dini ve sosyal başarılarından bahsetmek istiyoruz. Daha doğrusu, Türk halkının muhayyilesindeki Yavuz Sultan Selim’i ön plana çıkarmak niyetini taşıyoruz.
Bir kere Yavuz Sultan Selim, Türk halkının hayalinde ziyadesiyle dindar bir padişahtır. Ki; bu dindarlık onu, tıpkı dedesi Fatih Sultan Mehmet gibi, evliya ve erenler seviyesine çıkarır halkın gözünde. Bu konuda, Mekke ve Medine gibi kutsal beldeleri Türk topraklarına katmasının ve hilafeti Türklere getirmesinin elbette büyük payı vardır. Mesela rivayet odur ki; Yavuz Sultan Selim, Mısır fethi ile Mekke ve Medine’nin de Türk topraklarına katılması üzerine kendisine “Hâkim’ul Harameyn”, yani “Mekke ve Medine’nin sahibi” diyenlere kızmış ve “Hayır; Mekke ve Medine’nin sahibi Allah’tır. Biz ancak Hâdim’ul Harameyn oluruz” demiştir. Yani “Mekke ve Medine’nin hizmetkârı”.
Yine meşhur rivayete göre; Yavuz Sultan Selim Han son nefesini vermek üzeredir. Yakın adamı Hasan Can (Hoca Sadettin Efendi’nin babası), hünkarın kulağına eğilip;
-“Hünkarım şahadet getirin. Şimdi Allah’la bir olma vaktidir” deyince Yavuz Sultan Selim Han, kendisine gülümseyerek;
-“İlahi Hasan Can, ya sen bizim şimdiye kadar kiminle birlikte olduğumuzu sanırdın” şeklinde cevap vermiştir.
Yavuz Sultan Selim’in dini duygularının yoğunluğunu en güzel anlatan sözleri, galiba Çaldıran Seferi’ni müteakip, güneye, Memlüklerin üzerine yürümeye kara verdikten sonra bugünkü Elbistan sınırları içindeki Söğütlü mevkiinde ordusuna yapmış olduğu ünlü konuşmasında bulunmaktadır. Yavuz Sultan Selim Han, burada Memlük Sultanı’na göndermiş olduğu elçilerin, kendisinin Şah İsmail ile birlikte olduğunu haber vermeleri üzerine, Müslüman bir memleketin askerleriyle savaşmanın caiz olup olmadığı konusunda İstanbul’daki şeyhülislamdan görüş sormuş ve onun cevaz vermesi üzerine askerlerine şöyle hitap etmiştir:
-“…Allah’u Teâla şahidimdir ki; gayem Allah’ın kelamını yükseltmektir. Kimsenin memleketinde gözümüz yoktur. Reva mıdır ki; Arap memleketleri Allah’ın en sevdiği memleket iken, onun kıymetini bilmeyen kimseler eline düşe! Hassaten Harameyn-i Şerifeyn ahalisi onların rezil gölgelerinde nasıl gölgelenirler? Yarın kıyamet gününde Hz. Peygamber’e nasıl cevap veririm?”(1).
Mercidabık yenilgisinden sonra savaş meydanından kaçan Memlük Emirleri, Kansu Gavri’yi tahttan indirerek yerine Tomanbay’ı geçirmişler ve onu 25.000 kişilik bir orduyla Yavuz Sultan Selim’in üzerine göndermişlerdi. Bunu haber alan Yavuz Sultan Selim Han, kendisine göndermiş olduğu mektupta şöyle demiştir:
“Gayem, Harameyn’i kurtarıp -Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kâbe’yi ziyaret etmesi gereklidir-(K.K.III/97) ayeti ile amel edip, inşallah -Kim oraya girerse emin olur- (aynı ayet) zümresinden olmak isteriz. Sana düşen, bu yolda bana yardımcı olmandır…”(2).
