Ünlü şair Süleyman Nazif’in küçük kardeşi Ali Faik Bey (Ozansoy), 1915’te Kütahya mutasarrıfıyken, sancağından hiçbir Ermeni’yi tehcire göndermemek için İttihatçılara karşı büyük bir direniş gerçekleştirmişti. Araştırmacı Arşak Alboyacıyan, ‘Kütahya Ermenileri Anı Kitabı’ adlı Ermenice eserinin sonunda onurlu faaliyetlerinden bahsettiği Ali Faik Bey ve onun gibi vicdanlı Osmanlı bürokratları anısına yayımlıyoruz.
Vicdanlı bir Osmanlı Valisi: Ali Faik Bey
SARKİS SEROPYAN
sseropyan@agos.com.tr
Soylarında pek çok edebiyatçı bulunması nedeniyle ‘Ozansoy’ soyadı verilen bir aileden gelen şair ve devlet adamı Ali Faik Bey, 1915 yılı ve öncesinde Kütahya mutasarrıflığı görevini sürdürürken, büyük bir insancıllık örneği göstererek bu sancak ve civarından hiçbir Ermeni’yi tehcire göndermemişti.
Araştırmacı Arşak Alboyacıyan ‘Kütahya Ermenileri Anı Kitabı’* adlı Ermenice eserinin sonunda, onun “şapka çıkarılası” faaliyetlerini anlatır. Istepan Istepanyan imzalı bu yazıyı ve Alboyacıyan’ın yazdığı sunuşu. Ali Faik Bey ve onun gibi vicdanlı Osmanlı bürokratları anısına yayımlıyoruz.
* Arşak Alboyacıyan, ‘Huşamadyan Gudinahayeru’
(Kütahya Ermenileri Anı Kitabı), Beyrut, Donikyan Basımevi, 1961. Sayfa 218-228)
Istepan Istepanyan’ın anılarında Ali Faik Bey
Ermeni tehciri Ermeni ve yabancı görgü tanıklarınca hayli işlenmiş bir konu olup, oldukça geniş yankılar uyandımıştır.
Fakar ne acı bir gerçektir ki yazılanlar ve yazılacaklar acıları, ıstırapları dindirmeye hiçbir zaman yeterli olmuyor.
Bir diğer gerçek ise, sözü geçen kıtal suçuna bir ulusun tamamının ortak edilemeyeceği, dahası hemfikir olmakla bile suçlanamayacağıdır.
Sayıları az da olsa bazı Türklerin, taraftar olmadıkları tehcirden birtakım Ermenileri kendi olanaklarıyla kurtardıkları, en azından göç yolunda çektikleri acıları bir nebze hafiflettikleri, minnetle anılması gereken gerçeklerdir.
Göğüs kafesinde yürek taşıyan, vicdan sahibi insanlar, ülkenin savaşta olduğu ve tek parti yönetiminin Ermeni tahciri emrini verdiği bir durumda bundan fazla ne yapabilirler, böyle bir zamanda hükümet tedbirlerine ve emirlerine karşı gelmeye kim, hangi devlet memuru cesaret edebilir, düşünebilirdi?
Fakat işte bir vali (mutasarrıf) çıkıp ülke sathında Ermeni tehciri konusunda sözün gerçek anlamıyla ve insancıl bir tavırla merkezden gelen emirlere karşı cesaretle direnerek görevini kaybetmek ve durumunu tehlikeye sokmak pahasına dikildi.
Bu yürekli ve saygıdeğer insan, Kütahya Sancağı Mutasarrıfı olup adını tehcirin kanlı sayfasına altın harflerle kaydetmemiz gereken Ali Faik Bey’di.
