Hyde Park, Londra’nın tam merkezindeki parkların en büyüğüdür. İlk defa 1637 yılında halkın hizmetine açılmış olan bu kraliyet parkı, bütün dünyada, bir köşesinde yer alan özgür konuşmacılar bölümü ile ünlüdür. Biz de diğer turistler gibi ilk önce bu köşeyi arayıp bulmuştuk. Bu park o kadar büyüktü k, bize göre sanki şehrin 1/4ünü kapsıyordu ve Londra’nın kalbi gibiydi. 142 Hektar büyüklüğündeki bu arazi içinde yüzme, kürek, bisiklet, binicilik ve piknik alanları gibi pek çok faaliyet yapılabiliyordu.
Resmi kayıtlara göre bu park 1536 yılında, İngilizlerin Kanuni Sultan Süleyman muadili kralları VIII nci Henry tarafından Westminster keşişlerinden alınmış ve öncelikle avcılık için kullanılıyormuş. Daha sonra Kral Inci Charles tarafından halkın hizmetine açılmış. Parkın düzenlemesi Mimar Decimus Burton tarafından 1825 yılında yapılmıştır. Bu muhteşem Park 1730 yılında Kral IInci George’un eşi Kraliçe Karolin tarafından uzun bir göle kavuşmuş Serpentin olarak adlandırılan bu suni göl sayesinde Londralılar kürek ve yüzme sporlarını yapma imkânına da sahip olmuşlardır.
Serbest konuşma köşesine gelince; kayıtlara göre Hyde Park 19ncu yüzyılda mitingler için çok popüler bir mekân olmuştu. 1872 yılındaki tıpkı günümüz Taksimdeki mitinglere benzer şekilde, bir politik toplantı sırasında polisin mitingi önlemek için yaptığı sert müdahaleler toplumu fazlasıyla rahatsız edince, yurttaşların özgürce fikirlerini söyleyebileceği bir yer oluşturulmak istenmiştir. Bunun için Hyde Parkın bir köşesi seçildi. O zamandan beri her Pazar günü, konuşmak isteyen kişi bir sandık üzerine çıkarak siyasi ve hatta dini konularda dilediği gibi konuşma özgürlüğüne sahiptir. Tabii bu arada konuşurken dinleyicilere muhatap olmaya ve tartışmalar yapmaya da hazır olmalıdır.
Londra gibi büyük bir şehir ve görülecek pek çok yere sahip olunca, yaşınız ne olursa olsun yine de yoruluyor ve içki veya yiyecek satan yerlerin dışında biraz nefes alacağınız bir alan arıyorsunuz. O zaman kendinizi içine atmak istediğiniz en ferah, en dinlendirici ve hatta en eğlendirici mekân bir park oluyor. O zaman Hyde Parkın ve onun gibi açık, yeşil ve dinlendirici alanların bir büyük şehir için ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyorsunuz.
Böyle bir gün, yine birkaç Türk arkadaşımızla parkta oturup dertleşirken “neden zamanında üç kıtaya hükmetme başarısı göstermiş ülkemizde böyle güzel ve ferah bir yer yok?” konusunu tartışmaya açtık. Mesela İstanbul’da neden böyle bir park yoktu? Gülhane parkı, Sultanahmet meydanı, Yıldız Parkı ve Taksim veya Maçka parkı gibi küçük parklar İstanbul Halkının ihtiyacını karşılamak için yeterli değildi. Üstelik İstanbul her sene milyonlarca turistin ziyaret ettiği dünya çapında bir üne sahip, tarihi şehirlerimizden biriydi. Sonunda hepimizin espriye dökerek kabul ettiği gerçek: İstanbul un merkezinde böyle bir sahayı kimsenin boş bırakmayacağı, rantiyecilerin elinde arazinin buharlaşıp yok edileceği şeklindeydi.
