(Emin Colasan: Sozcu: 010 Mart 2013)
SEVGİLİ okuyucularım, bu iktidarda acayip bir “Osmanlı düşkünlüğü” var. O rezil Osmanlı dönemini saygıyla anıyorlar, hep o günlerin özlemini çekiyorlar.
Hariciye Nazırı Davutoğlu Ahmet önceki gece Osmanlı hanedanının hayattaki mensuplarını Londra Büyükelçiliğimiz’de topladı, onlara yemek verdi ve nutuklar atıp Osmanlı hayranlığını bir kez daha dile getirdi. Osmanlı ne yazık ki bitti! Hem de rezil bir biçimde bitti. Osmanlı, büyük devletlerin bir oyuncağı olmuştu. Devleti padişahlar değil, İngiltere, Rusya, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan gibi ülkeler yönetiyordu. Sonunda yok oldu, tarihin sayfalarına karıştı. Gerçek bir hain olan son padişah ve Müslümanlar’ın halifesi Vahdettin, 1922 yılında bir İngiliz zırhlısıyla İstanbul’dan kaçıp yaşamını Hıristiyan ülkelerde sürdürmekten utanmadı.
* * *
Şimdi elimde ilginç bir kitap var. Piyasada bulacağınızı zannetmiyorum:
Rahmetli Büyükelçi Esat Cemal Paker’in “Siyasi Tarihimizde Kırk Yıllık Hariciye Hatıraları” isimli kitabı. (Remzi Kitabevi.)
Yıl 1896, kızıl sultan Abdülhamit dönemi. Esat Bey Hariciye Nezaretine memur olarak giriyor ve bir süre sonra Londra Büyükelçiliğimiz’e “Üçüncü katip” olarak atanıyor. Şimdi sözü rahmetli Paker’e bırakıyorum. Okuyun da Osmanlı’nın yüz kızartıcı durumunu bir görün:
“Hariciye Kaleminde yazışmalar Fransızca yapılırdı. Müdürümüz Ermeni idi ve Türklerin Fransızca resmi yazışma dilini öğrenmelerine engel olmak için elinden geleni yapardı… Türk memur yetiştirmek istemezdi…”
“İstanbul Eski Eserler Müzesi (bugünkü Arkeoloji Müzesi) merhum Osman Hamdi Bey’in gayretleri ile kurulmuş, eski eserler harap olmaktan kurtarılmıştı.
Bir gün müzeyi gezen bir nazır (Davutoğlu Ahmet değil!), şaheser bir çıplak heykelin önünde durdu, kaşlarını çatarak Hamdi Bey’e döndü:
‘Buraya elbette ki İslam kadınları da gelir. Bu heykellerin önüne birer peştamal bağlasanız iyi olur’ dedi.”
Maarif Nazırı (Eğitim Bakanı) Haşim Paşa’nın ‘Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim’ sözü de meşhurdur.
* * *
Yıl 1901. Abdülhamit yine padişah… Ve Esat Bey Londra Büyükelçiliğimizde göreve başlıyor. Şimdi şu rezaleti izleyiniz:
“Sefirimiz (büyükelçimiz) bir Rum ailesinden, eski Londra Sefiri Muzurus Paşa’nın oğlu Etienne Muzurus Paşa idi. (Bunlar sivil paşa!) Kartımı hademeye verdim, sefir beni derhal kabul etti. Meğer beni dört gözle bekliyormuş. Sebebi de, bugün inanılmayacak kadar gariptir:
Türkiye’nin Londra Sefiri Türkçe bilmiyordu. Maiyetinde de dert anlatacak, iş gördürecek, kendisine Türkçe öğretecek kimse yoktu. Yanına girer girmez sordu:
Türkçe bilir, okur yazar mısınız?
Bir anda şaşırdım, ne söyleyeceğimi bilemedim:
Ebette bilirim efendim.
Sefir sevindi, ellerini ovuşturdu.
Bana Fransızca olarak bunları anlatıp dert yandı.
Sefaret Müsteşarı üstadıazam (büyük üstat) Abdülhak Hamit’ti. Amatör memur olduğundan sefirin kendisinden iş ve yardım beklemesi mümkün değildi. Hamit’in manzumelerinden
(şiirlerinden) kuşkulanan Abdülhamit onu Londra’ya iş görsün diye değil, mecburi istirahate (sürgüne) göndermişti.”