Celal-zade, “Yavuz Sultan Selim’in iyilik, şefkat ve merhamette eşi ve benzeri yoktu” dedikten sonra Sadrazam Piri Mehmet Paşa’dan naklen Yavuz Sultan Selim Han’ın şu sözlerini nakletmiştir:
“Yüce olan Allah beni atalarım ocağına padişah yaptığında, eşi ve benzeri olmayan Cenab-ı Hakk’a yalvarıp yakardım. Ey yerin ve göğün yaratıcısı, ey insan, cin ve hayvanların rızkını veren Kadîm ve Kerim Allah, bana Kâ’be’nin ve Medine’nin süpürgeciliğini nasip et, diye yüzümü yerlere sürüp secdeye kapandım. Çok şükürler olsun ki Cenabı Hakk beni o mutluluğa eriştirdi. Dünyada arzu ettiğim umutlara ulaştım. benim Arap ülkelerine olan sevgim diğer vilayetler gibi değildir. Onlar Allah’ın ve Resulü’nün komşularıdır. Onları gereği gibi gözet- diye vasiyet ederlerdi. -Harameyn’e, Kudüs ve Şam’a ve bütün Arabistan’a koruyucu ve kollayıcı olma bahtiyarlığını Allah, benden başka kime nasip etmiştir.”(3).
Arabistan’ın kadı-askerliği Piri Paşa’ya verilmişti. Bir gün rahmetli paşaya bir grup Osmanlı alimi gelmiş, Mekke ve Medine’ye Anadolu’dan kadı gönderilmesini teklif etmişler. O da tabiatıyla konuyu Yavuz Sultan Selim’e aktarmış. Ancak padişah, “Yeryüzünde İslamiyet yayılalı 900 yıldan ziyade oldu. Mekke, Allah’ın haremi, Medine ise Hz. Peygamber’in başkentidir. Bu zamana gelene kadar onlara taşradan kadı gönderilmiş midir. Mekke ve Medine’nin padişahlığı (idaresi) Hz. Peygamber’in evlâd-ı kiramı ellerindedir. Ben o memleketleri asker çekip varıp almadım. Onlar edep ve saygı ile bana itaat ettiler ve tam bağlılık gösterdiler. Bu şerefin mükafatı bana lazımdır. Allah’ın bana bir lütfu ve ihsanıdır ki; Mekke ve Medine’de bayramlarda ve hutbelerde benim adım anılmaktadır. Bunun için Allah’a ne kadar hamd ve senalar etsem azdır. Bundan duyduğum mutluluğu, bütün dünyanın padişahlığına değişmem. Haremeyn-i Şerifeyn (Mekke ve Medine) halkına her ne çeşit gayret, şefkat, yardım lazım ise esirgeme (göster, ver). Sakın ha sakın Mekke ve Medine işlerine müdahale etme”(4) diyerek Piri Paşa’nın teklifini geri çevirmiştir.
Hz. Ali, Yavuz Sultan Selim’i Mekke’ye Davet Etmiştir!
Alevi vatandaşlarımız, her ne kadar Yavuz Sultan Selim’i sevmiyorlarsa da Sünniler, Hz. Ali ile Yavuz Sultan Selim’i yan yana getirmekte hiçbir beis görmezler. Zira her şeyden önce, her ikisi de birer kumandan ve Allah için cihad eden insanlardır.
