Fransa’da kabul edilen Ermeni Soykırımı’nın inkârına cezayi müeyyide öngören yasayla birlikte resmi tarih tezinin 1915 masalları medya ve kamuoyunda yeniden gündeme geldi. 1915 ile ilgili ‘resmi iddiaları’ 10 başlıkta topladık. Her iddiayı, tarihsel veriler eşliğinde değerlendirdik. Ortaya çıkan sonuç resmi tarih savunucuları açısından vahim: Bu çürük tezlere dayalı resmi anlayışla Türkiye uluslararası alanda kimseye hiçbir şey anlatamaz. Kaldı ki Türkiye’de de artık “Bu masallara karnımız tok” diyenlerin sayısı giderek artıyor.
MEHMET POLATEL – NAZİFE KOSUKOĞLU
[email protected] – [email protected]
Televizyon kanallarında ya da gazete köşelerinde Fransa’ya öfke kusan resmi tarih savunucuları yıllardır kamuoyunun artık ezberlediği iddialarını üstümüze boca etmeyi sürdürüyorlar. İfade edenin tarzına ve üslubuna göre farklı şekiller alıyor olsa da resmi tarihin 1915 Ermeni Soykırımı ile ilgili temel iddialarını 10 başlıkta topladık. Her iddiayı, üstünde hiçbir tartışma ya da şüphe olmayan tarihsel veriler eşliğinde değerlendirdik. Ortaya çıkan sonuca baktığımızda, Dışişleri yetkililerine naçizane bir tavsiyemiz var: Bu resmi tarih tezlerine güvenip uluslararası tarih komisyonu filan kurmaya kalkıp da kendinizi dünyaya güldürmeyin.
‘İsyan ve ihanet’
Osmanlı devleti ‘tehcir’ kararı aldı, çünkü Ermeniler devlete karşı isyan edip, düşman devletlere yardım ettiler.
Bu iddiaya göre, imparatorluğun dört bir yanında ayaklanan Ermeniler, İtilaf Devletleri’nin saflarına geçmek suretiyle Osmanlı’yı sırtından hançerlediler. Dört tarafı düşmanlarla sarılan Osmanlı devleti, “Hainleri savaş bölgelerinden uzağa naklederek” her devletin yapması gerekeni yaptı.
‘İsyan ve ihanet’ argümanı hakkında siyaset felsefesi açısından pek çok şey söylenebilir elbette ama tarihsel açıdan bakıldığında bu iddianın dayanağı yok. Söz konusu ‘isyan’lara öncülük yaptıkları iddia edilen Ermeni örgütlerinin savaş sırasında aldıkları kararlara, uyguladıkları siyasetlere bakıldığında, bu apaçık görülür.
İttihat ve Terakki Hükümetinin I. Dünya Savaşı’na katılma kararı vermesinin hemen ardından İstanbul’da toplanan Ermeni Milli Meclisi, Ermenilerin savaş sırasında Osmanlı hükümetine sadık kalacağını ve askeri ihtiyaçlar da dahil olmak üzere devletin her türlü ihtiyacına imtina etmeden koşacağını ilan etti.
Resmi tarihte adı ‘ihanet’le eşanlamlı kullanılan Taşnaktsutyun ise 12-14 Ağustos 1914 tarihleri arasında Erzurum’da düzenlenen 8. Kongresi’nde Osmanlı Ermenilerinin savaşta kendi devletlerinin yanında yer alacağını belirtti.
21 Ağustos 1914 tarihinde düzenlenen Hınçak Partisi’nin 3. Kongresi de herhangi bir isyan çağrısı yapmadı. Tam tersine Hınçak üyeleri savaşın İttihat ve Terakki’nin dağılmasına yol açarak ülkeyi sarsabileceğini, Ermenilerin durumunu kötüleştirebileceğini savunarak, savaş ortamından duydukları rahatsızlığı tarihe not düştüler.
