Makedonya’nın Ohri kentinde geçen hafta bugün düzenlenen Güneydoğu Avrupa Parlamento Başkanları 10’ncu Konferansı’nda konuşan TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Türkiye’nin AB üyeliği hedefinden bir sapma olmadığını açıklamıştır. Bu hedefin hala geçerli olduğunu belirtmesine rağmen, kamuoyu desteğinin giderek azaldığına da dikkati çekmiştir:
“Hepimizin aynı Avrupa gemisinde olduğunun ve ortak geleceğimizi birlikte planlamamız gerektiğinin farkındayız. Şimdi, AB’nin de benzeri bir taahhüt altına girerek, genişlemelerin önünü açmasını bekliyoruz.”
Cemil Çiçek, bütünleşmiş, güçlü ve kendine güvenen bir Avrupa’nın, Türkiye için önemli, dünya içinse hayati olduğunu vurgulamıştır.
Aynı günlerde Türkiye Avrupa Birliği Ortaklık Konseyi’nin 51’nci toplantısı Brüksel’de yapılmıştır. Toplantıya Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, AB Dönem Başkanı İrlanda’nın Başbakan Yardımcısı, Dışişleri ve Ticaret Bakanı Eamon Gilmore ve AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Stefan Füle katılmıştır.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye’nin AB katılım müzakerelerinde gelecek ay açılması planlanan Bölgesel Politikalar başlığıyla ilgili olarak “Bir çiçekle bahar gelmez” atasözünü hatırlatarak, diğer başlıklardaki siyasi engellerin kaldırılmasını istemiştir.
Davutoğlu, Gümrük Birliği’ne dahil olan Türkiye’nin otomatikman AB’nin üçüncü ülkelerle imzaladığı serbest ticaret anlaşmalarının bir parçası olması gerektiğini, aksi halde adil rekabetten söz edilemeyeceğini gündeme getirmiştir.
Stefan Füle ise katılım müzakerelerinde yeni ivmeyi memnuniyetle karşıladıklarını, AB’nin geri kabul anlaşması ve vize muafiyeti diyaloğunun paralel ilerlemesini kabul ettiğini, üye ülkelerin bu müzakereleri yürütmesi için AB Komisyonu’na açık yetki verdiğini ve AB Komisyonu’nun Türk vatandaşlarına vize muafiyetinin şartlarını hazırlamaya kararlı olduğunu söylemiştir.
Toplantı sonrası yapılan ortak basın toplantısında Füle, Türkiye’nin müzakere başlıkları ile ilgili açılış kriterleri başta olmak üzere AB reformlarını yerine getirmesi gerektiğini belirterek, AB ülkelerine de müzakere başlıklarının açılması çağrısında bulunmuştur.
Ortaklık Konseyi toplantıları ve bu toplantılarda söylenenler önemlidir ama alınan kararlar uygulandığı sürece. Şimdiye kadar 51 toplantı yapılmasına rağmen Türkiye 1959 yılı esas alınırsa 54 yıldır AB kapısında bekletilmekte, üyeliği devamlı sorgulanmaktadır.
Bu durum Türkiye’de, AB hakkındaki önyargıları güçlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığının AB hükümetleri ve de üye ülke vatandaşları arasında tartışmalı ve toplumda bölünmelere yol açan konulardan biri olarak ortaya çıkması, hem AB ve hem de Türkiye açısından ilişkileri kopma noktasına getirmektedir.
Nitekim Başbakan Erdoğan bu duruma tepki olarak Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğinden söz edebilmektedir.
