İlişikte sizlere Japonyada doğam sonrdan ailesi ile Türkiyeye gelen ,Siyasal bilgiler fakültesi
mezunu, Fırat Üniversitesi Türk dili ve edebiyatı emekli öğretim görevlisi ve aynı zamanda
islam dini konusunda ihtisas sahibi Sayın Fazıl Agis beyefendinin İslamı kendileri lehine
ifade edenlerin davranışları konusundaki çok önemli yazısını ilişikte bilgilerinize sunuyorum.
Yazısında geçen başlıklardan bazıları :
Cahiliye arapları ve zamane müslümanlarının çoğu gaflet ve delalet içindedir.
Bir müslüman islamcı değildir.Müslüman olduğu için dinine bağlıdır.
Bir Türk , Türkçü olduğu için değil, Türk olduğu için fıtratı ve yaratılışı gereği kendi toplumuna bağlıdır. Bu kafatascı demek değildir.
Saygılarımla
A.Türer YENER
Dr. Fazil Agis [email protected]
Date: Mon, 18 Mar 2013 22:50:04 +0200
Bazıları, kendilerinden daha iyi bilen birinin karşılarına çıkıp yanlış bildikleri şeyleri, yani zanlarını doğru kabul ederek nefsinde oturmuş doğru sandığı bildiklerinin karşısında doğruyu kabul etmemekte ısrarla inat ederler. Ön yargılar düşüncelerinde hâkim olunca doğru ve yanlışı, hak ile bâtılı ayırdetmeye tembellik göstererek kendi zanlarını doğru kabul edip Furkan ve farukiyyet vasıflarından yoksun oldukları için gerçekle hurafe arasında ayırdetme yeteneğini kaybederler. Yalan yanlış bilgilerle doğrusu arasında yargı yeteneğini kaybettiklerinden adalet anlayışı da olmaz bunlarda. Biz büyüklerimizden böyle öğrendik, onlar yanılmazlar gibi gelenekçi muhafazakâr tutumlarını düşüncelerinde betonarme yapı gibi sağlam yaptıklarından ezberbozan gerçekler karşısında karşı koyarak direnirler. Cahiliyye Arapları da zamane Müslümanlarının çoğu da bu durumda.
Bazı kimseler, kendilerinin bilgisiyle yetinerek “Çok bilen çok yanılır” diyerek kendilerinin doğru, bilgisi çok olanın yanıldığını aşağılık komplekslerinden gelen dürtüyle kullanırlar. Bu bir atasözüdür ama yanlıştır. Bu söz ne ayet ne de hadistir bir kere. Anlatım çerçevesi dardır. Mesela; “Damlaya damlaya göl olur” atasözünde her damla için kullanırsak yanlış olur. Mürekkep damlarsa leke, sperm damlarsa insan ise insan olur, tabii ki bebek hâliyle. “Üzüm üzüme baka baka kararır” demek de yanlıştır. Çünkü üzüm kendi genetiğine göre cinsine göre aslı ak ise ak üzüm, kara ise kara üzüm olur. Öküzgözü ise öküzgözü, razakı ise razakı olur. Bunları fermante edersen şarap, rakı, onu yersen meze de olur. Ama bu haram deyip takva ile kaçınırsan günah işlememiş olursun, Allah’ın emrine uyarsam dersen bunu sirke ve yemek olarak kullanabilirsin.
Gelelim “çok bilen çok yanılır” sözüne; bunu slogan edip demek de Allah’ı ve Peygamberini tanımayanların sözüdür. Zira Allah Herşeyi bilen ve Hakîm’dir. Peygamber (s.a.a.) de o ilimden bize anlatmak için çok konuşmuştur. İster uzat ister kısalt İlim tükenmez hazinedir. Geceleri kalkıp da gökyüzüne bakmak ve yıldızları da görmek, onları tanımak, gece ibadetleri feyizi çok olan İlahî lütuflardır. İlimden kaçmak, basireti, kulağı, gönlü tıkamak ise kâfir huyudur. Çünkü kâfir’in anlamı gerçeği örten, göstermeyen demektir; Cahiliyyede ısrar etmektir. Kalbin uykuya yatması, gaflettir, gaflet de insanı şaşkın davarlar gibi yapar.
