Ayrılıkçı ve isyankâr Kürt milliyetçileri ile onların söylem ve eylemlerinin etkisiyle bir takım projeleri hayata geçirmeye ve yapmış oldukları yasal düzenlemelerle adeta bu ülkenin genleriyle oynamaya çalışanlara bir cevap olması bakımından hazırlamış olduğumuz “Anadolu’nun kapısını Türklere Kürtler mi açmıştır?” genel başlıklı yazımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz. Umarım hem bunlara iyi bir cevap vermiş hem de konuya ilgi gösteren okuyucularımızı bir nebze de olsa aydınlatabilmişizdir. Bu yazının bir amacı da Türkleri, bu coğrafyada adeta yabani ot gibi görerek, Anadolu topraklarını Türk Milleti’nin altından kaydırmaya çalışanlar ile onların yerli işbirlikçilerine, Büyük Atatürk’ün tabiriyle dâhili ve harici bedhahlara, Türklerin sadece bin yıldır değil, binlerce yıldır bu toprakların tapulu sahibi olduğunu bir kez daha vurgulamaktı. Umarım bu derdimizi de yeterince anlatabilmişizdir bu insanlara…
Önceki yazılarımızda da belirtildiği üzere(29); Hz. Peygamber’in diğer bazı uluslar hakkında olduğu gibi Türkler hakkında da birçok hadisi ve Türkler hakkında kendisine nispet edilen birçok rivayet bulunmaktadır. Ki; bu rivayetlerin, İslami literatürde “Güvenilir kaynak” olarak kabul edilen bazı hadis kitaplarında da bulunuyor olması, bu sözlerin Hz. Peygamber’e ait olduğu konusunda doğması muhtemel şüpheleri büsbütün ortadan kaldırmaktadır. Aksi durumda; bu tür kaynaklarda bulunan ve en önemlisi de birçok dini hükme mesnet teşkil eden diğer hadislerin de sahte olduğu akla gelir ki; bu da meseleyi büsbütün içinden çıkılmaz hale getirir. Dolayısıyla; bizim kanaatimize göre de Hz. Peygamber’in Türkler hakkında söylediği belirtilen sözlerin en azından önemli bir kısmı kesinlikle sahihtir(30).
Hz. Peygamber’in Türkler hakkındaki hadislerinden en bilineni ve en meşhur olanı İmam Taberâni’nin “Mu’cem’ül-Kebir” isimli eserinde de bulunan “Türkler size dokunmadıkça sakın siz de Türklere dokunmayınız. Çünkü Allah’ın ümmetime vermiş olduğu bu mülk ve saltanat nimetini ilk defa bu Kantura oğulları onların elinden çekip alacaklardır” şeklindeki hadistir. Türkler hakkında söylenen ve Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk isimli eserinde bulunan bir başka hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: “Türk dilini öğreniniz, çünkü Türlerin çok uzun sürecek bir hâkimiyetleri vardır…”.
Hz. Peygamber’in Türkler hakkında söylediği bir başka hadis ise şöyledir: “Kırmızı yüzlü ve yüzleri sanki örs üstünde dövülmüş ve derilerle kılıflı kalkanlar gibi (sağlam, geniş ve heybetli) TÜRKLER’e müjdeler olsun! Allah’a yemin ederim ki, insanlar öfkelerinden çatlasa da Allah onlara hem bu dünyada ve hem de öbür dünyada ne isterlerse verecek ve onları kesinlikle mükâfatlandıracaktır”(31).
Kaşgarlı Mahmut’un yukarıda ismi zikredilen eserinde bulunan ve ”Kutsi Hadis” tabir edilen bir başka hadiste ise şöyle buyrulmuştur: “Ulu ve Aziz olan Allah diyor ki; Benim Türk ismini verdiğim ve doğuda yerleştirdiğim bir takım askerim vardır ki, her hangi bir kavme karşı gazaba gelecek olursam o Türk askerimi işte o kavmin üstüne saldırtırım.”(32).