Taksimdeki Gezi Parkı küçüklüğüne rağmen yine de şehrin en mutena bölgesinde, dinlenecek ve nefes alınacak tek yerdi. Bu bölgede, ünlü Sultanımız III: Selim’in modern bir ordu oluşturmak amacıyla kurduğu Nizamı Cedit askerleri için, 1806 yılında Halil Paşa Topçu Kışlası adıyla Osmanlı, Rus ve Hint mimarisinden izler taşıyan büyük ve ihtişamlı bir kışla yapıldı. Kışla binası pek çok savaş gördü. Özellikle, 31 Mart Olayları’ndan sonra önemli hasarlar aldı ve onarım bekledi. Ancak mimari ve tarihi açıdan önemine rağmen kışla, 1940 yılında dönemin İstanbul Valisi Lütfi Kırdar tarafından, Henri Prost’un hazırladığı imar planı çerçevesinde yıktırıldı.
Kışla yıkılmadan önceki yıllarında, içindeki alan düzenlenerek Taksim Stadı olarak spora açıldı. Türkiye Milli Futbol Takımı ilk resmi futbol maçını Romanya ile Gezi Parkı’nın bugün bulunduğu, bu statta 26 Ekim 1923’de oynadı ve maç 2–2 berabere sonuçlandı.
Kışlanın yıkılması sonrasında, tam da Hyde Parkta bilmeden tahmin ettiğimiz şekilde, çevrede yapılan otellere tahsis edilen alanlar ve düzenlemeler ile parkın kapladığı alan zaman içinde küçüldü. Buna rağmen yinede İstanbul’un merkezinde önemli bir dinlenme alanı oldu ve sık sık düzenlemelerle görünümü değişti. Şimdi başta Başbakanımız olmak üzere devlet büyüklerimiz çağın, halkın ve şehrin ihtiyaçlarını hiç dikkate almadan bu açık sahayı yeniden bir beton ve çelik yığınına dönüştürmek için yarışıyorlar. Bir avuç İstanbullu hemşerim inanılmaz bir inanç ve cesaretle, hiçbir menfaat beklemeden sadece ve sadece bölgedeki tek nefes alanlarını korumaya çalışıyorlar. Bu çok ideal ve çok asil bir direniş oldu. Bütün dünyada dikkatle ve ibretle izlendiğinden kimse şüphe etmemeli. Bu safhada, öncelikle ben İstanbulluyum diyen herkes, daha sonra da ben Türküm diyen herkes tereddütsüz bu soylu direnişe destek vermeli ve AKP’nin muhafazakâr lider kadrosunu bu anlamsız ısrardan vazgeçirmeye çalışmalıdır. Ancak onları bu cami ve kışla yapma inadından vazgeçirmek ancak ülke çapında halkın böylesine güçlü bir direniş göstermesiyle mümkün olabilir.
Bu konudaki son sözümüz polis ve emniyet kuvvetleri içindir. Halka karşı sert tutumunuz ve grupların yapısına göre davranışlarınız dikkatlerden kaçmıyor. Ama üniformalı polis memurunun yanındaki sivillerin varlık nedeni kamuoyunca şüpheli bulundu. Genel kanı; bu sivillerin AKP’nin yeni oluşturmaya çalıştığı “Devrim Muhafızlarının öncüleri” oldukları şeklindeydi. Ne Türkiye, nede hiçbir demokratik ülkede resmi elbiseli emniyet kuvvetleri dışında bu ilkel devrim muhafızlığı anlayışına iltifat edilemez. Ya bu sivillerden birileri nümayiş yapan, cop, gaz, su darbesi yiyen grubun eline geçerse, polis olduğunu anlatana kadar hayatını bile kaybedebilir. Emniyet güçlerimizin menfaati için, halkın karşısına sadece üniformalı polislerin çıkarılmasını, halkı yatıştırma amacıyla yapılan müdahalelerde sivillerin kullanılmamasını tavsiye ederiz.
Dr. M. Galip Baysan