İsyan argümanları, resmi tarih tezince Dörtyol ve Zeytun civarında Şubat 1915’te gerçekleşen çatışmalarla örneklendiriliyor. Bu olaylara ilişkin belgeler incelendiğinde, bu çatışmaların asker kaçakları ile Osmanlı jandarması arasında cereyan eden çarpışmalar olduğu görülüyor. Bu olaylar, zamanın Osmanlı idarecileri tarafından dahi ‘genel bir isyan haliyle’ alakasız görülmekteydi. Bu noktada, bölgedeki asker kaçaklarının sadece Ermenilerden oluşmadığını, farklı etnik-dinsel gruplardan kaçakların jandarmayla çatışmaya girdiklerini de unutmayalım. Bölgedeki Ermeni köylüler ayaklanmak bir yana, bu kaçakların teslim olmaları konusunda arabuluculuk yaparak devlete yardımcı oluyorlardı. Buna rağmen ilk sürgün bu bölgede gerçekleşti.
‘Tehcirin nedeni Van isyanıdır’
Van’da kitlesel bir Ermeni isyanı gerçekleşti. Savaş koşullarında İttihatçı hükümet tehcirden başka acil bir çözüm bulmadı.
Evet, diğer bölgelerin aksine Van’da Ermeniler gerçekten ayaklandılar. Öte yandan, Van’daki ayaklanmalar soykırım kararının alınmasından ve uygulamaya sokulmasından sonra başladı. Ayaklanmanın başlamasından önce ve ayaklanma sırasında Van valisi Cevdet Bey’in bölge halkına çektirdiği zulmün ayrıntıları hem Osmanlı belgelerinde, hem de resmi tarih anlatısı içindeki kitaplarda bulunabilir.
Dönemin Erzurum valisi Tahsin Bey durumu “Van’da ihtilal olmazdı ve olamazdı. Kendimiz zorlaya zorlaya şu içinden çıkamadığımız kargaşalığı meydana getirdik ve Şark’ta orduyu müşkül duruma soktuk” sözleriyle ifade ediyor.
İsyan argümanında dikkati çeken bir diğer nokta, Ermenilerin gönüllü birlikler oluşturmak üzere Rus ordusuna katılarak Osmanlı’yı arkadan hançerledikleri iddiasıdır. Bu iddiayı savunanlar gönüllü birliklerin Osmanlı vatandaşı olmayan Kafkas Ermenilerince kurulmuş olduğu gerçeğini özenle gözlerden kaçırmaya çalışıyorlar. Kafkasya Ermenileri Osmanlı’yı ‘arkadan vurmuş’ olamazlar, zira onlar Osmanlı değil Rus vatandaşıydı.
‘Soykırım başka tehcir başka’
Soykırım değil, tehcir kararı alındı. Tehcir savaş bölgesiyle sınırlıydı. Her türlü tedbire rağmen doğal koşullardan ya da çetelerin saldırılarından kaynaklanan ölümler yaşandı.
Resmi tarih anlatısı yüz binlerce insanı ‘nakliye zaiyatı’ olarak tanımlamakta sakınca görmez. Üstüne üstlük, Osmanlı’nın savaş hengâmesinin ortasında dahi tehcir sürecini titizlikle yürüttüğünü, kafileleri korumakla görevli birimler görevlendirdiğini iddia eder. Osmanlı arşivlerinde bulunan belgeler ise bambaşka bir tarihsel gerçekliğe işaret ediyor. Bu belgelerde Osmanlı hükümetinin sürgün yollarının güvenli olmadığı konusunda defalarca bilgilendirildiği, kafilelere yapılan saldırılardan ve meydana gelen ölümlerden haberli olduğu ve hiçbir önlem almadan sürgünlere devam ettiği açıkça görülüyor.
“Tehcir” kararını insani duyarlılıkları sebebiyle uygulamak istemeyen vali, mutasarrıf ve kaymakamların önerileri dikkate alınmadı. Bu insani duruşta ısrar eden devlet görevlileri görevlerinden alındı, kızağa çekildi ya da Teşkilat-ı Mahsusa’nın düzenlediği cinayetlere kurban gittiler. “Bir ‘sevk’ talimatnamesini uygulamamak için hangi idareci canını ortaya koyar?” sorusu, resmi tarih anlatısında cevap bulmak bir yana, dikkate dahi alınmıyor.