Burada sözü Istepan Istepanyan’a veriyoruz:
Adapazarı’ndan sürgüne
“O yıl, 11 (24) 1915 Nisan tarihinde Adapazarı’ndan benim de içinde bulunduğum on üç kişilik bir kafileyi tevkif edip sürgüne gönderdiler. Bizi taşıyan trende kader birliği edeceğimiz biri Nikomidya’dan (İzmit) diğeri Bardizag’dan (Bahçecik) iki kafileyle buluştuk. Bizi dönüşü olmayan Ankara yönüne değil de Küçük Asya (Anadolu) muhacirleri için toplama merkezi olarak seçilen ve Konya’ya iki günlük mesafedeki Sultaniye adlı kasabaya götürdüklerinde diğerlerinden daha şanslı olduğumuzu anladık. Ağustos başlarında evden ulaşan üstü örtülü kaleme alınmış bir mektuptan, İstanbul’dan gönderilen Çete İbrahim adlı bir canavar tarafından Adapazarı’ın ileri gelen Ermenilerinin Surp Hreşdagabet Kilisesi’ne hapsedilip korkunç işkencelere maruz bırakıldıklarını ve ellerindeki tüm silahların toplandıktan sonra birkaç gün içinde Derzor’a (Deyr-ül Zor) doğru yola çıkmaya hazırlanmalarının emredildiğini öğrendim.
O günlerde Sultaniye’de bulunan bizlere Ereğli’ye gönderilmek üzere harekete hazır olmamız söyleniyordu. Bu durumda, Mezopotamya yönüne sürülen kervanlara rastlayabilsek, ailelerimizle birleşebilecektik.
İki gün sonra Adapazarlıları 20-21 kişilik iki kafile halinde yola çıkardılar.
Ereğli’yi ulaştığımızda ise bizi şehre sokmadan gelecek iki katarla birlikte yukarıya doğru göndermek üzere doğruca tren istasyonuna götürdüler.
İstasyon civarı bir çadırkente dönüşmüştü. Bunlar çoğunlukla Adapazarı’ndan ilk ayrılanlar olup yola devam edebilmek için boş tren bekliyorlardı. Acınacak haldeydiler ve dizanteri baş gösterip kurban almaya başlamıştı. Bir de yağmur yağsa perişan olacaklardı. Onları yerlerinden edenlerin amacı neydi acaba? Kızıl kıyımdan sonra beyaz kıyım mı?
İçlerinde hiçbirinin ailesi yoktu ve eğer bizi yola çıkarmış olsalar onlara belki de hiç rastlamayabilirdik
Burada bir telgraf çekmek için kafile sorumlusundan, tabii el altından verilen bir rüşvet karşılığı, nasıl izin koparıp doğrudan şehre gittiğimin ve kaymakamdan “ailelerimizin gelişine kadar şehirde kalabilmek” için nasıl izin kağıtları aldığımın ayrıntılarına girmek istemiyorum. İzin kağıtlarıyla içeriye girdiğimde ise, ümitsizlik içinde kıvranan arkadaşlarımın sevincini anlatmaya sözler yetersiz kalır.
Bu hiç de küçümsenecek bir şans değildi. Öncelikle kaç gün süreceği belirsiz, açıkta ve gözaltında bekleyişten kurtulacak, belki de ailelerimizle buluşma şansını yakalayabilecek, en önemlisi de gözetimden kurtulacak ve ailelerimizle birlikte rüşvet karşılığı şehirde oturma iznimizi uzatabilecektik. Sürgün yolunda ise bir günlük gecikme bile çoğu kez kurtuluş demekti.
Elde ettiğim izin kağıtları muhafızlarımızı da sevindirmişti. Çünkü kendileri de açıkta gecelemekten ve bizi Pozantı’ya kadar götürmekten kurtulmuş oluyorlardı.
Eşyalarımızı alıp serbestçe bir otele taşındık.
O gece ilk işim bizimkilere acele yola çıkıp onları bekleyeceğim Ereğli’ye hareket etmeleri için telgraf çekmek oldu”.
Cevap mektubu gecikmedi.
(…) Telgrafımı alır almaz, ikinci kez Mutasarrıf’a müracaat etmişler. Kültürlü ve çok efendi bir insanmış. Benim durumumu anlatıp fikrini öğrenmek üzere telgrafımı takdim etmişler. ‘Buradan ayrılmayın demiş Mutasarrıf, çünkü yukarısı Ermeniler için sefalet ve ölüm demektir. Eşinize gelince, maalesef onu resmen geri getiremem, fakat ona kaçıp buraya gelmesini, sonrasını merak etmemesini yazınız’.