Bu hadislerde dikkati çeken yegâne ortak nokta, Hz. Peygamber’in, Türkleri yakından tanıdığı, onların karakterlerini yakından müşahede ettiğidir. Bu iş nasıl olmuştur? Bunun elbette türlü yolları vardır. Öncelikle Hz. Peygamber, en azından kendisine peygamberlik verilinceye kadar ticaretle meşgul olmuştur ve bu vesileyle doğudaki Basra körfezi taraflarına ve Kuzeyde Şam taraflarına yapmış olduğu yolculuklarda Türkleri yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Zira diğer milletlere mensup birçok tüccar gibi Türk tüccarlar da bu tür pazarlara gelip Asya içlerinden getirdikleri malları bu pazarlarda satıyorlardı. Mekke ise İslami dönemden çok önceki tarihlerden beri bir ticaret merkezi olmasının yanı sıra aynı zamanda bir hac merkeziydi. Türk tüccarları ve misyonerleri de muhtemelen ta Mekke’ye kadar geliyorlardı. Birçok kaynakta (Örn. Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı’nın eserlerinde) bulunan “Hz. Peygamberin, Türk yapımı bir zırh ve kılıç kullandığı sefer esnasında ise yine Türk imalatı bir çadır kullandığı…” şeklinde verilen bilgiler de bizim bu kanaatlerimizi doğrular niteliktedir. Anlaşılan Türklerle Araplar, çok eski devirlerden beri en azından ticari ilişki içinde idiler. Yani Araplar, Cahiliye döneminde bile Türkleri az-çok tanıyorlardı(33).
Ayrıca o dönemde sayıları çok az da olsa, muhtemelen Mekke’ye yerleşmiş Türk soylu insanlar bulunuyordu ki; Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, o dönemde Mekke’de meskûn olup, Hz. Peygamber’le ilişkileri bulunan Süreyc ailesinin Türkistan kökenli Türklere mensup olduğunu, ayrıca İslam’ın ilk kadın şehidi Hz. Sümeyye’nin de yine Türk olduğunu belirtmektedir. Hz. Peygamber’in, Türkler ve onların üstün karakterleri hakkındaki kanaatlerinin oluşmasında hiç şüphesiz, Türkler hakkında anlatılan efsanelerin, destanların, darbı mesellerin ve diğer rivayetlerin de payı bulunmaktadır. Çünkü Türkler, Hz. Peygamber döneminden yüzlerce yıl önce Ortadoğu bölgesine kadar yıldırım hızıyla akınlar yapmış, arkalarında birçok efsane ve kalıntılar bırakarak Türkistan bölgesine çekilmişlerdir.
Arap Müellifi El-Câhiz, II. İslam Halifesi Hz. Ömer’in Türkleri işaret ederek şöyle dediğini belirtmektedir: “Bu zararı çok, elde edilecek ganimeti az bir düşmandır”. El-Câhiz, buradan hareketle diyor ki; “Ömer, bu şekilde en iyi bir kinâye ile onlara taarruzdan menetmiştir. Araplar, çetin düşmanlık hususunda darb-ı mesel irâd ederlerse ‘Onlar mutlaka Türkler ve Deylemlilerdir’ derler”(34).
Anlaşılacağı üzere; tıpkı Hz. Peygamber gibi, halife Hz. Ömer de Türkleri yakından tanıyan birisidir. Aksi halde, hiç tanımadığı insanlar hakkında “Çetin Düşman” tanımlaması yapamazdı. Hz. Ömer’in “Düşman” tabirinden anlaşılması gereken şey, “siyasi ve askeri güç” olsa gerekir. Yoksa Hz. Ömer, durduk yerde Türkleri neden düşman olarak tanıtıp, tanımlasın ki…
M.776-869 yılları arasında yaşamış olmakla, Asr-ı Saadet dönemine yakın çağlarda yaşama ve en azından Hz. Peygamber’in sahabelerini gören kişileri görme şansını yakalaması muhtemel olan (yani Taba’it Tabiîn’den olan) El-Câhiz, Türklerin karakterleri hakkında elbette Hz. Peygamber ve sahabe döneminde de bilinen şu hakikatleri söylemektedir.
“Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık, yerme, riyâ, dostlarına karşı kibr, arkadaşlarına karşı fenalık, bid’ât nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Hîle-i şeriyye ve başkalarının malını helal saymazlar…”(35). Görüldüğü gibi el-Câhiz’in, Türklerin karakterleri hakkında söyledikleri tamamıyla İslam’ın da yasak edip, kötü saydığı hareketlerdir. Yani, El-Câhiz’in Türkler için yaptığı tanımlamalar, Allah’ın ve O’nun peygamberinin bir Müslüman’da bulunmasını salık verdiği hususiyetlerdir. Bunun sadece bir anlamı vardır, o da Türklerin, zaten bir tür Tevhid Dini olan “Gök Tengri” dinine mensup olmakla, İslam’ın özünü teşkil eden bu tür davranış kalıplarını, İslam’dan çok önceki devirlerden beri yaşıyor ve yaşatıyor olmalarıydı.