Başbakan, Orta Avrupa ülkeleri Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Slovakya’ya yaptığı resmi ziyaret kapsamında başkent Bratislava’da Türkiye-Slovakya İş Forumu’nda yaptığı konuşmada Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne fiili olarak 1959 yılında (ortak üyelik başvurusu), resmi olarak ise 1963 yılında (tam üyelik başvurusu) müracaat ettiğini dile getirerek, “50 yıldır Türkiye Avrupa Birliği kapısında bekletilmektedir. Tabi biz bunu samimi bir duruş olarak görmüyoruz. Avrupa Birliği burada ahde vefa ilkelerini ayaklar altına almıştır. Avrupa Birliği müktesebatına uygun olarak hareket etmemektedir” derken çok önemli bir mesaj vermiştir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım müzakerelerine 2005 yılında başladığını hatırlatan Erdoğan, “Millet olarak çok büyük bir heyecanla, büyük bir coşkuyla aynı zamanda da kararlılıkla başladığımız müzakereler ne yazık ki Avrupa Birliği tarafının önümüze çıkardığı yapay engeller nedeniyle son derece yavaş ilerliyor. Önümüze çıkarılan engellerin teknik olmaktan öte siyasi engeller olması bu noktadaki şevkimizi de ciddi şekilde örseliyor” demiştir.
Türkiye’nin AB’ye ortak üyelik için yaptığı başvurunun (31.07.1959) üzerinden 54, 14 Nisan 1987 tarihinde o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu üzerinden 26, gümrük birliğinin gerçekleşmesinin (31.12.1995) üzerinden 17, adaylık statüsü kazanmasının (12.12.1999) üzerinden 14, müzakerelerin başlamasının (3 Ekim 2005) üzerinden 8 yıl geçmiştir.
3 Ekim 2005 tarihinde başlayan AB ile olan katılım müzakerelerinde bir arpa boyu yol alınamaması, 35 başlıktan sadece 13 başlığın açılıp, birinin geçici kapatılması, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile Fransa’nın toplamda 13 başlığı dondurması, Türkiye’nin AB’ye girme umudunu neredeyse söndürmüştür.
Avrupa Birliği üye sayısı Hırvatistan’ın 1 Temmuz 2013 tarihinde AB’ye katılımıyla 28’e çıkacaktır. Sırada Sırbistan dahil Balkan ülkeleri ve İzlanda vardır ama Türkiye yoktur.
Türkiye’nin AB üyeliği uluslararası hukuk açısından bir “ahdi yükümlülük” olmasına rağmen Kasım 2005’te Almanya’da iktidara gelen Şansölye Angela Merkel’in Türkiye için “imtiyazlı bir ortaklığı” önermesi ve ardından da Mayıs 2007’de Fransa’da Cumhurbaşkanı seçilen Nicolas Sarkozy tarafından da imtiyazlı ortaklığın önce seçim kampanyası sırasında, sonra da Cumhurbaşkanlığı görevinde gündeme getirilmesi, Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin üyeliğine verilen desteğin düşmesinde önemli rol oynamıştır.
Merkel ve geçmişte Sarkozy, uluslararası hukukta geçerli olan “ahde vefa” (pacta sund servanda) kuralını yok saymışlardır.
Sarkozy artık iktidarda değildir ama yeni Fransa Cumhurbaşkanı Hollande da Türkiye’nin müzakere sürecindeki vetolarını henüz kaldırmamıştır. X
Ankara Anlaşması ve Katma Protokol’de, “imtiyazlı ortaklık“ şeklinde bir tanımlama yoktur. Topluluk hukukunda olmayan bir statüyü Merkel Türkiye’ye zorla kabul ettiremez. Türkiye zaten AB ile gümrük birliğini gerçekleştirdiği için bir anlamda imtiyazlı ortak statüsündedir.
AB’ye sonradan katılan ülkeler arasında Yunanistan hariç hiçbiri önce gümrük birliğine girerek üye olmamıştır.
Fransa eski Başbakanı Dominique de Villepin, Fransız Haber Ajansı AFP’ye 19 Ocak 2006 tarihinde vermiş olduğu demeçte, “AB’ye üyelik için Türkiye’nin tarihten gelen doğal bir hakkı yoktur” demiştir.