Ve bu vesile ile kendisi mutasarrıf olarak kaldığı müddetçe yerli veya göçmen Ermenilerin Kütahya’da kendilerini emniyette hissedebileceklerine dair bir kez daha güvence vermiş.
(…) Sultaniye ve Ereğli’de yaşayıp gördüklerimden sonra Kütahya mutasarrıfının tavsiyesine nasıl karşı gelebilirdim? Bizimkilere cevabımı beklemelerini telledim ve altı günlük bir serüven sonucu bu cevabı kendi ellerimle ulaştırmayı başarabildim.
Başarımda kuşkusuz cesaret ve becerikliliğimin dışında trenler ve istasyonlardaki görevli Ermeni memurların da katkısı oldu.
Alayunt istasyonu
Gece yarısı ulaştığım Alayunt istasyonu’ndan, tedbirli hareket ederek yayan ayrıldım. Emniyet bakımından kimseye görünmek istemediğimden gün doğarken kente girmeyi tasarlamıştım. İyi bir rastlantı sonucu, Adapazarlı eski bir öğrencimle karşılaştım ve onun öncülüğünde bizimkilere ulaştım.
(…) Bizimkilerle birlikte iki yıldan beri benim özel okulumda öğretmenlik görevini sürdüren ve bize ailemizin bir ferdi kadar yakın olan Bayan Şuşanik Solakyan (İstanbullu, daha sonra Bayan Terziyan, Kahire) sürgüne çıkarılmıştı. Bunu öğrenen mutasarrıf, ona İstanbul’a dönek için bir yol izni (pasaport) vermiş. Ben Kütahya’ya vardığımda o da birkaç gün içinde dönmeye hazırlanıyordu.
Hemen mutasarrıfı ziyaret edip gelişimi bildirmeyi uygun gördük. Ben, Bayan Istepanyan ve Bayan Şuşanik öğleye doğru dairesine gittik. Ermeni öğretmenlerin geldiğini haber verdiklerinde, çalışma odasının kapısında hürmetle karşıladı bizi. Beni tanıştırıp birkaç saat önce geldiğimi söylediklerinde, ‘gelmeyi başardığınıza çok sevindim’ diyerek oturmamızı rica etti. Sigara ikram edip kahve ısmarladı. Yakayı ele vermeden nasıl olup da kaçmayı başardığımı sordu. Kısaca anlattım serüvenimi. Gülümsedi ve becerimden dolayı kutladı.
Daha sonra yolumun üzerinde, istasyonlarda Ermeni göçmenlere rastlayıp rastlamadığımı ve durumlarını sordu.
– Ereğli’den Alayunt’a tüm istasyonlar Ermeni göçmenlerle dolu. Hepsi de acınacak durumda, dedim.
– Yapılanlar insanlık vicdanına karşı, ama elimizden birşey gelmez, dedi ve kısa bir sessizlikten sonra ekledi.
– Sizin burada bundan böyle korkmanın için bir sebep yok. Hiçkimse sizi rahatsız edemez, bu konuda korkunuz olmasın.
Genelde Ermenilere, özellikle de bize gösterdiği korumacı ve insancıl tutumuna teşekkürlerimizi sunduktan sonra ayağa kalktık. Kapıya kadar geçirdi bizi ve:
– Eğer herhangi bir şekilde sizi rahatsız eden olursa, dedi, makamımda ya da evimde bana başvurmaya kesinlikle çekinmeyin.
Kurtarılan aileler
Ali Faik Bey tanınmış bir Türk yazarı ve devlet çevrelerince saygı gören Süleyman Nazif’in kardeşi olup kendi de Türk edebiyatının kabiliyetli şairlerindendi ve o zamanlar henüz 38-40 yaşlarındaydı. Bu ilk görüşmede Ali Faik Bey bende kültürlü, efendi ve vicdanlı, aynı zamanda hür fikirli ve kararlı bir insan izlenimi bırakmıştı. Sonraları kendisini daha yakından tanıyıp, o fırtınalı günlerde Ermenilere yürekten yaklaşımına ve bin civarında aileyi kurtarmasına tanıklık ettiğimde bu izlenimim daha da güçlendi.
