Büyük bir soru! Ölümsüzlük mümkün mü? Fantastik bir soru da diyebilirsiniz… Haklı da olabilirsiniz. Ben büyük demeyi tercih ettim çünkü soruyu sorduğum kişi bir Türk. Türk bilim adamı. Dünyanın pek çok yerine yayılmış başarılı Türkler var. Türkiye’de ne değişti diye soracak olduğumuzda, o kadar çok şey değişiyor ki, sıralamakta güçlük çekiyoruz. Türkiye içeride de dışarıda da büyüyor. Bir ülke vatandaşlarıyla büyür. Büyük işlere imza atan Türklerden biri de Gökhan Hotamışlıgil. İnsan ömrünü uzatacak çalışmalar yürütüyor. Bilim kurgu değil, çocuklarımızın doku yetersizliği ya da organların iflası nedeniyle ölmeyeceğini biliyoruz, torunlarımızın daha da ileriye giderek ölümsüzlüğe beş dakikalık mesafede olduğunu öğreniyoruz. Müthiş bir şey… Sizi Gökhan Hotamışlıgil’le sohbete davet ediyorum.
Yaprak Özer: Yaptığınız işi anlatır mısınız?
Gökhan Hotamışlıgil: Bizim yaptığımız iş çok kaba tanımıyla, sık görülen bütün dünyaya yayılmış olan en büyük sağlık tehditlerinin altında yatan mekanizmaları anlamaya çalışmak. Bu departmanın, laboratuarın kuruluş amacı da zaten giderek çok büyük bir tehdit haline gelen bu hastalık kümesine çözümler üretmek. İşin en kısa tarifi bu.
Yaprak Özer: O kadar çok haber var ki hakkınızda basında çıkmış. Şişmanlık deyince akla geliyorsunuz, genetik, obezite, diyabet hastalığı… Özünde genetik ve kompleks hastalıklar. Bundan sonra daha sık duyacağımız ya da yakınacağımız konular olsa gerek.
Gökhan Hotamışlıgil: Benim başında olduğum departman Harvard Üniversitesinde 11 sene önce kuruldu. Onun öncesinde 13-14 sene önce çalışması başlamıştı. Nedeni de, şu anda dünyaya baktığınız zaman en başta gelen sağlık tehditleri kronik ve enfeksiyona dayalı olmayan hastalıklar kümesi. Yani onların içerisinde en başta şişmanlık, diyabet, kalp hastalığı, solunum sistemi hastalıkları ve zihinsel bozukluklar önde geliyor. Bunlar artık öyle bir boyuta ulaştı ki, iki senedir Birleşmiş Milletler ajandasında, Dünya Ekonomi Forumu’nda tartışılıyor. Açlıkla, yoksullukla, savaşlarla, iklim değişiklikleriyle aynı boyuta ulaşmış korkunç bir problem yani. Bundan 25 sene sonraki tabloya baktığımızda ya da orayı tahmin etmeye çalıştığımızda artık bunun mevcut ekonomik imkanlarla karşılanamayacağını, sağlık hizmetinin görülemeyeceğini görüyoruz. Örneğin en son Dünya Ekonomik Forumu’nda sadece bu beş hastalığın, bunlar içerisinde kanser vs. sayılmadan dünyaya 70 trilyon Dolar külfet getireceği tahmin ediliyor. Böyle bir kaynak yok zaten. Bu demek ki, biz eğer bir çözüm üretemezsek bu süreç içerisinde yüz milyonlarca insan sağlık hizmetinden yararlanamayacak, tedavi göremeyecek.
Yaprak Özer: Obezite kelimesiyle Türkiye’de son yıllarda tanıştık. Yerli yersiz her şeye de obezite diyebildiğimizi görüyorum. Kaldı ki, şişmanlığı hiçbir tehdit unsuru olarak görmemiştik bugüne kadar. Şişmanlıkla aramızdaki ilişkiyi nasıl tarif edeceğiz ?