Resmi tarih anlatısına göre, bu sevk kararı imparatorluk için güvenlik tehdidi oluşturan Ermenilerin Osmanlı’nın güvenliğini tehdit etmeyecekleri bir bölgeye sürgün edilmeleri için alınmıştı. Öte yandan, Ermeniler bir yabancı devletle asgari seviyede iletişimde bulunabilecekleri, Osmanlı’ya ‘hıyanet’ etme kapasitelerinin en az olduğu, Kayseri, Eskişehir gibi bölgelerden dahi sürülmüşlerdir. Sürüldükleri Suriye bölgesi aslında Fransızların uzun yıllardır kendilerine müdahale alanı yaratmaya çalıştıkları, savaşın ve emperyal oyunların tam göbeğinde bir bölgedir. Der Zor’un nasıl bir stratejik analizle Kayseri’den, Muğla’dan, Kastamonu’dan daha güvenli, dış çevreye daha kapalı sayılabileceği resmi tarih anlatısının ‘çözülememiş gizemlerinden’ biridir. Bu da meselenin bu politikaların bir güvenlik tedbiri olarak “tehcir” şeklinde tanımlanamayacağını gösteriyor.
‘Kötü muamele cezasız kalmadı’
Tehcir edilen Ermenilere kötü muamele edenler devlet tarafından cezalandırıldı
Resmi tarih anlatısına göre Talat Paşa tehcirde suiistimalleri olan kişilerin yargılanmasında bizzat öncülük ederek, idamlarına zemin hazırlamıştır. Bazılarına göre, bu yargılamalar devletin soykırım kararı almadığını gösteriyor. Savaş sırasında Talat Paşa’nın bazı görevlileri Divan-ı Harb-i Örfi yoluyla soruşturduğu, yargıladığı ve hatta bazılarını idam ettirdiği doğrudur ama yapılan soruşturmaların hiçbirinin nedeni işledikleri cinayetler ya da yaptıkları katliamlar değildir. Bu soruşturmalarda hedef alınan kitle yolsuzluk yapanlardır. Devlet, tehcir kararıyla birlikte Ermenilerin geride bıraktıkları malların devletin kontrolünde olduğunu bildirmiştir. Alınan karara göre, bütün mülkler komisyonlar aracılığıyla kayıt altına alınacak ve bizzat devlet tarafından idare edilecekti. Devlet bu mülklerin özel amaçlar için kullanılmasını engellemek üzere devlet memurlarının Ermenilere ait mallara el koymalarına yasak getirmişti. Buna rağmen, pek çok yerel idareci ve memur Ermenilerin mallarını zimmetlerine geçirdiler. Osmanlı Hükümeti malları kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmak istediği için malların kontrolü sırasında suiistimalleri olanları ve malları yağmalayanları yargıladı. Bu yargılamalar için üç soruşturma komisyonu oluşturuldu.
Yargılamalar esnasında katliamlarla ilgili sorular gündeme getirilmedi. Yalnızca yağma ve zimmete geçirilen mallarla ilgili sorular soruldu. Bu soruşturmaların raporlarından birinde, gördüğü cinayetleri anlatan bir şahidin komisyon başkanı tarafından azarlandığı, sadece yolsuzlukla ilgili sorulan soruya cevap verilmesinin istendiği ve ısrarla cinayetlerden bahsettiği için dışarı atıldığı kayıt edildi.
Bu yargılamalar sırasında Çerkez Ahmet ve Yakup Cemil gibi bazı Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri de idama mahkûm edildi. Fakat bunların idam edilmelerinin gerekçesi Ermenileri katletmeleri ve eşyalarını gasp etmeleri değildi. Çerkez Ahmet ile ilgili olarak Talat Paşa’nın Cemal Paşa’ya çektiği telgrafta “Kendisinin imhası her halükârda gereklidir. Aksi takdirde ileride çok zararlı olabilir” deniyor. Yakup Cemil’in idam edilme gerekçesi de İttihatçı yöneticilere karşı darbe organize etmeye çalışmasıdır. Kısacası, İttihatçı hükümet Teşkilat-ı Mahsusa içerisinde yer alan çete reislerinin gelecekte kendisi için tehdit oluşturmaları olasılığını bu yargılamalar yoluyla ortadan kaldırmak istedi.