Sözü geçen ailelere gelince, bunların 450’si yerliler olup, diğerleri onun izniyle Kütahya’da barınabilmiş Adapazarlı, İzmitli, Eskişehirli, Bursalı göçmenlerdi. Bu sonunculardan çok sayıda çalışan ve zanaatkar sınıftan aileler onun önerisiyle gönüllü olarak köy ve kentlere yerleştirilmişlerdi. Bu uzak görüşlü düzenleme bir yandan bu insanlara geçim kolaylığı sağlamak, bir diğer yandan da şehirde Ermeni nüfusun fazla göze batmaması içindi. Aynı zamanda kaymakamlara ve köylülere de bu bahtsız Ermenilere iyi gözle bakıp rahatlarını sağlamaları söylenmişti.
Ve bunlar daha hiçbir şey değil. Onun hakkında anlatacağım başka inanılmaz şeyler de var. (…)
O günlerde, Ali Faik Bey Kütahya’dan tek bir aileyi sürgüne gönderdi. Bu ailenin suçu ise onun tüm ısrar ve tehditlerine karşın Müslüman olmaktı.
Olay şöyle gerçekleşti.
Yıl sonuna doğru (1915) kendisi sekiz on günlüğüne İstanbul’a giderken yerine vekili Kemal Bey’i bırakmıştı.
Kütahya’nın Ermeni düşmanı bir Çerkes olan polis müdürü, mutasarrıfın yokluğundan faydalanarak, benim de içinde yer aldığım bir listeyle on-on iki Ermeni’yi yirmi dört saat zarfında karakola çağırmıştı.
Öğrendiğimize göre bu davet bizleri şüpheli ve istenmeyen insanlar olarak özellikle sürmek içindi. O gece bizi tehdit eden bu talihsizliğe bir kurtuluş çaresi bulabilmek üzere birimizin evinde toplandık. Hepsinin düşüncesi Müslüman olmak için vakit geçirmeden başvuruda bulunmaktı. Ben bu fikre mutasarrıfın yokluğuna dikkat çekip karşı çıktım. Üstelik ona vekalet eden Kemal Bey de en az Ali Faik Bey kadar Ermeni dostu, iyi bir insandı. Onun olurunu almadan polis müdürü kimseyi sürgün edemezdi. Kemal Bey ise böyle bir karara kesin karşı çıkardı. Dahası, ailelerimiz olmadan sadece erkekler sürgüne gönderileceğimize göre kaçıp kurtulmak, bir yerlere saklanıp geri dönmek olasılığı vardı. Bunun deneyimini geçirdiğimi söyleyip ekledim: ‘Ölsem dahi, evlatlarım için hiç kimse aslını inkâr edenin çocukları diyemez’.
İkna edemedim ve toplantıyı terk etmek zorunda kaldım. Ertesi sabah topluca din değiştirme dilekçelerini yazıp verdiler. Kemal Bey bana, olanları kendisine güvensizlik olarak gördüğünü söyleyerek üzüntüsünü belirtti. Formaliteler yerine getirilmişti ve sıra isim değişiklikleriyle sünnet olmaya gelmişti.
Kütahyalı Ermenileri nasıl kurtardı?
Kadere bakın ki buna bir gün kala Ali Faik Bey döndü. Neyse ki, Kemal Bey’in ilk işi ona, on kadar Ermeni’nin İslamiyeti kabul ettiğini yazmak olmuş.
Ertesi gün Müslüman adayları bu kez Meclis-i İdare’ye başvurmak üzere Hükümet Konağı’na gittiler. Toplantı başlamadan Ali Faik Bey Meclis’in dışında bekleyen Ermeniler’in niçin geldiklerini sorar.
