MISIR, SURİYELEŞİYOR MU?

Mısır, Suriyeleşiyor mu?
Arap Baharı kapsamındaki gelişmeleri öyle pek sevinçle, heyecanla karşılamadım. Osmanlı sonrası sömürgeci çevrelerce atanmış diktatörler dizisinin bir sonu olacaktı. Ancak daha isimlendirme aşamasında bir yerlerin müdahalesiyle ve bol kanla hazırlanan senaryoların bu ülkelerin ezilen halklarına uzun vadede hayrı olacağı konusundaki tereddütlerim hep vardı. Sorun, kitleler meydanları doldurduktan sonra organize bir şekilde bunları yönlendirmede kilitlenmektedir. Bu aşamada istihbarat operasyonlarına karşı koymak çok zor görünüyor. Hem Mısır’da hem de Suriye’de yaşananlarda bunlar çok net olarak görülüyor.
Diktatörlerin yönetiminden beslenen çıkar çevrelerinin ülke yönetimi ve ekonomisi üzerine çöreklenmiş güç ağlarını da hesaba katmak gerek. Mısır’da bir yıllık Mursi iktidarında elektrik ve benzin sıkıntısı had safhada iken yönetim değişince problem kalmamasının sebebi budur. Türkiye’de 12 Eylül 1980’de 11 Eylül’deki terörden eser kalmaması gibi. Halbuki 11 Eylül’de de sıkıyönetim vardı. Öte yandan Mursi’nin düzenlemelerinin Şeriat yasaları getirdiğinden şikayet edilirken askeri darbe ile gayr-i Müslim bir devlet başkanı nezaretinde kurulan yönetimin her fırsatta İslam şeriatını esas alacaklarını söylemesinden pek rahatsızlık duyulmamakadır. Kısaca Mısır halkına “eğer bu ülkede Şeriat düzeni kurulmasını istiyorsanız onu da biz getiririz, siz bu işlere karışmayın” mesajı verilmektedir.
Üç yıla yaklaşan Suriye faciasını daha baştan görmemek mümkün değildi. Sorun bu tezgahın daha ne kadar ortada kalacağı idi. İşin başında yoksul halk kitlelerini hafiften silahlandırarak azınlıktaki iktidar ile iç savaşı sürdürme programı bütün açıklığıyla ortada idi. Bu kirli savaşı bir an önce durdurmak için halk ile Esed yönetiminin masaya oturması tek çıkar yol idi. Ancak “illa da Esedsiz” sloganıyla hipnozlaştırılan çevrreler ülkeyi bugüne getirmişlerdir.’ Mısır için ABD’deki entellektüel çevreler “darbe mi, değil mi?” tartışmasıyla bölgeyi yemlemeye devam etmektedir. Bu ülkedeki büyük fotoğraf ise uzun vadede “illa da Mursi geri gelsin” çerçevesinde netleşecek gibi. “Mursi geri gelsin”e kilitlenen kitleler, Mısır’ın Suriyeleşmesi demektir. Belirtmek gerekir ki Mısır’da on milyonların kaybedecek hiçbir şeyi yoktur. Bunların provoke edilmesiyle çok kan akabilir.
Suriye’de olayların başında muhaliflerin arkasında olan Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri Mısır’daki darbe yönetimine daha haftası dolmadan kesenin ağzını açmıştır. 12 milyar dolarlık şartsız yardım, ABD’nin yıllık 1.5 milyar dolarlık hibesiyle karşılaştırılınca Washington bu ülkede prestij kaybetmekten şikayet eder hale geldi. Körfez krallıklarının Suriye’de “Arap Baharı”, Mısır’da ise bunun çöpe atılmasını istemelerini anlamak zor değildir. Bölge ve fırka gerçeklerinin yanında küresel güç rüzgarına karşı durulamaz ki.