‘Devlet şefkat elini uzattı’
Osmanlı devleti tehcir edilenlere her türlü yardımı yaptı, sürüldükleri yerlerde iş bulmaları için önayak oldu
Bu iddiaya göre Ermenilere maddi olarak ciddi yardımlar yapıldı, kendilerine sürgün bölgelerinde araziler verildi ve hatta el konulan mallarının satış bedelleri kendilerine iade edildi. Bu teze kanıt olarak tehcir talimatnamesi ve sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek belge öne sürülüyor.
Osmanlı Devleti sürülen Ermenilere maddi açıdan yardım etmek bir yana, tehcirin maliyetini bile Ermenilerin geride bıraktıkları mallar üzerinden, yani ‘emval-i metruke bütçesi’nden karşıladı. İaşe ve iskândan sorumlu Şükrü Kaya, Talat Paşa’ya Ermenilerin kitlesel olarak kendi sürgünlerini finanse etmeleri fikrini önerdi. Talat Paşa da Ekim 1915’te bu öneriyi onayladı. Öte yandan, Ermeniler sürgün sırasında rüşvet vermekten ve gasp edilmekten dolayı mali açıdan tükendiler. Bu nedenle, İttihat Terakki yönetimi, finansman politikasını değiştirdi ve tehciri emval-i metruke aracılığıyla finanse etmeye başladı.
Osmanlı devletinin Ermeni mülklerini idare etme biçimi, Ermenilere ait malların satış bedellerinin sahiplerine iade edildiği iddiasının temelsizliğini ortaya koyuyor. Devlet bu mülklerin bir kısmını, kapış kapış kapışılacak fiyatlarla şaibeli açık artırmalarla satışa sundu. Önemli bir kısmını ise devletin kendi ihtiyaçlarının karşılanması, orduya giysi ve iaşe temin edilmesi, muhacirlerin iskân edilmesi gibi amaçlarla kullanıldı. Devlet idarecilerinden sıradan halka kadar geniş bir kesim söz konusu mülkleri yağmalayıp gasp etti. Bu tarihsel bilgiler ışığında, Osmanlı Devleti’nin sürgün ettiği Ermenileri ekonomik açıdan yıkıma uğrattığı inkâr edilemez.
‘Ölü sayısı abartılıyor’
Tehcir edilenlerin sayısı 500 bindir. 200 bin kadar ölüm vardır.
Tehcir edilenlerin ve insani kaybın sayısını az gösterme eğilimi Murat Bardakçı’nın Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi’ni yayımlamasıyla sekteye uğradı, zira Talat Paşa’ya göre tehcir edilen Ermenilerin sayısı resmi tarih anlatısının çok üzerindedir. Talat Paşa tehcir sırasında vilayetlere telgraflar çekerek, vilayetlerden ne kadar Ermeni’nin sürüldüğüne ve ne kadar Ermeni’nin kaldığına ilişkin bilgileri iletmelerini istedi. Paşa’nın listesine göre tehcir edilen Ermenilerin sayısı 924 bin 158’dir. Bu listede İstanbul, Van, Antalya, Eskişehir ve Urfa gibi Ermenilerin tehcire uğradığı bazı vilayetlerin eksik olduğu düşünülürse, bu sayının daha da yüksek olması beklenebilir.
Resmi tarih anlatısının baz aldığı 500 bin rakamı, Suriye çöllerindeki kamplara ulaşabilen Ermenilerin sayısıdır. Bu belgelerin savaş koşulları altında yazıldığı ve önemli arşiv belgelerinin yok edildiği dikkate alındığında tehcirle ilgili kesin sayılara ulaşmanın mümkün olmadığı söylenebilir. Böyle bir çabaya girişmenin ne denli manidar olduğu da ayrıca sorgulanabilir. Öte yandan, Talat Paşa’nın kara kaplı defteri temel alındığında dahi 400 binden fazla Ermeni’nin sürgün bölgesine ulaşamadığı çok açıktır.
‘Tehcir savaş bölgeleriyle sınırlıydı’
Tehcir kararı Mayıs ayında uygulanmaya başlandı, ilk olarak savaş bölgelerinde uygulandı.