Gökhan Hotamışlıgil: Türkiye’de oran olarak şişman insane sayısı düşük. Amerika’da yüzde 70 gibi burada henüz yüzde 30’un altında gözüküyor. Fakat buranın da coğrafi açıdan ve gen havuzu olarak bazı dezavantajları var. Özellikle Türkiye’den başlayıp Doğu’ya Japonya’ya kadar uzanan coğrafyada daha az miktarda kilo değişimiyle daha yüksek oranda risk ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla yeni patlayan diyabet odakları hep Asya’dan geliyor, artık Amerika ve Avrupa’dan gelmiyor. Orana bakıp da rahat etmek aslında çok yanlış bir şey. Bizi bekleyen çok muazzam bir tehdit var.
Yaprak Özer: Bu tehdit bu coğrafyanın ekonomik gelişmesinden mi kaynaklanıyor?
Gökhan Hotamışlıgil: Zaten kompleks hastalık dememizin nedeni o. Coğrafyadan coğrafyaya ve etnik gruplar arasındaki farklılık görülmesinin nedeni, bir gen havuzundaki farklılıklar, ikincisi yaşam tarzındaki hızlı değişim. Yani bizim gen havuzu olarak zaten bazı şanssız özelliklerimiz var birde buna ek olarak çok hızla yaşam tarzımız değişiyor.
Yaprak Özer: Nedir bunlar?
Gökhan Hotamışlıgil: Bunlar zaten şu anda ismi konmuş şeyler değil fakat trend olarak bu kuşakta daha küçük orandaki diyet değişiklikleri, yaşam tarzı değişiklikleriyle vücut kompozisyonlarındaki küçük değişiklikler daha büyük riskler ortaya çıkarabiliyor. Örneğin Hindistan’a bakarsanız Hindistan’da obezite yüzde 10’un altında ama diyabette en büyük patlamayı gösteren ülke. Çin aynı şekilde. Çin’de mesela Amerika’da görülen şekildeki aşırı şişmanlıklar görülmüyor. Ama küçük bir kilo alımında çok büyük oranda risk ortaya çıkıyor. Örneğin en fazla diyabetin oluştuğu, yeni diyabet vakasının ortaya çıktığı yer Çin. Mesela Körfez’e bakarsanız; Kuveyt’te her üç kişiden biri diyabetli, inanılmaz bir şey. Zaten gen havuzunda bir duyarlılık var ve çok kötü bir yaşam tarzıyla birleşmiş. İki tehlikeli şey bir araya gelince tabii muazzam bir fırtına ortaya çıkıyor.
Yaprak Özer: Sizin literatürde yankı uyandıran çalışmalarınızdan söz edebilir misiniz?
Gökhan Hotamışlıgil: Benim bu konuya ilgi duyma nedenim zaten bu alandaki bilgi düzeyinin çok düşük olmasıydı. Bundan 30 sene evvel ne yapacağımıza karar verirken bu hastalıklar çok ilgimi çekmişti. Çünkü o zaman şişmanlıkta bu problemlerin ortaya çıktığı biliniyordu mesela şişman olursanız diyabet riskiniz çok artıyor; diyabet olursanız kalp hastalığı riskiniz çok artıyor.
Yaprak Özer: Şişman olursanız kanser riskiniz de artıyor değil mi?
Gökhan Hotamışlıgil: Kanser, Alzheimer, astım riskiniz de artıyor.
Yaprak Özer: Bunun yağlarla mı alakası var?
Gökhan Hotamışlıgil: Hep yağlarla alakalı evet. Bütün sistemi değiştiren bir şey. O zamanki sorumuz zaten “neden” yağlar dı. Aslında çok basit düşünmeyi seviyorum ben. Yani neden biraz kilo alınca, yağ hücreleri büyüyünce bu problemler ortaya çıkıyor. İlk sorduğumuz soru buydu. Zaten bu sorunun açtığı yollarda hala ilerliyoruz. O zaman ilk çalışmalarda gördük ki, bunlar tesadüfi şeyler değil. Yani yağ dokusu değişiklik göstermeye başladığı zaman bütün vücudu etkileyebilecek sinyaller yollayabiliyor; beyne, solunum sistemine, karaciğere, diğer organlara. Ve bu organların çalışmasını bozuyor. Biz de o zaman başlayarak bu yolları teker teker ortaya çıkarma, kimliklerini belirlemeye çalışıyoruz. Neden bozuyor, hangi sinyal hangi fonksiyonu bozuyor, bunu biz değiştirebilir miyiz? Otuz senenin özeti bu.