El-Câhiz’in, kitabında yer verdiği ve Türkistan’a yönelik seferde bulunan Arap İslam Orduları Kumandanı ve Arapların Horasan Valisi Cüneyd b. Abdurrahman ile Türk Hakanı arasında geçen diyaloga ilişkin bilgiler de gösteriyor ki; Türkler, İslam’ın yasak ettiği veya caiz gördüğü pek çok şeyi, esasen şu ya da bu şekilde kendi sosyal hayatlarına uyguluyorlardı(36).
Hz. Peygamber’in Devlet Başkanlarına Yazdığı Mektuplar Meselesi
Özetle; İslam’ın ilk devirlerinden, hatta İslam öncesi devirlerden beri Arabistan yarımadasında yaşayan insanlar, Türkler hakkında belli bir bilgiye, düşünceye ve kanaate sahiplerdi. Böyle bir kültür dairesinde yetişen Hz. Peygamber de Türkler hakkında oldukça yeterli bir bilgiye sahip bulunuyordu. Esasen temel görevi hak dinini tebliğ ve yaymak olan bir insanın, diğer milletler hakkında bilgi edinmemesi ve bilgi toplamaması akla ve mantığa da aykırıdır.
Öte yandan Hz. Peygamberin, sağlığında Arap yarım adasında bulunan bazı kabile reisleri ile Habeş Necaşisi Eshame (veya Asame) ve Mısır Hükümdarı Mukavkıs’ın yanı sıra Türklerin sürekli mücadele ve siyasi rekabet içinde bulundukları Bizans’ın o dönemdeki İmparatoru Herakleos’a ve İran Kisrası’na da mektup ve elçiler gönderdiği bilinmektedir(37). Hal böyle iken Hz. Peygamberin, mektup ve elçiler göndererek İslâm’a davet ettiği bu iki süper güçle aynı anda mücadele etmekte olan kendi çağdaşı durumundaki Batı Göktürk Devleti’ne karşı kayıtsız kalması akla uygun mudur? En azından bizim kanaatimize göre; asla uygun değildir.
Hz. Peygamber’in söz konusu mektupları M.628 yılı civarında gönderdiği kabul edilmektedir. O dönemde Batı Göktürkleri’nin başında Tardu’nun küçük torunu Tong Yabgu Kağan vardır ve devlet oldukça güçlüdür. Onun 628 yılındaki vefatıyla Göktürkler parçalanıp zayıflamaya başlamışlardır ama bu arada Türgişler ve Karluklar güçlenmeye başlamışlardır. Dolayısıyla; Bahreyn Emiri Münzir b. Sava, Gassani Emiri Hâris b. Ebû Şimr ve Yemâme Hâkimi Hevze b. Ali Hanefî gibi sıradan kabile reislerine bile benzer mektuplar gönderen Hz. Peygamber’in, o dönemde bile hâlâ siyasi bir güç olarak M.659 yılına kadar bağımsızlığını koruyan üstelik de I.Hüsrev Perviz yönetimindeki Sasaniler’in sınır komşusu olan Batı Göktürkleri’ni ve onun yerini almakta olan Türgişleri ve Karlukları görmezden gelmesi düşünülemez!
Bizim tahminimiz ve hatta kanaatimiz, Hz. Peygamberin kendi çağdaşı olan Batı Göktürk Devleti ve onun yerini almakta olan Türgiş ve Karluklar hakkında bilgi sahibi olduğu, hatta diğer hükümdar ve imparatorlar gibi en azından Batı Göktürk Hakanı’na da bu kabil bir elçi veya mektup gönderdiği yönündedir.
Eğer böyle olmasaydı, hiç bu savaşçı kavme karşı kışkırtıcı hareketlerden kaçınılması konusunda arkadaşlarına ve askerlerine özellikle tavsiyelerde bulunur muydu? Dolayısıyla biz “Türkler size dokunmadığı sürece siz de onlara dokunmayın.” şeklinde rivayet edilen hadis-i şerifin sahih hadis olduğunu düşünüyoruz. Hem bu hadisin sahih olduğuna, hem de Kur’an’da Mâide suresinin 54. âyetinde bahsedilen kavmin Türkler olduğuna inanıyoruz(38).