* * *
“Tueni Bey isimli bir ikinci katip vardı. Suriye’li zengin bir ailenin oğlu olan Tueni Bey’i de Londra Sefareti’ne (büyükelçiliğine) Başmabeyinci (Abdülhamit’in özel işlerine bakan) İzzet Paşa tayin ettirdiğinden, o da amatör memurdu ve tek kelime Türkçe bilmiyordu.
Üçüncü katip Danyal Bey’di.
Levantenler arasında büyümüş, Türkçesi çetrefil (zor anlaşılan) biriydi.”
Rezaleti görüyor musunuz!
Paker anlatmayı sürdürüyor:
“Muzurus Paşa’nın cimriliği inanılmazdı. Roma’da sefir olduğu sırada İtalya Kralı bir av dönüşünde vurduğu bir geyiği kendisine hediye etmiş. Paşa da hayvanı mahallenin
kasabına satmış. Açıkgöz kasap malın değerini artırmak için geyiğin üzerine şu levhayı koymuş:
‘İtalya Kralı’nın Türk Sefiri’ne hediye ettiği geyiktir…’
Bu, o zaman Roma’da hayli dedikoduya sebep olmuş.
Muzurus Paşa’nın huyu gibi vücudu da acayipti. Şişman, kısa boylu, yassı burunlu, boyalı seyrek sakallı, karnı çıkık, pantolonu düşük bir zattı. Hiç nezleden kurtulmadığı ve burnu
devamlı aktığı için Hamit ‘Bizim sefir burnundan ağlar’ diye alay ederdi.”
* * *
Rum asıllı, Türkçe bilmeyen sefir Muzurus Paşa günün birinde vefat eder. Sonrasında bu göreve Abdülhamit kimi getirecektir? Paker anlatıyor:
“Mesele iki devlet arasında tartışma konusu oldu. Sultan Hamit bu göreve Roma Sefiri Reşit Bey’i atadı. Ancak İstanbul’daki Rum muhiti Londra’ya yine geleneklere uygun olarak bir Rum sefir atanmasını istiyordu. İstanbul’daki İngiliz Sefiri devreye girdi ve Rum sefir için Londra’ya telgraf çekti.
Bunun üzerine İngiltere Hariciye Nezareti Reşit Bey’in genç olduğunu, daha uygun birinin gönderilmesi gerektiğini bildirdi.
Nihayet Kral Edward meseleye karıştı ve Abdülhamit’e bizzat yazarak Atina’da tanıdığı Rıfat Bey tayin edilirse sevineceğini söyledi. Bunun üzerine Rıfat Bey sefir oldu ve Londra’ya Rum elçi gönderme geleneği böylece sona erdi.
Rıfat Bey Türk oğlu Türk’tü.”
Esat Cemal Paker bir süre sonra Brüksel Büyükelçiliği’ne ikinci katip olarak atanıyor: “Sefaretin ataşesi Mısır’lı Mahmut Sabit idi. Sonra Mısır’ın Tahran Büyükelçisi oldu. İkinci katip olarak benden başka Gabriel Norodonkyan efendinin oğlu Diran Norodonkyan vardı!”
* * *
Sevgili okuyucularım bunları yazdım, yıllar önce vefat eden bir büyükelçimizin kitabından alıntılar yaptım!
Osmanlı işte budur! Son padişahı ve halifesi Hıristiyanlar’ın zırhlısıyla yurt dışına firar etme alçaklığını göstermiştir.
Hele Osmanlı, son zamanlarında büyük devletlerin kucağına düşmüş, onların sömürgesi olmuş, saygınlığını ve onurunu yitirmişti.
Osmanlı, Avrupa devletleri tarafından “Hasta adam” olarak tanımlanıyordu.
Çakallar peşindeydi, kalacak mirası yeme kavgası yapıyorlardı.
Kendi büyükelçiliklerine bile özgürce atama yapamayan, laçkalaşmış, yabancıların
oyuncağı olmuş bir devletti!
Hariciye Nazırı Davutoğlu Ahmet şimdi bu enkazın peşinde, tarihin karanlıklarına gömülmüş olan bir dönemin hanedan mensuplarıyla halvet oluyor, onları büyükelçiliklerimizde ağırlıyor, onlardan siyasi yarar umuyor!
Geçmiş olsun bayım, Osmanlı yok artık, Osmanlı biteli çok oldu.
Bir yanıt yazın