– Kendi serbest iradeleriyle İslamlığı kabul etmek üzere başvurdular ve başvuruları kabul edildi, diye cevaplar Müftü.
– Bir Ermeni İslamiyeti kabul için baskı veya zorunluluk olmadan kesinlikle başvuruda bulunmaz, diye konuşur Ali Faik Bey.
– Aldığım haberlere göre onlar sürgüne gitme korkusuyla başvuruda bulunmuşlar. Bu olay da Meclis’imizin yüzkarasıdır.
Toplantıya katılanlar kesinlikle böyle bir baskı olmadığını iddia ederler.
– Şimdi görürüz, diyen Ali Faik Bey, polis müdürünü çağırtıp sorar:
– Birkaç gün önce birtakım Ermenileri makamınıza çağırtmışsınız. Bu davetin nedenini söyleyebilir misiniz?
Polis müdürü oldukça tedirgin:
– Beyim, ne iş yaptıklarını soracaktım? Cevabını verir.
Bunun üzerine Ali Faik Bey, aşağılayıcı bir tavırla:
– Ne o? Yoksa onlara sermaye mi tahsis edecektiniz? Diye alay eder ve tereddütsüz ekler:
– Hazırlanın, en geç on-on beş gün içinde buradan gidiyorsunuz.
– Affedin beyim, diye yakarır polis müdürü. Kış kıyamette çoluk çocuk nasıl giderim?
– Bu zavallı Ermeniler için kış kıyamet değil miydi? Onlara acıdınız mı? Gidin ve derhal hazırlanın, diye kesin emir verir Ali Faik Bey.
Sonra da toplantıdakilere dönerek:
– O dilekçelerin hemen şimdi yırtılıp imha edilmesi gerek, Ermenilere karşı gerçekleşen mezalime Kütahya Türkleri bugüne kadar katılmadı ve bugünden sonra da katılmayacak, der.
Tüm meclis, hatta müftü mutabık kalırlar. Bunun üzerine Ali Faik Bey dışarıda bekleyen Ermenileri içeri çağırtır ve şu sözleri söyler:
– Sizleri İslamlaşmak için dilekçe vermeye zorlayan neden malümumuzdur. Sizleri sürgüne gönderme vicdansızlığını hiç kimse göstermeyecek. Alın dilekçelerinizi ve bu Meclis’in huzurunda kendi ellerinizle yırtın.
Hepsi de dilekçelerini alıp yırtarlar. Sadece biri inandığı için başvurduğunda ısrar eder ve fikrini değiştiremez.
Ali Faik Bey ona şu sözleri söyler:
– Müslümanlığı kabul ettiğin takdirde, diğerlerine örnek olması için bir tek seni, ailenle birlikte Kütahya’dan süreceğim.
Fakat o bu tehdidi şaka olarak görür ve alelacele kalan formaliteleri ve muameleyi bitirir.
Meclis-i İdare’deki bu olayın ayrıntılarını Cuma günü okulu ziyaretinde Kemal Bey anlattı. Aradan on beş gün geçmeden merkezden polis müdürünün tayin emri geldi ve o başka bir yere taşındı.
Ali Faik Bey aynı şekilde Müslüman olmayı kabul eden Ermeniyi, tehdidini yerine getirip ailesiyle birlikte sürgüne gönderdi.
Pek iyi hatırlamıyorum, ama o kişi, ya Şam, ya da Halep’te kalmayı başarmıştı. Ateşkesten sonra ise sağ salim, ama yeniden Ermeni dinine dönmüş olarak geri gelmişti.
Bir Ermeninin Müslüman olmasını affedilmez bir suç telakki ederek ona en ağır cezayı uygulayan bir Türk düşünebilir miydiniz?
Ermeni okulunu açtırdı
(…) Eylül başlarındaydı ve ‘yakın akrabam’ olan bir aileyi Alayunt’tan şehre naklini sağlamak için izin kağıdı rica etmeye Ali Faik Bey’i ziyarete gitmiştim. Kağıdı alıp çıkarırken:
– Vaktinizi nasıl geçiriyorsunuz? diye sordu.