Rivayete göre; Yavuz Sultan Selim, hemen her sabah Hasan Can’a, o gece gördüğü rüyayı anlattırırmış. (Muhtemelen kendi gördüğü rüyaları da ona anlatıyordu). Bir gün Hasan Can kayda değer hiçbir rüya görememiş ve tabiatıyla Padişah’a da anlatamamış. Padişah kendisini ne kadar zorlasa da Hasan Can’dan tık yok! Çünkü o gece gerçekten de kayda değer bir rüya görmemiştir Hasan Can. İşte o telaş içinde Hasan Can, Kapuağası’nın dairesine geçer. O sırada Hazinedarbaşı, Kilercibaşı, Sarayağası gibi ağalar da Kapuağasının dairesindedirler. Kapuağası Hasan Ağa’nın yüzünden düşen bin parçadır. Ağlamıştır ve gözleri hala ıslaktır. Sebebini sorduğunda, kendisi bir şey söylemez ama yanındaki ağalar durumu Hasan Can’a aktarırlar. Dediklerine göre; Kapuağası Hasan Ağa, hala o gece görmüş olduğu rüyanın etkisindedir. Nice uğraştan sonra Kapuağası Hasan Ağa, bir de Hasan Can’a anlatır gördüğü rüyayı:
Bu gece rüyamda gördüm ki, eşiğinde oturduğumuz bu kapıyı hızlı hızlı çaldılar. ‘Ne haber var’ diye ileri baktım, vardım; kapı dışarısı görünecek fakat bir adam sığmayacak kadar az açılmış. Dışarısı ucu sarkıtılmış sarıklı nurani kimselerle dolu, elleri bayraklı ve silahlı, mükemmel şahıslar. Kapının dibinde elleri sancaklı dört nurani kimse durur. Kapıyı vuranın elinde Padişahın Aksancağı var.
Bana dedi ki:
-“Bilir misin niye gelmişiz?”
Ben de:
-“Buyurun, dedim”
Dedi ki:
-“Bu gördüğün kimseler Resulullah (S.A.V)’ın ashabıdır. Bizi Hz. Resulullah gönderip Selim Han’a selam etti ve buyurdu ki: Kalkıp gelsün ki; Haremeyn hizmeti ona buyruldu. Gördüğün dört kişiden, bu Ebu Bekr-i Sıddıyk, bu Ömerü’l-Faruk, bu Osman-ı Zi’n-nûreyn’dir. Seninle konuşan ben ise, Ali bin Ebi Talib’im. Var, Selim Han’a söyle” dedi ve nazarımdan gaip oldular…
Evliyaullahtan Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri
Ağanın anlatmış olduğu bu rüyayı dinleyen Hasan Can hemen padişaha koşup;
-“Padişahım, vakıayı bu Hasan kulunuz (Hasan Can) görmediyse bir başka Hasan kulunuz (Kapıağası Hasan Ağa) görmüş. Emriniz olursa arz edeyim.” der.
Padişahın “anlat” demesi üzerine de anlatıyor. Kapıağası Hasan Ağa’nın gördüğü rüyayı Hasan Can’dan dinleyen Padişah diyor ki:
-“Derd-mendin safâ-yı meşrebi (zavallının tıynetinde safiyeti) varmış, sen onu bize methettikçe -Bir kimseyi ibadet eder görürsün, hemen veli sanırsın- diye seni alaya alırdık, boşuna methetmemişsin…” ve devamla:
-“Biz sana demez miyiz ki, biz bir tarafa memur olmadan (emir verilmeden) hareket etmemişizdir. Atalarımız velayetten behre-mendler idi (velilikten nasip sahibiydiler), kerametleri vardır. İçlerinde biz onlara benzemedik…” diyerek kendilerini küçük göstermeye çalıştılar. Ondan sonra Arap Seferi hazırlıklarına başladılar.
Mısır Seferi’nde yollar çok amansız, susuz ve ıssızdı. Ellerini kaldırır o koca sultan dua ederdi ve çoğu kez elini indirmeden bol sulu yağmurlar çölü sular ve zafer ordusunun geçişini ve su teminini kolaylaştırırdı…(5).