Güneri Civaoğlu 16 Mayıs 2013 tarihindeki yazısında Villepin’in “Türkiye’nin AB’ye ihtiyacından daha fazla AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı var” dediğini yazmıştır ama aynı Villepin’in 2006 yılındaki söyleminden herhalde haberi yoktu.
Böylece, “ahde vefa” ilkesini ve Ankara Anlaşması’nı yok saymıştır.
Avrupa Birliği, Roma hukukunda istikrarın temeli olan “pacta sund servanda” ilkesine sadık kalmaz ise, iplerin kopmasına zemin hazırlayacaktır. Eğer AB, “omnis conventis rebus sic stardibus” (her anlaşma yapıldığı dönemin şartlarına bağlıdır) ilkesini göz önüne alarak Ankara Anlaşması’nı yok sayar ve Türkiye’yi Avrupa Birliği dışında tutma konusunda ısrar ederse, o zaman rahmetli İsmet İnönü’nün dediği gibi “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır.”
Avrupa Birliği’nin resmi kamuoyu araştırma kurumu olan Eurobarometre tarafından Avrupa çapında yapılan son araştırma Avrupa Birliği’nin geleceği için iç açıcı değildir.
Avrupa Birliği’ni Fransa ile birlikte kuran, Birliğin lokomotif ülkesi Almanya’da bile AB’ye güvenmeyenlerin oranı yüzde 60’a ulaşmıştır. Sonuçlar, İngiliz Guardian gazetesinde 25 Nisan’da yer almıştır.
)
Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya ve Polonya’da yapılan anket, bu ülkelerde AB’ye güvenmeyenlerin oranının AB’ye güvenenlere göre çok daha yüksek olduğunu göstermiştir.
Sonuçlar, 2007’deki benzer anketle karşılaştırıldığında AB’ye güvenin en fazla düştüğü ülke İspanya’dır. İspanyolların yüzde 72’si, Almanların ise yüzde 59’u AB’ye güven duymamaktadır.
2007’de Almanların yüzde 56’sı AB’ye güvenme eğilimindeyken, günümüzde yüzde 59’u güvenmeme eğilimindedir.
İtalya’da ise beş yıl önce AB’ye güvenmeyenlerin yüzde 28 olan oranı bugün iki katına çıkarak yüzde 53’e çıkmıştır.
İngiltere’de ise güvensizlik oranı yüzde 49’den yüzde 69’a fırlamıştır.
Fransa’da AB’ye güvenmeme eğilimi beş yıl içinde yüzde 41’den yüzde 56’ya yükselmiştir.
AB’ye girmesinin üzerinden 10 yıl geçmemiş olan ve bugüne kadar Avrupa Birliği’nden önemli miktarda mali destek sağlayan Polonya’da bile AB’ye güvenlerin oranı yüzde 82’den yüzde 58’e düşmüştür.
Benzer bir eğilim farklı sebeplerle Türkiye’de de söz konusudur. Türkiye-Avrupa Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı’nın (TAVAK) yaptığı araştırma 23 Ağustos 2012 tarihinde açıklanmıştır.
Buna göre Türkiye’de insanların ancak yüzde 17’si AB üyeliğine inanmaktadır. Oysa 2004 yılında Türk halkının yüzde 78’i AB üyeliğine destek veriyordu.
Türk halkının Avrupa Birliği üyeliğine yönelik bakışını ortaya koymak için 20-30 Haziran tarihlerinde 8 kentte bir anket düzenlenmiştir. TAVAK’ın yaptığı araştırmada 1110 denekle görüşülmüştür.
Katılımcıların yüzde 66’sı 10 yıla kadar üyeliği öngörmezken, bu oran Vakfın 2011 yılında yaptığı araştırmada yüzde 53,2 idi.
Katılımcıların yüzde 33’ü üyeliğin Türkiye’ye hiçbir katkısının olmayacağını belirtirken, yüzde 29’u serbest dolaşım, yüzde 14’ü de AB bütçesinden yararlanmayı katkılar arasında göstermiştir.