İlk tehcir kararı Mayıs değil, Şubat ayında uygulamaya konuldu. Zeytun ve Dörtyol bölgelerindeki Ermeniler asker kaçaklarıyla mücadele bahane edilerek iç bölgelere sürüldüler. Bu uygulamanın ilk etabında Dörtyol civarındaki Ermeniler Konya’ya tehcir edildi. 8 Nisan 1915 tarihiyle birlikte Zeytun ve Maraş’taki Ermeniler de iç bölgelere sürülmeye başlandı. Tehcirin birinci safhasındaki bu sürgünlerin geçici savaş tedbirleri olmadığı Nisan ayının ortasında Ermenilerden boşalan yerlere Müslüman muhacirlerin yerleştirilmesinden anlaşılmaktaydı. Haziran 1915’te nüfusu Müslümanlaştırılan Zeytun’un adı da Süleymanlı olarak değiştirilmişti. Sürgünlerin aylar öncesinden başladığının bir diğer kanıtı da 31 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilen Meclis-i Vükela kararıdır. Bu kararda tehcir uygulamasından bahsedilirken “nakl-ü iskanına mübaşeret ve devam edilmekde” deniyor, yani bu tarih itibariyle tehcir uygulamasına zaten başlanmıştı. Tarihsel belgeler incelendiğinde tehcir yasasının uygulamanın başlamasından sonra geçirildiği çok açıktır. Tehcirin kanunlaştırılması, diğer ülkelerin sürgünlerle ilgili haberlere tepki vermeye başlamaları, hatta Osmanlı yöneticilerinin yaşanan kırımlardan sorumlu tutulacağına ilişkin notalar vermeye başlamalarından sonra oldu. Bu tepkiler karşısında Talat Paşa hali hazırda devam eden bu uygulamaya yasal bir kılıf uydurma çabasına girdi ve olayların sorumluluğunu kendi üzerinden atarak bir hükümet meselesi haline getirmeye çalıştı.
‘Ermeniler rahat edecekleri bir yere gönderildi’
Ermeniler çöle değil, imparatorluk coğrafyası dahilinde olan Suriye’nin yerleşime elverişli bir bölgesine, verimli topraklara gönderildi
Der Zor’un yerleşime elverişsiz çöl niteliğinde bir bölge olduğunu Osmanlı idarecilerinin de bildiği, Osmanlı arşivinde bulunan çeşitli belge ve raporlardan anlaşılıyor. 1. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti çeşitli coğrafyalardan sürülen ya da göç eden Müslüman muhacirleri iskân etme sorunuyla karşı karşıyaydı. Osmanlı idarecileri bu muhacirlerden bir kısmının Der Zor bölgesinde iskan edilip edilemeyeceğini soruşturmaya başlamışlardı. Eski Der Zor mutasarrıfı Lütfi Bey bölgenin iskâna elverişli olmadığını belirten bir rapor hazırladı. Çöl niteliğindeki bölgelerin yerleşime elverişsizliğinin Osmanlı idarecileri için ne kadar gündelik bir bilgi olduğu mecliste yaşanan tartışmalardan da anlaşılmaktadır. Müslüman muhacirlerin Ege ve Trakya bölgesindeki Rum köylerine yerleştirilmesini eleştiren mebus Emanüelidi Efendi, Üsküdar’dan Basra’ya kadar boş bir sürü arazi olduğunu belirtmiş ve muhacirlerin buraya yerleştirilmesini önermişti.
Talat Paşa bu öneriyle ilişkili olarak “Bu muhacirleri dedikleri gibi oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık oralarda cümlesi açlıktan ölecekti” diyerek çöl bölgelerinin iskân için ne derece uygunsuz olduğunu itiraf etmişti. Aynı Talat Paşa 10 ay sonra Ermenilerin Der Zor’a sürülmesine bizzat karar verdi.
‘24 Nisan kurbanları masum değildi’
24 Nisan 1915’te tutuklanan Ermeni aydınlar toplumu isyana teşvik eden komitacılardı.
Bu iddiada sözü edilen 240 kişi, Ermeni ileri gelenlerine karşı düzenlenen bir operasyonla tutuklandılar. Birkaç gün içerisinde sayıları 2345’e ulaşan tutuklamalarla Ermeni mebuslardan şairlere Ermeni toplumunun deyim yerindeyse ‘beyni’ hedef alındı. Bu kişiler tutuklanmalarını takiben Ayaş ve Çankırı’ya sürüldüler. Haklarında hiçbir yargısal süreç başlatılmayan tutuklulardan 761’i öldürüldü. İlk etapta tutuklananlar arasında II. Meşrutiyet’in ilanından itibaren İttihat Terakki ile çeşitli ittifaklar yapan ve yasal parti statüsündeki Taşnaktsutyun ve Hınçak partilerinin üyeleri de vardı. Fakat tutuklanan kişilerin hepsi bu örgütlerin üyesi değildi. Bazılarının hiçbir örgütle ilişkisi yoktu. Bu kitlesel tutuklamaların hedefinde Ermeni toplumuna yönelik imha politikasının onlar tarafından uluslararası kamuoyuna aktarılmasını önlemek bulunuyordu.
