ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Şubat ayında göreve başladıktan sonra üç defa Türkiye’ye gelmiştir. İkinci gelişinde İstanbul’da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüştükten sonra düzenlenen ortak basın toplantısında devam etmekte olan İmralı süreci konusundan söz ederken “Türkiye halkı” ifadesini kullanmıştır.
ABD Dışişleri Bakanı seleflerinin aksine, bir jargon değişikliği yaparak “Türk halkı” (Turkish nation/Turkish people) ifadesi yerine “Türkiye vatandaşları” (Turkey’s citizens) ifadesini tercih etmiştir.
ABD Büyükelçiliği de PKK terör örgütünü “Kürt ayrılıkçı grup PKK” olarak tanımlamıştır:
“The secretary paid homage to Turkey’s efforts to peacefully end its struggle with the Kurdish separatist group, PKK. ‘Difficult steps lie ahead, but the foreign minister and I are confident that a lasting peace will improve the lives of all of Turkey’s citizens,’ he said. He urged the Turkish government, in its plans to redraft the constitution, to keep the protection of universal rights and basic freedoms at the center of the process.” ()
PKK, ABD ve Avrupa Birliği tarafından terörist bir örgüt olarak tanınmasına rağmen ABD Dışişleri Bakanı’nın PKK’dan terörist bir örgüt değil de “ayrılıkçı grup” (separatist group) olarak söz etmesi, acaba bir tesadüf müdür yoksa bilinçli bir politikanın uygulamaya konulması mıdır?
PKK, Birleşmiş Milletler, NATO ve Avrupa Birliği tarafından terör örgütü olarak kabul edilmiş ve NATO Genel Sekreteri tarafından da terör örgütü olarak tanımlanmıştır: “NATO Secretary-General Jaap de Hoop Scheffer said on Monday in Ankara that the Kurdish Workers’ Party (PKK) was certainly a terrorist organization. He said that fight against terrorism required an international cooperation, adding that the United States, the European Union and the United Nations included PKK in their lists of terrorist organizations.” )
U.S. Departman of State sayfasında da PKK açıkça en aktif terörist örgüt olarak belirlenmiştir : “The Kurdistan People’s Congress (also known as Kongra Gel or KGK; formerly the Kurdistan Workers’ Party, or PKK) is the most active terrorist organization in Turkey.”
Buna rağmen ABD Dışişleri Bakanı’nın PKK’yı “Kürt ayrılıkçı grup PKK” olarak tanımlamasının acaba bir sebebi mi vardır?
Eğer eski ABD Başkanı Wilson’un bir Amerikalı olduğunu ve Wilson ilkelerini bilmesem, bundan bir anlam çıkarmam ve üstünde bile durmam.
Wilson ilkeleri, dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson’ın 8 Ocak 1918 günü ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada söz ettiği ilkelere verilen addır. On Dört Madde (Fourteen Points) olarak anılan bu on dört ilke, ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmasını istediği dünya düzenine ilişkin görüşlerini ifade eder.
Wilson ilkelerinin 12’nci maddesi Türkiye Cumhuriyeti açısından çok önemlidir. Çünkü, hafıza-i beşer nisyan ile malüldür.
Bu ilke ile Osmanlı imparatorluğunda Türklerin oturdukları bölgelerin bağımsızlığının sağlanması, Türk egemenliği altında bulunan diğer uluslara da özerklik için bir fırsatın sağlanması öngörülmüştür.
Sevr Anlaşması, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında 10 Ağustos 1920‘de Paris’in Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi’nde (Musée National de Céramique) imzalanmıştır. 433 maddeden oluşan Anlaşma’da Büyük Ermenistan ve Büyük Kürdistan’ın kurulması öngörülmüştür.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında mağlup Osmanlı Devleti ile imzalanan Sevr Anlaşması’na göre (Md.88-93) Osmanlı Devleti Ermenistan’ı tanıyacak, Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecekti.
Dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson, 22 Kasım 1920‘de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan’a vermiştir.
Sevr Anlaşması’na göre Osmanlı topraklarında bir de Kürt Bölgesi kurulacaktı. (Md. 62-64)
İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir Komisyon Fırat’ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni oluşturacak, bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti’ne bağımsızlık için başvurabilecekti.
Bu köşede 25 Temmuz 2010 tarihinde yayınlanan yazının başlığı “Sevr, Demokratik Özerklik ve Büyük Kürdistan” idi. Şimdi o yazımdan kısa bir pasajı sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Diyarbakır Silvan’da 13 şehidin verildiği günde Demokratik Toplum Kongresi demokratik özerklik ilan etmiştir. Kongre’de BDP’yi temsil eden Batman Milletvekili Bengi Yıldız, Taraf Gazetesi‘nden Neşe Düzel’e demokratik özerkliğin ne anlama geldiğini kendine göre açıklamıştır.
Yıldız, Demokratik Özerklik (muhtariyet-i mahalliye) ilan edilen bölgenin Kürdistan olduğunu belirterek bu bölgenin Sivas Koçgiri, Maraş’ın bir kısmı, Erzincan, Malatya, Elazığ tarihsel olarak Erzurum, Van, Ağrı, Batman, Diyarbakır ve Doğu ve Güneydoğu’nun tamamı olduğunu söylemiştir.