TAVAK Başkanı değerli meslektaşım ve arkadaşım Prof. Dr. Faruk Şen sonucu şöyle değerlendirmiştir: “Korkunç bir düşüş var. Türkiye’nin AB’ye üye olacağına deneklerin yüzde 17’si inanıyorum diyor. Bunun nedenlerinden biri Türkiye’de oluşan ‘AB’ye ihtiyacımız yok’ özgüveni… Fransa ve Almanya’dan gelen negatif açıklamalar Türk halkının bunu gündemden çıkarmasına katkıda bulundu… Türkiye-AB ilişkileri kesintiye uğramamalı.”
ABD’li düşünce kuruluşu Alman Marshall Fonu’nun (GMF) Transatlantik Eğilimler 2012 araştırmasını 12 Eylül 2012 tarihinde açıklanan araştırması da benzer sonuçları vermiştir.
Araştırma kapsamında 12 AB üye devleti (Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda Polonya, Birleşik Krallık, Portekiz, Slovakya, İspanya, Bulgaristan, Romanya, İsveç), Türkiye, ABD ve Rusya’da 4-21 Haziran 2012 tarihlerinde gerçekleştirilmiştir.
Ankete katılan Türk vatandaşlarının yüzde 36’sı AB’ye ilişkin olumlu görüş bildirirken, olumsuz görüş bildirenlerin oranı ise yüzde 53 olmuştur.
Bu düşüşün sebebi Türkiye’ye karşı AB’nin uyguladığı çifte standarttır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standartları ben Bobon Kriteri olarak tanımlıyorum. Bo: Bizden Olanlar, Bon: Bizden OlmayaNlar.
Avrupa Birliği Türkiye´ye karşı uyguladığı çifte standartları kaldırmadığı sürece, AB’ye verilen destek bundan sonra da azalmaya devam edecektir. Destek azıldıkça AB üyeliği de gündemden düşecektir.
Türkiye, Doğuya giden bir gemide Batıya koşan bir ülke olmamalıdır. Türkiye’nin yeri Orta Doğu değil, Avrupa’dır ama Avrupa Türkiye’yi kendinden saymamaktadır.
Türkiye’nin Avrupalılığı konusunda süregelen tartışmalar yeni değildir. Bu olgu son 150 yıldır Avrupa’da devam etmektedir. 30 Mart 1856 tarihinde Rusya ile Kırım Savaşı’nı kazanan Osmanlı İmparatorluğu, Birleşik Krallık ve Fransa arasında Paris Barış Anlaşması’nı imzalanmıştır.
Bu Anlaşma’nın en önemli maddelerinden biri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi olarak kabul edilmesidir. Aradan 157 yıl geçmesine rağmen, Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığını bazı Avrupalılar tartışmaya devam etmektedir.
Lucius Annaeus Seneca, “Hangi kapıya yöneldiğini bilmeyen hiçbir zaman uygun esen rüzgarı bulamaz ” demiştir. Türkiye bu rüzgarı yakalamak için neredeyse iki asırdır çaba harcamaktadır.
Büyük Önder Atatürk’ün ifade ettiği gibi Türkler, Batı’ya yönelmiş bir millettir. Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde bu konudaki tercihini şöyle açıklamıştır: “Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir?”
Atatürk 1923 yılında “Yüzyıllardan beri düşmanlarımız, Avrupa kavimleri arasında Türklere karşı kin ve düşmanlık fikirleri aşılamışlardır. Batı fikirlerine yerleşmiş olan bu fikirler, özel bir anlayış yaratmışlardır. Bu zihniyet hâlâ vardır. Avrupa’da hâlâ Türkün her türlü gelişmeye, ilerlemeye düşman bir adam olduğu sanılmaktadır. Bu büyük bir yanılgıdır” derken de çok haklıdır.