Yavuz Sultan Selim Han’ın Kerameti
Merhum babam anlatmıştı şu hikayeyi: Yavuz Sultan Selim, Şam’ı fethedip orada cuma namazı kılmak için camiye girerken caminin kapısında Arapça “Sin, Şın, Kef” harflerinin yazılı olduğunu görmüş ve bu harfleri “Selim Şam’a gelecek” şeklinde yorumladıktan sonra, orada bulunan bilginlere bu yazıyı kimin yazdığını sormuş. Onlar da konuyu şöyle anlatmışlar Yavuz Selim’e:
-“Padişahım asırlar önce bu şehirde bir büyük alim varmış. Halka sürekli -Sizin taptıklarınız ayaklarımın altındadır- şeklinde vaaz yaptığı için dönemin valisi tarafından -bu adam bizim taptığımız Allah’ı ayaklarının altına alıyor- denilerek asılmış, cesedi de çöplüğe atılmıştır…”
Yavuz, hemen kendisinin Şam’a geleceğini asırlar öncesinden haber veren keramet ehli bu adamın nerede konuşma yaptığını ve cesedinin hangi çöplüğe atıldığını sorup soruşturduktan sonra alimin konuşma yaptığı yeri kazdırınca bir de ne görsün; küpler dolu hazine! Meğer alim, “Taptığınız şey ayaklarımın altındadır” derken bunu kastediyormuş. Yavuz, alimin ikinci kerametini de görünce onun cesedinin atıldığı çöplüğe bir türbe yaptırmış ve ondan sonra Şam’dan ayrılmıştır.
…
Babamın vaktiyle bize kaba taslak anlatmış olduğu bu hikaye, istifade ettiğimiz kaynakta da bulunmaktadır ki; kitapta bu alim kişinin 1162-1240 yılları arasında yaşayan ünlü mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi olduğu, Yavuz Sultan Selim’in Şam’a geleceğini haber veren ünlü sözünün ise “İza dahale’s-sînü ile’ş-şın- zahara sırru Muhyiddin-Sin Şına girdiğinde Muhyiddî’nin sırrı açığa çıkar” şeklinde olduğu belirtilmektedir. Hikayenin geri kalanı ise aşağı yukarı babamın anlattığı şekildedir(6).
…
Sözün hülasası: Yavuz Sultan Selim, bizim siyasilerin günlük kirli siyasetlerine, ayrıca Alevi ve Sünnilerin kısır çekişmelerine alet edilemeyecek ölçüde büyük bir şahsiyettir. Tıpkı, hikayedeki Kapıağası Hasan Ağa’nın rüyasında gördüğü yüce şahsiyetler gibi. O sebeple, üç kıtayı birleştiren bu şahsiyetin isminin sıradan bir köprüye verilmesi az bile. Ancak neylersiniz ki; ülkemiz tam anlamıyla bir siyasi ve sosyal buhranın tam ortasından geçmektedir ve zaman, bu yüce şahsiyetlerin isimleri üzerinden birbirimizle didişecek zaman değildir. Kanaatimce vatanperver ve Türk Milliyetçisi bir şahsiyet olan Sayın Kamer Genç’in gündeme taşıdığı Tunceli örneğinde olduğu gibi; Türk Milleti, Doğu ve Güneydoğu Anadolu dağlarında “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” sözlerinin ve Türk bayraklarının kaldırılarak yerlerine PKK çaputlarının dikildiği bir zaman evresini yaşamaktadır,
Bu bakımdan bırakalım bu tür isimlendirmeleri, rahat ve sükuna ermiş bir zaman diliminde ve sakin kafayla düşünüp, birbirimizle görüş alışverişinden bulunduktan sonra yapalım. Ancak bu noktadan sonra, köprüye Yavuz Sultan Selim isminin verilmesinden vazgeçilmesi ise, tarihimize hakaret ve kendi kendimizle çelişmemiz anlamına gelir. Bu sebeple bırakınız üçüncü köprünün adı Yavuz Sultan Selim olsun ve dedesi Fatih Sultan Mehmet’in adını taşıyan köprüye kuzeyden göz kırpsın…
____________
1-Prof. Dr. Ahmet Uğur, Yavuz Sultan Selim’in Siyasi ve Askeri Hayatı, s,95, MEB. Yayınları, 2001, İstanbul.
2-Age, s,97.
3-Age, s, 117.
4-Age, s, 116-117.
5-Age, s, 121-123.
6-Age, 125.
Yazıları posta kutunda oku