Sevr Anlaşması’nda da bu iller Türkiye’nin sınırları dışında tutulmuştur. Ne garip değil mi?
Düzel’in Antep, Adıyaman, Siirt gibi iller de demokratik özerklik ilan edilen bölgenin içinde mi sorusuna ise ‘Şimdi şüphesiz hedeflenen öyledir’ cevabını vermiştir: ‘Ben bir milletim. Ben bir halkım. Benim dilim, kültürüm, tarihim var. Anadilimde eğitim görmek istiyorum. Kendi kendimi yönetmek istiyorum demek için BDP’ye oy vermek mi gerekir? AKP’ye oy veren insanlar da bunu pekâlâ talep edebilirler.’
Demokratik özerkliğin olduğu iller devletten yardım alacak mı yoksa tamamıyla kendi yağıyla mı kavrulacak sorusuna, ‘Kendi yerelinde topladığı vergiler, şüphesiz oranın kalkınmasında ve Türkiye’nin diğer bölgeleriyle arasındaki makasın kapanmasında yeterli olmaz. Merkezin, pozitif ayırımcılık uygulayarak orayı desteklemesi gerekir. Yani Ankara’ya vergi vermemesi ama devletten yardım alması lazım. Geri kalmış yörelerin hepsi için bu böyle olmalıdır. Çünkü bu bölgeler yıllardır ihmal edildi. Devlet Ege’ye, Marmara’ya yatırım yaptı” demiştir.
Neşe Düzel sormaya devam diyor.
DTK’nın demokratik özerklik ilan ettiği illerde, devlet olmaz öyle şey dedi. O zaman ne olacak? Topyekûn bir halk ayaklanması mı düşünülüyor?
‘Türkiye Cumhuriyeti, kendisini evrensel ölçülere uydurmak zorunda… İlan ettiğimiz şeyi ya kabul edecek ya kabul edecek… Başka bir şeyi var mı yani? Kabul etmezse gelsin hepimizi öldürsün, biz bunun mücadelesini vereceğiz. O zaman Kürtler olarak biz de bir araya gelip toplanacağız, değerlendirmeler yapacağız. Senin taleplerini hiçbir şekilde kabul etmiyorum demek bağları koparmaktır. Biz bağları koparmaktan yana değiliz. Taleplerin kabul edilmemesi bu hareketi radikalleştirir ve bağları koparmaya doğru götürür.’
Peki, bu özerklik işi yürümezse ne olacak?
‘Şu âna kadar ne oluyordu… Otuz yıldır ne oluyorsa, o olacak… Bu ülke bir imparatorluğun bakiyesidir. Burası çok dilli, çok dinli bir topluluktur. Ama Cumhuriyet bunu inkâr etti! Türkiye, yerel yönetimler, medeni ve siyasi haklar ve anadil konularında altına imza attığı uluslararası sözleşmelerdeki çekincelerini kaldırsa…’
Sonuç ne olur?
‘Demokratik özerkliğin içini büyük ölçüde doldurur. Bunlar çağdaş ve evrensel sözleşmelerdir. Bu sözleşmelerin kabulü, önemli bir başlangıç olur. Bu kabul, Türkiye’yi de rahatlatır, bizi de. Demokratik özerklik ilanı Türkiye’nin üniter devlet yapısı içinde bir barış formülasyondur. Bunun görülmesi lazım…’
Banu Avar, 14 Temmuz’da Bengi Yıldız’a soruyor: ‘91 yıl önce Sevr anlaşması imzalanmıştı…Sevr, iki aşamada uygulanacaktı. Önce yerel özerklik sağlanacaktı. Suriye, Irak ve Türkiye sınırındaki bölge özerk olacaktı. Sonra, Bağımsız Büyük Kürdistan kurulacaktı. Milletler Cemiyeti özerklik isteyenlerin arkasında duracaktı! Türkiye, bu bölgeler üzerindeki bütün hak ve sıfatlarından vazgeçmek zorunda kalacaktı. Plan 1920 de buydu… Başarısız oldu. Peki ya şimdi…’
Büyük önder Mustafa Kemal Sevr’de Kürtler ve Ermenilerin ortak bir devlet kurma yolunda adımlar attığını öğrenince, Doğu’daki bazı Kürt aşiretlerini örgütleyerek Sevr’e protesto telgrafları göndertmiştir.
22 Şubat 1920 tarihinde Erzincan havalisindeki Baban, Basuranlı, Bodmanlı, Bal, Medarlı, Göçerli, Abbas, Rol, Şadi ve Şişanlı aşiretlerinin reislerinden Fransız Yüksek Komiserliği’ne çekilen telgrafta, “Barış Konferansına bildiririz ki Kürtler, soy ve din olarak Türklerle aynı ülke içerisinde birleştikleri yasal kardeşlerdir. Osmanlı Hükümeti’nden başka hiç kimsenin Kürtler adına konuşma hakkı yoktur. Ermenilerle iş birliği yapma çabaları sonuçsuz kalacaktır. Barış Konferansı’nın dikkatine sunuyoruz ki bizi Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayırmak için varlığımızdan hiçbir şey bırakmaksızın yok etmeleri gerektiğini kendilerine bildiririz” deniyordu.