Geçmişin iktidarları hilafet yönetimi, hilafetin meşruluğunda icma-i ümmet olmadığından Müslüman halkları kendilerine itaatte bağlamak için Kitab ve Sünnet konusunda, yani Kur’ân ve Peygamber’in (s.a.a.) sıhhatinde tartışılmaz gerçek hadislerini görmezden gelerek, sahabe ve tabiinde ve de etba-ı tabiin’de Nass (Kur’ân ayetleri ve sahih, sıhhatli sünnet)’a aykırı olan söz ve davranışlarını ictihad kabul ederek ön plana çıkardılar. Müctehid derecesindeki âlimlerin birbirlerine aykırı görüşlerinden, ihtilaflarından yararlanarak onların adına mezhepler kurdurarak Muhammed (s.a.a.) ümmeti arasında tefrikaya yol açtılar. İtikad konusu taklidî itikada dönüştü ve neredeyse kanlı bıçaklı kavgalara yol açtı. Hâlbuki İslâm dini taklidî imanı kabul etmez. Çünkü hakikate dayanan bu din, insanın irşadına, kemale ermesine yol gösteren bu fıtrat dini, herkesin gerçeği, tefekkürle, akılla düşünerek inanmasını emreder. Amel, yani uygulama, pratik dediğimiz konu da fukaha (fakihler)’in ihtilafındaki kıyasa bırakılarak bu vasat ümmetin bölünmesini sağlar. Bu da iktidarda olan halifelerin işine geldiğinden, böl ve yönet sistemine uygun geldiğinden onun iktidarının tartışılması yasak olacak hâle getirilmesini sağladı. Zâlim, fâsık, amel ve itikadda zayıf olsalar dahi onlara itaatin Allah’ın emri, hayır ve şerrin hâşâ Allah’tan geldiği kavramını imanın şartlarından saydılar ve bunu kabul etmeyenleri İslâm dışı saydılar. Mürted (dinden çıkmış) saydılar. Hâlbuki, şerrin Allah’tan geldiğini belirten ne ayet ne de sahih hadis vardır. Var sayanlar da tefsirde ayeti evirip çevirip tefsir etmelerinden, bu konuda hadis uydurmalarından kaynaklanmaktadır. Şerrin Allah’tan geldiğine inanmak Allah’ın adaletine aykırı olduğundan O Yüce Rabb’e iftiradır. İnsana şer yaptırıyorsa, zalime lanet ediyorsa bu da o kimsenin kaderiyse niye cezalandırıyor? Hayrın Allah’tan, O’nun rahmetinden, bereketinden, fazlından geldiği doğrudur, amma şerr yaptırmak, Celle Celâluhu Allahu Teâlâ’ya iftiradır.
Amel konusunda da ihtilaflarla kurulmuş mezhepler, Müslümanların arasında birbirine tezed teşkil eden uygulamaların her birinin hak kabul edilmesi de gerçekten Allah’a ibadet etmek isteyenlerin ibadetlerinde huşu, ihlâs, hudu hissini zedeler.Müslüman vesvese içinde kalır. Mutmain nefse ulaşamaz. Hele hele avam kabul edilen halk, geçim derdinden dolayı, imî bahislere giremeyeceğinden, kendisine pratikte uygulaması için ilm-i hâl verilir. Böylece Müslüman topluluklar, Kurân ve Sünnetin uygulayıcısı değil, ilmihal toplumu olur. Cuma ve Bayram hutbeleri de halkın anlamayacağı dilden verildiklerinden reaya (sürü) sayılan toplum bu şekilde güdülmüş olur.
İlmihalin kuru bilgilerinin kendisini tatmin etmediğini hisseden Müslüman, içindeki Allah muhabbeti onu irfana, kendi nefsini tanımaya, kendini tezkiye etmeye, iç temizliğini yapmaya eğilim gösterir. Ahlâk konusu da mabedlerde üzerinde durulan bilgiden çıkarılmıştır. Eğer İslâm ahlâkı, karşılıklı haklar, yani hukuk tamamen öğretilmiş olsaydı başta halifelerin, şeyhulislâmların, kadıların, hoca efendilerin topluma karşı uygulamalarının haksızlık ve böyle davranışların ahlâksız olduğu ortaya çıkınca toplumda bu üst sınıflara karşı isyanları kaçınılmaz olurdu. İnsanların fıtrat olarak yaradılışlarının gereğini biraz olsun tatmin etsin diye; İlâhî aşk, muhabbet, Peygamber ve Ehlibeyti’ne olan meveddet (Şura suresi/ayet 23) sevgi yönünü tasavvuf diye icad edilen mistik yönelişe kaydırılmasıyla tarikatlar içinde yürütülmeye çalışıldı. Tarikatların teşkilâtlar hâline getirilmesiyle iktidarın rahat kontrolü sağlanmış oldu. Hele mürid sayısından çok şeyh sayısının artmasıyla birçok tarikat türetilmiş oldu. Böl ve yönet, menkıbeleri masal hâline getir ve bunu kaval kabul edersek, sürüyü idare et, böyle uyut siyaseti hâkim oldu. Bu da Âl-i İmran suresi/103. ayetine aykırıdır.
