Beyazıt Katliamı
Ölüm sessizliği… “Beyazıt komünistlere mezar olacak!” cümlesinin sonunu, gürültüsüyle gölgede bırakan kurşun yağmuru…
Bitiremediniz, bitiremeyeceksiniz!
Tarih: 16 Mart 1978
Yer: İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü
Saat: 13:30
Tedirgin yüzler… Ölüm sessizliği… Sessizliğe karışan ayak sesleri…
Bir haykırış bozar bu ölüm sessizliğini: “Beyazıt komünistlere mezar olacak!” ve cümlenin sonunu, gürültüsüyle gölgede bırakan kurşun yağmuru…
Derken, o gün orada olanların bir daha asla unutamadıkları o patlama sesi…
İşte böyle tarihe geçti bir katliam daha, an be an: Beyazıt Katliamı! Her katliam gibi öncesi ve sonrası da vardı elbette, yaşananlar bu vahşet anından ibaret değildi. Katliamdan 9 gün önce emniyet arşivine 7 Mart 1978 tarih, 1.D.2.12780 koduyla kaydedilen ve resmiyet kazanan istihbarata göre, Ülkü Ocakları’na bağlı bir grup öğrenci, 8 Mart günü İ.Ü. Beyazıt Kampüsü Amfi-1’de devrimci öğrencilere saldıracaklar ve bu saldırının ardından da devrimci öğrenciler okula gelmeye devam ederlerse, 8-10 gün içerisinde üzerlerine bomba atılacak.
Tüm dünyada yükselen sınıf mücadelesi Türkiye’de de fabrikalarda, atölyelerde, üniversitelerde güçlü bir biçimde taraftar topluyordu. Buna karşıysa, devlet eliyle faşist güruhlar beslenmekte, devrimcilerin faaliyette bulundukları yerlerde provokasyonlarla görevlendirilmekteydiler. Beyazıt Kampüsü de bu yerlerdendi. Hiçbir provokasyona izin vermek istemeyen devrimci öğrenciler, 16 Mart`a kadar universiteden toplu sekilde çıkış yapmışlardı, fakat o gün işin rengi değişti. Çünkü bir istihbarat alınmıştı ve gereğinin yapılması gerekiyordu. Yapıldı da…
Toplu çıkış yapan öğrencilerin her zaman çıktıkları kapıdan çıkmalarına izin verilmeyerek üzerlerine bomba atılacak olan kapıya yönlendirildiler .
İşte şimdi oluştu tedirgin yüzler ve ölüm sessizliği. Farkındaydı devrimciler bir gariplik olduğunun, ama ne olabilirdi?
Derken haykırdı o ses: “Beyazıt komünistlere mezar olacak!” ve karıştı silah sesleri bu haykırışa. Mermiler yağmaya başlamıştı devrimcilerin üzerine… Ardından da o patlama…
Beyazıt Kampüsü’nde yedi devrimci öğrencinin öl(dürül)mesi ve onlarcasının yaralanmasıyla sonuçlanan bu patlamanın ardından polisler saldırıyı gerçekleştiren faşistlere doğru koşarken, amirleri Reşat Altay: “Durun! Durun, biz bu saldırı için haftalardır plan yapıyoruz mahvedeceksiniz her şeyi!” demiştir belki de içinden. Reşat Altay’ın “durun” emriyle kayıplara karıştı faşistler.
Tarihe Beyazıt Katliamı diye geçen bu vahşetin ardından yıllraca süren yargılamalara ve bütün faillerin kimliklerinin bilinmesine rağmen sadece bir iki polisin disiplin cezası almasıyla kapandı dava. Yıllar sonra 1988’de tekrar açıldıysa da bu sefer de zaman aşımından düştü. Katiller, bulun(a)madı belki ama, failler mesleklerinde terfilerle ödüllendirildiler. Öğrencileri katliamın gerçekleşeceği kapıya yönlendiren ve katliamın gerçekleştiği sırada polislerine “durun” emri veren amir Reşat Altay, önce İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdür Yardımcılığı’na, ardından da Niğde Emniyet Müdürlüğü’ne ve en son Trabzon Emniyet Müdürlüğü’ne atandı. Fakat Reşat Altay ismi, tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolmadı hiç. En son görev yeri olan Trabzon’da da bilgisi dahilinde bir katliam daha gerçekleşti: Hrant Dink cinayeti. Altay, Dink cinayeti sırasında da görev başındaydı.
Beyazıt Katliamı ne ilkti ne de son. Ardından gelen Çorum, Maraş, Sivas, Gazi ve son olarak Roboski katliamlarında olduğu gibi devlet; polisiyle, askeriyle, yargısıyla tam bir örgütlülük içerisinde gerçekleştirdi bu katliamları.
16 Mart sürüyor…
Bugün gelinen noktada 16 Mart’ta bir vahşetle sahneye çıkan devlet terörü, bugün de sürmekte. Uzak değil 28 Kasım 2011 tarihine baktığımızda, Roboski köyünde otuzbeş köylü devletin askeri güçleri tarafından katledilmişlerdir. Yine 12 Mayıs 2010’da Muğla Üniversitesi’nde, faşist beslemeler Şerzan Kurt’u katletmişlerdir. Kurt’un katlinde de yine emniyetiyle, yargısıyla, beslediği faşist güruhlarla devlet karşımızdadır ve bu davada da Beyazıt Katliamı’nda olduğu gibi katledenler açığa çıkmadan dava kapanacaktır. Hrant Dink davası ve daha nicesinde olduğu gibi…
Bir ölürüz, bin doğarız…
Bizler olanca sınıf kinimizle, sınıf içerisinde ve üniversitelerde her türlü baskıya, sömürüye, antidemokratik uygulamalara ve devlet terörüne sesimizi yükselttikçe devlet de her seferinde kolluk güçlerini, sivil faşist beslemelerini karşımıza çıkaracaktır. Ya katlederek ya da geçtiğimiz sene içerisinde başvurduğu gibi siyasi operasyonlarla devrimci öğrencileri hapishanelere doldurma yöntemiyle çıkacaktır karşımıza (Geçtiğimiz sene içerisinde düzenlenen operasyonlarla birlikte KCK, terör örgütü üyeliği gibi “suçlamalarla”, bugün 500’ü aşkın öğrenci hapishanelerde tutsaktır).
Ancak yıllardır aynı yolu izleyen devlet; aynı katliam, baskı, gözaltı, tutuklama gibi tasfiye araçlarını kullanırsa kullansın, bizler, Devrimci Proleter Gençlik olarak bu faşist devlet terörüne asla boyun eğmeyeceğiz ve tüm bu katliamların hesabını sormak için örgütlenmeye, kitlelerle buluşmaya devam edeceğiz!
[DPG’nin 4. sayısından alınmıştır]
Bir yanıt yazın