Belki akıllara “Madem Hz. Peygamber, Sasani ve Bizans ordularıyla aynı anda mücadele etmekle Anadolu’ya kadar uzanan Türk Hakanı’na da mektup gönderdi o zaman bu mektup nerede? Diğer hükümdarlara gönderilen mektuplar bugün elimizde olduğu halde, Türk Hakanı’na gönderilen mektup neden ortada yoktur?” şeklinde bir soru gelebilir. Bu soruya karşı şu türlü cevapla verilebilir:
1- Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen ve bugün elimizde mevcut mektupların doğru olduğundan emin miyiz? Öyle ya; dini hüküm içeren ünlü “Veda Hutbesi”nin bile uydurma olabileceği konusunda söylentilerin dolaştığı böyle bir zamanda, Hz. Peygamber’in, en azından dini bakımdan kayda değer bir anlamı bulunmayan mektuplarının doğru olduğu konusunda neden şüpheci davranmayalım? Örneğin bu mektuplar üzerinde şimdiye kadar bilimsel bir inceleme yapılmış mıdır? Mekke ve Medine’de bu konuda herhangi bir arkeolojik araştırma yapılmış mıdır ve bu araştırmalarda benzer materyaller bulunmuş mudur? Örneğin Topkapı Sarayı’nda bulunan ve Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen zati eşyaların, sakal ve diş parçalarının O’na ait olduğundan ne kadar eminiz? Bu eşyaları ve organ parçalarını bilimsel bir teste tabi tutmaktan neden korkuyoruz?(39).
2- Hz. Peygamber sıradan Arap kabilelerine bile mektup ve elçi gönderdiği halde Türk Hakanı’na aynı muameleyi yapmamış ve Türk Milleti’ni gerçekten de kaale almadıysa, o zaman Türkler hakkında söylediği rivayet edilen onlarca hadis neyin nesidir? Koskoca birer yalan mı? Bazıları “Güvenilir” kabul edilen hadis kaynaklarında da bulunan Türkler hakkındaki bu hadisler eğer uydurmaysa, O’na nispet edilen, üstelik de İslam adına hüküm çıkarmakta delil olarak kabul edilen diğer hadislerin doğruluğunu nereden bileceğiz?
3- Abbasilerin son dönemlerinden itibaren Arapları hâkimiyetleri altına alan Türklere karşı oluşan tarihi Arap kini, Türk Hakanı’na yazılan mektubu ya da mektupları özellikle yok etmiş olamaz mı? Bal gibi de olur!
Zira Abbasiler dönemiyle birlikte başlayan Türklerin önlenemez yükselişi, Türk düşmanlığını da beraberinde getirmiştir. Özellikle Araplar ve Farisiler, Türkler aleyhine olmak üzere Halife ve vezirler nezdinde sürekli iftira ve karalama kampanyalarında bulunmuşlar, bu kampanyalar sonucunda devletin zirvesine çıkan hiçbir Türk, zirvede iken kendi eceliyle ölme bahtiyarlığına ulaşamamıştır! Devletin önemli görevlerini üstlenmiş hemen bütün Türk Devlet Adamları, ya öldürülmüştür, ya hapse atılarak ölüme terkedilmiştir, ya da çok daha önemsiz görevlere atanarak gözden çıkarılmışlardır.
Abbasiler döneminde önemli görevler üstlenen bu devlet adamlarından bazıları şunlardır; Süleyman b. Sûl, Muhammed b. Sûl, Hammad et-Türkî, Züheyr et-Türkî, Mübarek et-Türkî, Yahya b. Da’ud el-Hursi, Ebu Süleym Ferec el-Hadim et-Türkî, Afşin Haydar b. Kavus, Aşnas et-Türkî, İnak et-Türkîî, Boğa el-Kebir et-Türkî, Ubeydullah b. Yahya b. Hakan et-Türki, Vasif et-Türki. Bunlardan sadece Aşnas Et Türkî, eceliyle ölmüştür ve öldüğünde Abbasi Ordularının başkumandanıdır. Diğerlerinin hemen tamamı hile ve desiselerle ya öldürülmüş, ya hapse atılmış, ya da uzak illere sürülmüşlerdir(40).
“Peki, Kürtler?” mi dediniz?