‘İttihatçılar uluslararası düzeyde yargılanıp aklandı’
İttihatçılar Malta süreci ile soykırım suçundan uluslararası düzeyde aklanmış oldu.
Bu iddianın güçlendirilmesi amacıyla Yahudi Soykırımı’nda rolü olanların yargılandığı Nürnberg mahkemeleri ile Malta ‘yargılamaları’ eş tutuluyor. Oysa Malta yargılamalarının seyri bu iddiayı daha ilk bakışta çürütüyor. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra toplanan Paris Barış Konferansı’nda İngiltere’nin ısrarıyla Osmanlı’daki savaş suçlularının yargılanmasına savaşın hemen ardından İstanbul’da başlandı. Yargılama süreci Osmanlı Hükümeti’nin kendisi tarafından başlatıldı. Bu kapsamda, bazı İttihat Terakki yöneticileri ve yerel idareciler, Osmanlı Devleti’nin savaşa sokulması, tehcir sırasında Ermenilerin kırıma uğratılması gibi suçlarla tutuklandılar.
Bu süreç esnasında, İngiltere, Osmanlı Devleti’nin yargılamaları hakkaniyetle gerçekleştiremeyeceğini ve tutuklanan kişilerin serbest bırakılacağını düşünüyor ve söz konusu suçlarla ilişkilendirilen kişilerin Osmanlı toprakları dışına çıkarılmasını istiyordu. İngiltere’nin bu yöndeki teklifi müttefik güçlerce kabul görmedi, özellikle Fransa bu teklife çok sert tepki gösterdi. Fransa, barış antlaşması imzalanmadan Osmanlı Devleti’nde suç işleyenlerin Osmanlı mahkemelerinde yargılanması gerektiği kanaatindeydi. Bu tartışmalar sırasında, İstanbul yargılamaları kapsamında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idam edilmesine karar verildi ve infazı gerçekleştirildi. Bunun üzerine, Türk milliyetçisi bir grup idamı protesto etti. Bu protesto sonrasında İngiltere bütün tutukluların serbest kalabileceği ihtimalini gerekçe göstererek bazı tutukluların Malta’ya sürülmesine karar verdi. Bu karar müttefik güçler tarafından tepkiyle karşılansa da, İngiltere tutsakların kaçmasına müsait bir ortam olduğunda ısrar etti ve bu kişilerin gelecekte müttefiklerin ortaklığında kurulacak bir mahkemede yargılanıncaya değin Malta’da İngiltere’nin gözetiminde tutulacaklarını belirtti.
İngiltere 240 kişiyi savaşla ilişkili suçlardan müttefiklerin kuracağı bir mahkemede yargılamak istiyordu; bu kişilerden 70’i Malta’da tutukluydu, diğerleri ise aranıyordu. İngiliz Başsavcılığı, Ağustos 1920’de Malta’daki tutukluları tutuklanma gerekçelerini oluşturan suç iddialarına göre üç sınıfa ayırdı: İngiliz savaş tutsaklarına kötü davrandıkları iddialarıyla tutuklu bulunanlar; sürgün, yağma ve kırım suçlarıyla ilişkili olarak tutuklu bulunanlar; mütarekeyi ihlal yoluyla siyasi suç işledikleri iddiasıyla tutuklananlar. Başsavcılık, bu kişilerden sadece birinci grupta olanların kendi yargılama alanına girdiğine, diğer tutukluların barış antlaşmasının imzalanmasının ardından müttefiklerin ortak kuracağı mahkemelerce yargılanmaları gerektiğine karar verdi.