– Bir işim olmadığından, evden kahveye, kahveden eve, cevabını verdim.
– Niçin Ermeniler okullarını açmıyor ve siz de orada bir görev almıyorsunuz? diye sordu.
– Buralı Ermeniler şu anda yerlerinde ne kadar kalacaklarını bilmediklerinden okul falan düşünmüyorlar, diye izah ettim.
– Vay, demek öyle? dedi hafif bir tebessümle.
İki gün sonra dini önder vekiline okulu açmasını, benim de müdürlüğüne atanmamı resmi bir yazıyla tavsiye ediyordu.
Mutasarrıfın Ermeni okullarının açılması konusundaki resmi tebliğinin yerli ve göçmen Ermeniler arasında nasıl sevinç yarattığını söylemeye gerek var mı? Zira bunun anlamı Ali Faik Bey’in sancak Ermenilerini yerlerinden çıkartmama konusundaki kararından dönmeyeceğiydi.
Okullar derhal açıldı. Ana sınıfı ile kız ve erkek okulları üç gün içinde doldu. Yerliler kadar göçmen çocuklarından öğrencilerimiz oldu.
Anlaşılır nedenlerle, Tahrirat Müdürü Kemal Bey’e büyük sınıflara iyi bir ücretle haftada dört saat Türkçe dersine girmesi teklifini götürdüm. Zevkle kabul etti. Kemal Bey Mutasarrıfın güvenini kazanmış bir insandı ve çok samimiydik. O da hükümetin zulüm politikasına kesinlikle karşıydı.
– Bu katiller günün birinde dünyanın vicdanı önünde hesap verecekler, dedi.
Biz de aynı kanıdaydık. Fakat görüldüğü gibi, vicdan yer yüzünden yok olmuştu.
İlk kez bir de Türk ana sınıfı açtırdı Ali Faik Bey ve müdürlüğüne de Bayan Istepanyan’ı atadı. Onun yardımcılığına da üç Türk, bir de Adapazarlı Ermeni öğretmen hanım verdi.
(…) Ali Faik Bey Türk kız okulunda da üç Ermeni kadın öğretmene görev vermişti. Bunlardan ikisi Bursalı, sonuncusu da Bayan Hayganuş Torosyan (sonradan Paris’te şarkıcı) Adapazarlı idiler.
(…) Ali Faik Bey’i onun gösterdiği Ermeni dostluğunu, daha doğru ifade etmek gerekirse insancıl yönünü, oldukça ayrıntılı resimlerle size anlatmaya çalıştım. Bunu yapmak, benim gecikmiş bir vicdan borcumdu.
Savaş sonrası ona layık olduğu şekilde şükran borcumuzu ödememiz gerekiyordu. Bu borcu ödemek için geç kaldık. Ali Faik Bey’in bir Türk devlet görevlisi olarak Ermenilere karşı işlenen büyük cinayete vicdanının sesine kulak vererek karşı çıktığını, ismini lekelemediğini yazarken haklıydım. O güçlü hükümetin zalim tutumuna çekinmeden karşı çıkarak olabildiğince, elinden gelebildiğince Ermenileri ölümden kurtardı.
Ali Faik Bey gibi bir başka görevlinin de bulunduğundan söz edilemez. Gerçi İzmir Valisi Rahmi Bey de Ermenileri İzmir’den sürmedi. Fakat bu iki olayı birbirine bağlayamayız. Ali Faik Bey inançları doğrultusunda hareketle vicdanının sesini dinlerken, bilindiği gibi Rahmi Bey İzmir Ermenilerini büyük bir rüşvet karşılığında sürgüne göndermedi. Yerel Ermeni zenginleri onun güç ve etkisini kendi yararları için altınla satın almışlardı.
Istepan Istepanyan
Talat Paşa’yla çatıştı
– Genel Ermeni tehciri henüz hükümette gizli bir proje iken, Süleyman Nazif kardeşine bu konuda yazar ve Kütahya mutasarrıfı olarak pasif de olsa kesinlikle bu barbarlığa katlanmamasını, aile şerefine leke sürmemesini öğütler. Ali Faik Bey hassasiyeti kadar pratik zeka sahibi ve uzakgörüşlü bir insan olarak şehrin Türk ileri gelenleriyle İttihat yöneticilerini davet ederek Kütahya Ermenileriyle ilgili düşüncelerini ister.