Suriye’de azınlıktaki Nusayri iktidarı on yıllardır ülkenin tek hakimi idi. Mısır’da ise gayr-i Müslim azınlığın desteğindeki yönetim aynı zamanda sosyo-ekonomik olarak da çoğunluktan kopmuş Müslümanların elindeydi. Hüsnü Mübarek, azınlıklaşmış çevrenin son lideriydi. Bir tarafta Mübarek döneminden arta kalan asker-bürokrat-tüccar güçlerin ayrıcalıklarını küresel destek ile sürdürme hevesi, diğer tarafta İhvan şemsiyesi altındaki grupların Mursi’nin geri gelmesi konusundaki tavizsiz direnişleri. Milyonların meydanları doldurduğu ülkede her geçen gün yükselen provakatif hareketler ve toplu cenazeler. Her cenazede çıkan olaylarda daha fazla ölü, daha fazla sakatlanan insanlar. Her aşamada daha fazla baskı ve yasaklar, daha fazla insanın hapishaneleri doldurması.
Demokrasi ve insan hakları batı patentli olup kullanım şekli ve yeri için farklı standartlar dayatılmaktadır. Halkların kendisini yönetme hakkı bir asır öncesinde tedavüle sokulmuş olduğu halde bu hak mesela Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının parçalamanın bir aracı oldu. Aynı hak Bolşeviklere karşı Türk halklarına verilmemişti.
Mısır halkının meşru lideri Mursi’ye karşı yapılan darbenin okyanus ötesi yanında bölge ülkeleri cephesinden de önemli destekçileri ortaya çıktı. Bu şartlar altında hayatından başka kaybedecek bir şeyi olmayan insanların kan gölünün büyümesi uğruna canlarını feda etmeleri kime ne fayda getirecektir. Suriye’deki gibi Mısır’da da ne kadar çok kişi hayatını kaybederse despotizmin sonu o kadar kolay gelir mantığının geçerli olmadığı açıktır. Bir aşamadan sonra ölenlerin sayısı sadece istatistik bilgidir. Daha fazla ölüm politikası neticesinde Mısır bir şey kazanmayacaktır. Suriye’de sadece yüzbinler yok olmadı, aynı zamanda bir tarih ve kültür yok oldu. Önü ve arkası hesap edilemeyen politikanın neticesinde en fazla kaybedenlerden birinin Türkiye olacağı da açıktır. Tıpkı Suriye’de olduğu gibi. Öncelikle yapılması gereken ise “nerede ne hata yapıldı?” sorusuna doğru cevap bulabilmek.
[email protected]

<p>Mısır, Suriyeleşiyor mu?
Arap Baharı kapsamındaki gelişmeleri öyle pek sevinçle, heyecanla karşılamadım. Osmanlı sonrası sömürgeci çevrelerce atanmış diktatörler dizisinin bir sonu olacaktı. Ancak daha isimlendirme aşamasında bir yerlerin müdahalesiyle ve bol kanla hazırlanan senaryoların bu ülkelerin ezilen halklarına uzun vadede hayrı olacağı konusundaki tereddütlerim hep vardı. Sorun, kitleler meydanları doldurduktan sonra organize bir şekilde bunları yönlendirmede kilitlenmektedir. Bu aşamada istihbarat operasyonlarına karşı koymak çok zor görünüyor. Hem Mısır’da hem de Suriye’de yaşananlarda bunlar çok net olarak görülüyor. Diktatörlerin yönetiminden beslenen çıkar çevrelerinin ülke yönetimi ve ekonomisi üzerine çöreklenmiş güç ağlarını da hesaba katmak gerek. Mısır’da bir yıllık Mursi iktidarında elektrik ve benzin sıkıntısı had safhada iken yönetim değişince problem kalmamasının sebebi budur. Türkiye’de 12 Eylül 1980’de 11 Eylül’deki terörden eser kalmaması gibi. Halbuki 11 Eylül’de de sıkıyönetim vardı. Öte yandan Mursi’nin düzenlemelerinin Şeriat yasaları getirdiğinden şikayet edilirken askeri darbe ile gayr-i Müslim bir devlet başkanı nezaretinde kurulan yönetimin her fırsatta İslam şeriatını esas alacaklarını söylemesinden pek rahatsızlık duyulmamakadır. Kısaca Mısır halkına “eğer bu ülkede Şeriat düzeni kurulmasını istiyorsanız onu da biz getiririz, siz bu işlere karışmayın” mesajı verilmektedir. Üç yıla yaklaşan Suriye faciasını daha baştan görmemek mümkün değildi. Sorun bu tezgahın daha ne kadar ortada kalacağı idi. İşin başında yoksul halk kitlelerini hafiften silahlandırarak azınlıktaki iktidar ile iç savaşı sürdürme programı bütün açıklığıyla ortada idi. Bu kirli savaşı bir an önce durdurmak için halk ile Esed yönetiminin masaya oturması tek çıkar yol idi. Ancak “illa da Esedsiz” sloganıyla hipnozlaştırılan çevrreler ülkeyi bugüne getirmişlerdir.’ Mısır için ABD’deki entellektüel çevreler “darbe mi, değil mi?” tartışmasıyla bölgeyi yemlemeye devam etmektedir. Bu ülkedeki büyük fotoğraf ise uzun vadede “illa da Mursi geri gelsin” çerçevesinde netleşecek gibi. “Mursi geri gelsin”e kilitlenen kitleler, Mısır’ın Suriyeleşmesi demektir. Belirtmek gerekir ki Mısır’da on milyonların kaybedecek hiçbir şeyi yoktur. Bunların provoke edilmesiyle çok kan akabilir. Suriye’de olayların başında muhaliflerin arkasında olan Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri Mısır’daki darbe yönetimine daha haftası dolmadan kesenin ağzını açmıştır. 12 milyar dolarlık şartsız yardım, ABD’nin yıllık 1.5 milyar dolarlık hibesiyle karşılaştırılınca Washington bu ülkede prestij kaybetmekten şikayet eder hale geldi. Körfez krallıklarının Suriye’de “Arap Baharı”, Mısır’da ise bunun çöpe atılmasını istemelerini anlamak zor değildir. Bölge ve fırka gerçeklerinin yanında küresel güç rüzgarına karşı durulamaz ki. Suriye’de azınlıktaki Nusayri iktidarı on yıllardır ülkenin tek hakimi idi. Mısır’da ise gayr-i Müslim azınlığın desteğindeki yönetim aynı zamanda sosyo-ekonomik olarak da çoğunluktan kopmuş Müslümanların elindeydi. Hüsnü Mübarek, azınlıklaşmış çevrenin son lideriydi. Bir tarafta Mübarek döneminden arta kalan asker-bürokrat-tüccar güçlerin ayrıcalıklarını küresel destek ile sürdürme hevesi, diğer tarafta İhvan şemsiyesi altındaki grupların Mursi’nin geri gelmesi konusundaki tavizsiz direnişleri. Milyonların meydanları doldurduğu ülkede her geçen gün yükselen provakatif hareketler ve toplu cenazeler. Her cenazede çıkan olaylarda daha fazla ölü, daha fazla sakatlanan insanlar. Her aşamada daha fazla baskı ve yasaklar, daha fazla insanın hapishaneleri doldurması.
Demokrasi ve insan hakları batı patentli olup kullanım şekli ve yeri için farklı standartlar dayatılmaktadır. Halkların kendisini yönetme hakkı bir asır öncesinde tedavüle sokulmuş olduğu halde bu hak mesela Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının parçalamanın bir aracı oldu. Aynı hak Bolşeviklere karşı Türk halklarına verilmemişti. Mısır halkının meşru lideri Mursi’ye karşı yapılan darbenin okyanus ötesi yanında bölge ülkeleri cephesinden de önemli destekçileri ortaya çıktı. Bu şartlar altında hayatından başka kaybedecek bir şeyi olmayan insanların kan gölünün büyümesi uğruna canlarını feda etmeleri kime ne fayda getirecektir. Suriye’deki gibi Mısır’da da ne kadar çok kişi hayatını kaybederse despotizmin sonu o kadar kolay gelir mantığının geçerli olmadığı açıktır. Bir aşamadan sonra ölenlerin sayısı sadece istatistik bilgidir. Daha fazla ölüm politikası neticesinde Mısır bir şey kazanmayacaktır. Suriye’de sadece yüzbinler yok olmadı, aynı zamanda bir tarih ve kültür yok oldu. Önü ve arkası hesap edilemeyen politikanın neticesinde en fazla kaybedenlerden birinin Türkiye olacağı da açıktır. Tıpkı Suriye’de olduğu gibi. Öncelikle yapılması gereken ise “nerede ne hata yapıldı?” sorusuna doğru cevap bulabilmek.
alaeddin.yalcinkaya@marmara.edu.tr</p> - p 27270 o