Peki, Türklerin Anadolu’ya girip çıktıkları ve muhtemelen yerleşmeye başladıkları zamanlarda Kürtler ne durumda idi? Bilmiyoruz! Çünkü Kürtlerin varlıklarını hissettirecek boyutta hiçbir siyasi etkinlikleri ve ortaya koydukları bir belge gözükmüyor o tarihlerde. Muhtemelen tıpkı bugünkü gibi İran Merkezli Sasaniler ile Anadolu merkezli Bizans İmparatorluğu’nun, daha sonra da Arapların boyunduruğu altında inim inim inliyor, kâh şu devletten, kâh bu devletten yana tavır alarak ve tıpkı bugün Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin yatıkları gibi kaypak bir politika izleyerek varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı.
Alparslan ordularının Suriye’den Anadolu topraklarına girip Kuzey Doğu Anadolu’ya kadar ilerleyişi sırasında en azından Güney Mezopotomya civarında Selçuklu ordusuna yardımcı olmuşlar mıdır? Allah bilir! Bir kısmı aynı dine mensup olmakla Türk ordusuna en azından sempati ile baktıkları ve ordunun iaşesi konusunda az-çok yardımcı oldukları düşünülebilir. Bu işi sırf menfaatleri icabı veya korkularından dolayı da yapmış olabilirler. Ancak Kürt aşiretlerinin ve derebeylerinin, Alparslan komutasındaki Türk Ordusu’nun zaferi sayesinde, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da oluşan otorite boşluğunu iyi değerlendirdikleri kabul edilmelidir. Türk Ordusu’nun zaferinden sonra Bizans kuvvetlerinin geri çekilmesini fırsat bilerek Anadolu’nun güneyinden ve doğusundan (Bugünkü Irak ve İran topraklarından) Anadolu’ya geçerek özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarına yerleştikleri, Türklerin de dindaşları olan bu insanların söz konusu hareketlerine genelde hoşgörü ile yaklaştıkları kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte bunlardan bir kısmının, Arapların Anadolu’ya girişlerini takiben gelip buralara yerleştikleri de kabul edilmelidir.
Dolayısıyla, o tarihlerde büyük ölçüde dağlık arazi kesimlerinde yaşayan ve genelde hayvancılık yaparak geçinen konar-göçer vaziyetteki bu insanların, Anadolu’nun kapılarını Türklere açtıklarını iddia etmek, en azından tarih ve daha da önemlisi haddini bilmezlikle açıklanabilir…
BİTTİ
________
29-bk. “Hz. Hüseyin Kerbelâ’da neden ısrarla Türkistan’a gitmek istedi!” başlıklı yazımız, ,
30- Konunun kritiği için bk. Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, ”Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler ve Türklerle İlgili Hadislerin Ortaya Koyduğu Yeni Hakikatler” başlıklı makalesi,
31-Agm.
32-Kutsî Hadis, Peygamber’in Allah’a izafe ederek söylediği sözlerdir. Bir anlamda anlamı Allah’a, lafzı Peygamber’e ait olmakla diğer hadislerden çok daha güçlü hüküm ifade eder. Kutsî Hadis, ayetlerle karıştırılmamalıdır. Çünkü ayetler de mana da lafız da bizzat Allah’a aittir.
33- Ebû Osman Amr b. Bahr El-Câhiz, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Faziletleri, s,28, Çev. Ramazan Şeşen, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara, 1967.
34-Age, s, 85,
35-Age, s, 77,
36-Age, s, 86-89. El-Câhiz’in bahsetmiş olduğu Türk Hakanı, bize göre; Türgiş veya Türkeş Devleti’nin Kağanı Sulu Çor Kağan’dan başkası değildir ve Araplarla Türklerin bu karşılaşması, Arap-Türk ilişkilerinin de dönüm noktalarından birisidir. Çünkü Türkler, belki de ilk defa bu karşılaşma sırasında İslâm Dini hakkında bazı bilgiler almış bulunmaktadırlar. Çünkü yine Câhız’ın vermiş olduğu bilgilere göre Türk Hakanı (yani bizi göre Sulu Çor Kağan) Horasan Valisi Cüneyd’le ikili görüşmelerde bulunmuş ve İslâm Dini hakkında ona sorular sorarak almış olduğu cevaplarla Türklerin değer hükümlerini karşılaştırma imkânı bulmuştur.