Mustafa Kemal’in 23 Nisan 1920 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nin açış konuşmasındaki sözleri, Türk-Kürt ittifakının hala önemli olduğunun kanıtıydı: ” Efendiler bu hudut sırf askeri mülahazalarla çizilmiş bir hudut değildir, hududu millidir, Bu hudut dahilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve anasırı saire-i İslamiye vardır… Efendiler, burada maksut olan ve Meclisi alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı islamiyedir, samimi bir mecmuadır.“ (Atatürk”ün Söylev ve Demeçleri, C. I. 1997, s. 30 ve 74-75)
Bütün bu gerçekler bilinmesine rağmen ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin daha önce hem kendisi, hem de selefi Hillary Clinton tarafından kullanılan “Türk halkı” ifadesini “Türkiye vatandaşları” olarak değiştirmesi, bana Sevr’i ve Wilson’u hatırlatmıştır.
Oysa Kerry ABD Dışişleri Bakanı olduktan sonra geldiği Ankara’da, Anıtkabir’e yaptığı ziyaret sırasında Şeref Defteri’ne “Türk milleti” yazmıştı: “Bir asker, bir devlet adamı, bağımsızlığın ve eğitimin şampiyonu Mustafa Kemal Atatürk; Amerikan halkının temsilcisi olarak Türk milletine ve onun büyük liderine saygılarımı sunmaktan dolayı şeref ve gurur duydum” ifadesini kullanmıştı.
ABD’nin bir önceki Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da, gerek konuşmalarında, gerekse Türkiye konusunda yaptığı yazılı açıklamalarda hep “Türk halkı” (Turkish people) ifadesini kullanmıştı.
Clinton, Türk savaş uçağının Suriye tarafından düşürülmesi olayının ardından yayınladığı yazılı taziye mesajında, “ABD, Türk hükümetine güçlü desteğini ve bu olay çerçevesinde Türk halkı ile dayanışma içinde olduğunu bir kez daha teyit eder” ifadesini kullanmıştı.
ABD Başkanı Obama, 6 Nisan 2009‘da TBMM’de yaptığı konuşmada, tam sekiz defa “Türk” kelimesini kullanmıştı.
Türkiye’den ABD’ye göç edenler için “Türk kökenli Amerikalılar” ifadesini tercih eden Obama, Türkiye’nin AB üyelik sürecinden söz ederken de “Türk üyelik süreci” demişti.
Obama, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sorunlara değindiği bölümde de “Türk halkı” ifadesini kullanmıştı.
Acaba Kerry’deki bu dönüşümü nasıl yorumlamak gerekir?
***
Sevgili Okurlar,
Geçen haftaki yazımla ilgili çok sayıda okurumdan olumlu tepkiler aldım.
Bununla birlikte eczacı bir okurum benim konuyu abarttığımı ifade ederek bazı kesimlerin Türk yerine kullandıkları “Türkiyeli” ifadesinin “ Türkiye” olarak kullanılmasının doğru olacağını bana iletmiş ve Baskın Oran’ın bu ifadeyi kullanmadığını iddia etmiştir.
Oysa Oran A Haber’de Selin Ongun’un sunduğu Bi Sormak Lazım programında “1924 Anayasası’ndan bu güne kadar kullanılan Türk üst kimliği fevkalade parçalayıcı oldu… Ben Türkiyeliyi birleştirici buluyorum o (İlber Ortaylı) saçma buluyor” demiştir.
“Eskişehir 2013 TÜRK DÜNYASI Kültür Başkenti” ifadesini “TÜRKİYELİ DÜNYASI Kültür Başkenti” olarak değiştirmemiz mi gerekecektir?
Eğer dersek, sayın Valimiz buna ne der?
Bengi Yıldız’ın “Burası çok dilli, çok dinli bir topluluktur” ifadesi ile Gaspıralı’nın “dilde, fikirde işte birlik” fikrini akil adamlar nasıl bağdaştırmayı düşünmekteler acaba?
Eğer Eskişehir’e gelirlerse kendilerine bu soruyu soracağım.
Türk yerine Türkiyeli dersek eğer, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” ne akil adam Baskın Oran’a uyarak “Kuzey Kıbrıs TÜRKİYELİ CUMHURİYETİ” mi diyeceğiz?
Türk kahvesine Türkiyeli kahve, Türk hamamına Türkiyeli hamam, Türk mutfağına Türkiyeli mutfak, (tersinden Fransalı mutfak) Türk lokumuna da Türkiyeli lokum mu diyeceğiz!
Bu hiç olur mu?
Ne demiş atalarımız: DERVİŞİN FİKRİ NEYSE ZİKRİ DE ODUR.
O zikir bellidir.
Yukarıdaki paragrafta birileri o zikri ifşa etmiştir.
Bir yanıt yazın