İngiltere, bir yandan Malta’daki tutukluların yargılanması için Paris’te müttefik devletleri ikna etmeye çalışırken, bir yandan da Anadolu’da bulunan 24 İngiliz savaş esirini kurtarmak için Osmanlı topraklarındaki siyasi otoriteler ile müzakere ediyordu. Önce İstanbul Hükümeti ile pazarlık edilmek istendi, Ankara ile müzakereler Kurtuluş Savaşı’ndaki gelişmelere paralel olarak gelişti. İki müzakere sürecinin de amacı değiş-tokuş yoluyla Anadolu’daki İngiliz savaş esirlerini kurtarmaktı.
Bu süreçte, İngiliz esirleri meselesi İngiltere Hükümeti’ni iç siyasette sıkıştırmaya başlamıştı. Parlamentoda bu konuya ilişkin sert tartışmalar yapılıyor, hükümet esirlerin serbest bırakılmaları konusunda üstüne düşen vazifeyi yerine getirmemekle itham ediliyordu.
İngiltere Hükümeti Türk-Yunan Savaşı’nın Kemalistler lehine ilerlemeye başlamasının yarattığı kaygılar ve iç siyasetteki konumunun bu mesele yüzünden zedelenmesi üzerine esirler konusunda geri adım attı ve bütün tutsakları İngiliz esirlerine karşılık serbest bırakmaya karar verdi. 30 Ekim 1921’de 24 İngiliz esirine karşılık, İngiltere gözetimindeki bütün Malta tutsakları serbest bırakıldı. İngiliz esirlere zalimce davranmakla suçlanan tutuklular dahi bu süreçte hürriyetlerine kavuştular.
Malta sürgünlerine ilişkin tarihsel veriler dikkate alındığında Malta sürecinin İTC’yi uluslararası hukuk nezdinde aklayan bir anlam taşımadığı ortaya çıkıyor. Birincisi, Malta sürecinin kendisi uluslararası bir yargılama zemini değil, İngiltere hükümetinin -başta Anadolu’nun işgalini kolaylaştırmak olmak üzere- siyasi amaçlarla meydana getirdiği politik bir mekanizmadır. İkincisi, Malta sürecinde başsavcılık kırım, sürgün ve yağmadan suçlanarak tutuklananlara ilişkin bir tek karar vermiştir; o da bu kişilerin İngiliz mahkemelerince değil uluslararası bir mahkeme tarafından yargılanması gerektiğidir. Yani, Malta sürecinde bu kişilere ilişkin ne dava açılmış, ne de haklarında hüküm verilmiştir. Üçüncüsü, ikinci gruptaki kişiler hukuken kırım, yağma ve sürgün suçlarından beraat etmediler; bir esir takası antlaşması uyarınca serbest bırakıldılar.
Kaynakça:
- Akçam, Taner, “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur”: Osmanlı belgelerine göre savaş yıllarında Ermenilere yönelik politikalar, İstanbul: İletişim, 2009.
- Akçam, Taner, İnsan hakları ve Ermeni sorunu: İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşı’na, İstanbul: İletişim, 1999.
- Aktar, Ayhan, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, İstanbul: İletişim, 2006
- Dadrian, Vahakn, The History of the Armenian Genocide: Ethnic Conflict from the Balkans to Anatolia to the Caucasus, Providence, RI: Berghahn Books, 1995.
- Dündar, Fuat, Modern Türkiye’nin şifresi: İttihat ve Terakki’nin etnisite mühendisliği, 1913-1918, İstanbul: İletişim, 2008.
- Kevorkian, Raymond H., Soykırımın ikinci safhası: Sürgüne gönderilen Osmanlı Ermenilerinin Suriye-Mezopotamya toplama kamplarında imha edilmeleri (1915-1916), İstanbul: Belge, 2011.
- Minassian, Gaidz ve Avagyan, Arsen, Ermeniler ve İttihat Terakki: İşbirliğinden Çatışmaya, İstanbul: Aras, 2005.
- Üngör, Uğur Ü. ve Polatel, Mehmet, Confiscation and Destruction: The Young Turk Seizure of Armenian Properties, London: Continuum, 2011.
- Yeghiayan, Vartkes, Malta Belgeleri: İngiltere Dışişleri Bakanlığı “Türk Savaş Suçluları” Dosyası, İstanbul: Belge Yayınları, 2007.
Bir yanıt yazın