El-Câhiz’in sözünü ettiği ve Cüneyd ile Sulu çor Kağan arasında geçen diyalogda bulunan bir soru ve cevap, günümüz şartları düşünüldüğünde oldukça enteresan olmalıdır:
Türk Hakanı, sormuş olduğu hemen bütün sorulara Cüneyd’in vermiş olduğu cevaplar karşısında “İyi ve güzel. Büyük bir tedbir” dedikten sonra;
-“Yalancı, kovucu, saygısız (sık sık gaz kaçıran) kimse hakkında ne dersiniz?” şeklinde bir soru yöneltiyor ve Cüneyd’in;
-“Biz, böyle kimselere sürgün, ahaliden uzaklaştırma, hor bakma gibi cezalar veririz. Şahadetlerini kabul etmez, verdikleri hiçbir hükmü muteber saymayız” şeklindeki cevabı üzerine,
-“Sadece bu mu?” diyor.
Cüneyd’in;
-“Dinimize göre verilecek (başka) cevabımız yoktur” demesi üzerine, Türk Hakanı şöyle devam ediyor:
-“Bana göre kovucu, insanların arasını tutuşturan kimsedir. Böyle bir insanı, hiçbir kimseyi göremeyeceği bir yere hapsederim. Alenen yellenenin kıçını dağlar, bu hareketi yapan azasını cezalandırırım! Yalancıya gelince; sizin, hırsızın elini kestiğiniz gibi ben de onun yalan söyleyen azasını keserim! İnsanları güldürüp hafifmeşrepliğe alıştıran kimseyi ise idarem altındaki yerlerden sürgün ederim. Onu memleketimden çıkarmak suretiyle tebaamın fikirlerini ve zihniyetini düzeltirim”(bk. Age, s, 88-89).
37-NTV Tarih Dergisi’nin Eylül/2010 sayısında Hz. Muhammed’in göndermiş olduğu bu mektuplara yer verilmiş ve Necdet Sakaoğlu imzalı yazıda mektup gönderilen İran Kisrası’nın Nuşirevan olduğu söylenmiştir. Bu bilgi yanlıştır. Zira o sırada Sasanilerin tahtında oturan kişi I.Hüsrev, yani Nuşirevan değil, torunu II. Hüsrev Perviz’dir. Nuşirevan veya Anuşirvan olarak da bilenen I. Hüsrev ise Hz. Peygamber henüz çocuk yaşta iken zaten ölmüştür(M.579). II. Hüsrev Perviz, aynı zamanda Göktürk Kağanı İstemi Han’ın da ikinci kuşak torunudur. Zira II. Hüsrev Perviz, İstemi Han’ın kızı Kayen Begüm’ün, I.Hüsrev, yani Nuşirevan ile yapmış olduğu evlilikten doğan torunu IV. Hürmüz’ün oğludur. 590-628 yılları arasında Sasani hükümdarlığı yapmıştır. Hatta Hüsrev Perviz’in, Hz. Peygamber’in mektubunu yere atarak parçalamak suretiyle hakaret ettiği ve gelen elçiyi de huzurundan kovduğu rivayetleri pek meşhurdur. NTV Tarih Dergisi’nde yer alan yayınla ilgili haber için bk. .
38- Mâide Sûresi’nin 54. Âyet-i Kerimesi’nde şöyle buyrulmaktadır: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı alçak gönüllü (şevkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir”. Türklerin, tam da, bazı Arap topluluklarının İslam’dan çıkarak cahiliye devrindeki dinlerine geri dönmeye başladıkları, yani irtidat hareketlerinin başlayıp mürtedlerin türediği bir zaman diliminde İslam’la tanışmaya başlamış olmaları, söz konusu ayette bahsi geçen kavmin Türk kavmi olabileceği şeklinde bizde çok güçlü bir kanaat uyandırmış bulunmaktadır.
39-NTV Tarih Dergisi’nde konuyu inceleyen tarih araştırmacısı Necdet Sakaoğlu, bu mektupların ilk olarak ismi belli olmayan bir Osmanlı aydını tarafından 1710 yılında “Kitab-ı İnşa Mine’l-Muhtarat’il Arifîn” isimli eserde yayınlandığını söylüyor (bk.http://haber.gazetevatan.com/iste-hz-muhammedin-islama-davet-mektuplari/326309/1/gundem). Yani mektupların ilk olarak yayınlandığı söylenen eserde bile bazı gariplikler mevcut.
40-Bu bilgiler Yrd. Doç. Dr. Ekrem Pamukçu’nun “Bağdatta İlk Türkler” isimli kitabından aktarılmıştır. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1994.