Hepsi de maksattan habersiz gayet iyi şahadette bulunurlar. Ali Faik Bey hepsinden aldığı yazılı şahadetleri imzalatıp çekmeceye atar.
Tehcir başlayıp da her tarafta Ermenilerin mal ve mülklerini yok pahasına elde edenlerin büyük servetlere sahip olduğunu gören Kütahya’daki İttihatçılar mutasarrıfa müracat edip ‘vatan hainleri için sürgün’ emrini imzalamasını isterler. Ancak, ‘Ermeniler yakın zamana kadar iyi, dürüst insanlardı da şimdi mi vatan haini oldular?’ diyerek çekmecesinden çıkardığı imzalı evrakı kendilerine gösterir Ali Faik Bey.
– O zaman hükümeti aldattıysanız eğer, suçlu olursunuz. Yok eğer şimdi suçsuzlara iftira ediyorsanız kesinkes vicdansızlıktır diyerek İttihat’tan gelen heyeti yolcu eder.
Ancak bunlar aldıkları dersten utanmak yerine aynı isteği, üstelik Ali Faik Bey’i de ‘hükümete karşı ve Ermeni dostu’ diye itham ederek Talat’a (Paşa) götürürler.
Kasım ayının yarısıydı. Bir cuma öğle sonrası nedenini anımsayamadığım bir iş için Bayan Istepanyan ile Ali Faik Bey’in evine ziyarete gitmiştik.
Ali Faik Bey dışarıya çıkmaya hazırlanıyordu.
– Telgrafhaneye gidiyorum, dedi. Mecburum, Talat Bey çağırmış. Sanırım sorun Ermeni tehciri. Bu konuda kesin çatışma olacak. Sonucu duymak için dönüşümü bekleyiniz ve galibiyetle dönmem için dua ediniz.
Yokluğunda, onun kadar iyi yürekli bir Türk hanımefendisi olan eşi bizi umutlandırmaya çalışıyordu.
Bize çok uzun gelen bir zaman, heyecan içinde bekledik. Sonunda geldi Ali Faik Bey; yüzü ve gözleri neşeyle parıldıyordu.
– Gözünüz aydın olsun, dedi. Kütahya’da bulunan Ermeniler kurtuldu.
Ve görüşmelerini kısaca anlattı.
Talat ona her yerde olduğu gibi Kütahya’dan da Ermenilerin çıkartılarak Mezopotamya’ya gönderileceğini söylemiş.
Ali Faik Bey de Kütahya Ermenileri için böyle bir işlemin vicdanına ters düştüğünü söyleyip Ermeniler lehinde tüm kanıtları görüşüne sunmuş. Talat ısrarla bu düzenlemelerin tüm Ermenileri kapsadığını, Kütahya’ya ayrıcalık tanınmayacağını belirtmiş.
Bunun üzerine Ali Faik Bey son kozunu oynamak zorunda kalıp şu sözleri söylemiş (sözlerini kelimesi kelimesine yazıyorum):
– Bu durumda, ben bu cinayeti işleyemeyeceğime göre istifamı kabul buyurun ve halefimi tayin edin ki emirlerinizi uygulasın.
– Hayır, hayır diye cevaplamış Talat, madem öyle sen al Ermenilerini ve yerine otur.
Ali Faik Bey sürgünden işte böyle koruyabildi yerli ve göçmen Kütahya Ermenilerini.
Ali Faik Bey’in güvendiği ve Talat’ın geri adım attığı güç benim için bilinmeyen olarak kaldı.
İttihatçılar Ali Faik Bey’in bu galibiyetine kuduruyor, ama ellerinden birşey gelmediğinden, her sokağa çıktığında serseri takımına arkasından “gavur mutasarrıf” diye bağırtıyorlardı.
Bir yanıt yazın