Hele zamanımızda daha yeni cemaatler, terör örgütleri türedi. El-Kaide ve Müslüman Kardeşler bunlar, bilinçli veya bilinçsiz olarak artık halife olmadığından (Allah’a şükür), kefereyi, yani emperyalizmi, sömürge peşinde koşan kapitalistleri kendilerine veli edindiler ve onların hizmetine girdiler. Amerikan emperyalizmi Müslümanları kategorilere böldü; Radikaller, fundamentalistler (kökten dinciler), ılımlı İslâm, devrimci İslâm, laik Müslüman, İslâmcı falan filan….
Bir Müslüman İslâmcı değildir, Müslüman olduğu için dinine bağlıdır. Bir Türk, Türkçü olduğu için değil, Türk olduğu için fıtratı, yaradılışı gereği kendi toplumuna sıla-yı rahim olarak bağlıdır. Ümmet-i vasat olan İslâm, taassubu, fanatikliği küfr olarak belirttiğinden dolayı da ifrat ve tefriti kabul etmez. Vatan müdafaası dışında da savaş cinayettir. Türkiye Cumhuriyeti, prensip olarak Yurtta da Dünyada da barışı esas almıştır. Ama bugün iktidar; gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olabilir; ancak millet şaşkın davarlar gibi buna göz yumamaz. İster başta padişah, sultan ister cumhurun reisi halkı reaya, kul olarak görmeye hakkı yoktur. Rejim, ister demokrasi adını alsın ister başka ad alsın İnsan haklarını çiğneme hakkına sahip değildir. Herşeyden önce insan, fıtratı, yaradılışı gereği; yaşama, düşünme, fikrini beyan etme, doğru kabul ettiğine inanma hakkına sahiptir. Bu hakları zor ve baskı, hile ve yalanla çiğneme hakkına sahip değildir. Bu haklar, esasta Allah’ın insana tanıdığı haklardır; bu bakımdan da mukaddestir.
Millet sevgisi, milletine bağlanmak İslâm dışı dendi. Her türlü milliyetçilik ayaklar altına alınacak şekilde de ifadelerle gerek 18 Mart Çanakkale Zaferini kutlarken, diğer yandan İstiklâli elden verecek, Suriye’nin emperyalizme ve Siyonizme karşı duruşunu sağlayan Beşşar Esed’e zalim, katil derken, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmezliğine dinamit koyan çocukların katili ile anlaşmaya giden bir başbakan ortaya çıktı. Ilımlı Müslüman kimliği ile gâh Müslümanların kıblesine dönmekte, dönerken de bu Kıble’yi haddi olmadığı hâlde gasp ederek elinde tutan Suudî kıralının pis ahlâkını paylaşmakta ve gâh Washington’u da diğer kıble olarak kabul etmekte. Böyle bir kimsenin bu ahlâk yapısı deccale, Süfyanî’ye uymaktadır. Diğer bir kıble olan Kudüs de zaman zaman dile getirilirken Siyonistlerle de gizlice anlaşabilmektedir. Hâlbuki “Hubbu’l-vatan mine’l-imân” Vatan sevgisi imandandır” hadisi de bir tarafa itilerek bu aziz vatan da ucuza satışa çıkarılmaktadır. Neden böyle olmakta? Çünkü Müslümanların büyük çoğunluğu İslâm’ı sadece isim, ibadetleri de resim olarak bilmekte; geçmişten günümüze kadar gelen uyutma siyasetinin etkisindedirler.
FAZIL AGIS ILE ILGILI BIR KAC VIDEO :
Bir yanıt yazın