Yaprak Özer: 30 senenin özetinde kaç kişilik bir ekiple bu işleri yaptınız?
Gökhan Hotamışlıgil: Devasa ekipler değil aslında. Genelde bizim üniversitemizde her laboratuarda 10 civarında araştırma görevlisi olur. Bunlar doktora öğrencileri, doktora sonrası çalışanlar, teknisyenler vs. dahil. Bunlardan da 10-15 tanesi bir araya gelip bir zihinsel küme oluşturur veya bazen ona departman diyoruz. Benim laboratuarım genelde bundan biraz daha büyük çaplı oldu. Mesela şimdi 30 kişi grubumuz. 30 kişi çalışan çok az laboratuar vardır bizim üniversitemizde. Biz de şu anda insanlara geçiş aşamasına doğru gittiğimiz için hacmimizi genişletmek zorunda kaldık. Toplam departmanımızda 200-250 kişilik bir ekip.
Yaprak Özer: Ekibinizde başka Türkler var mı?
Gökhan Hotamışlıgil: Var. Hep oldu zaten. Bilkent Üniversitesi’nden, ODTÜ’den, Bilkent’ten, Sabancı Üniversitesi’nden lisans eğitimlerini alıp doktora için gelen öğrenciler var. Doktora sonrası dünyanın her tarafından gelen insanlar var. Türk öğrenciler de var.
Yaprak Özer: Pusulanız nasıl oldu ve neden Amerika’yı gösterdi?
Gökhan Hotamışlıgil: Biraz şans demek lazım herhalde. Çok büyük bir planım falan yoktu. Ben fakülteyi bitirdiğim zaman mecburi hizmet diye bir korkunçluk vardı. O zaman karar vermiştim, benim başka bir yola gitmem lazım diye. Sonra pediatri uzmanlığına başlamıştım. O süreç içerisinde eşim de Amerika’ya gitmek için bir burs kazandı, o zaman düşünmeye başladım ciddi olarak. Aslında çok büyük bir planın parçası değildi.
Yaprak Özer: Genetikle buluşmanızı neye borçlusunuz?
Gökhan Hotamışlıgil: Ankara Üniversitesi’nde çalışırken o zamanki hocalarımızdan bazıları bu konunun ileriye dönük yönünün çok açılacağını söylüyordu. İlk merakım oradan başlamıştı. Amerika’ya gittikten sonra yine bir şans eseri heyecanlı bir laboratuarda çalışmaya başladım. Klinik eğitimle laboratuar eğitimi çok iç içe yapılıyor Amerika’da. Benim ilk gidiş nedenim zaten araştırma değil, klinik eğitimdi. Orada çok sıcak olan bir genetik ortamına düştüm ben. İki tane öğretim üyesiyle çalışıyordum. Onlar tam bu dönemde ilk defa bir insan hastalık geninin haritasını çıkartmışlardı. “Hungtington Koresi” diye bilinen nörolojik bir hastalığın gen haritalamasını yapmışlardı ve hakikaten bütün dünyada muazzam bir olay olmuştu. Bir hastalığın geninin kromozom üzerinde nerede yara aldığı, o geni bilmeden ortaya çıkarılabiliyordu. İlk heyecanım oradan geldi. Hakikaten doğru zamanda genetik alanının tam ortasına düşmüştüm, o bir şans. Fakat aslında sonradan nöroloji alanını hiç sevmedim. Genetikle çok ilgili kalmama rağmen uygulama alanı olarak nörolojik hastalıklar, dejeneratif hastalıklar o zaman beni hiç heyecanlandırmadı. Dolayısı ile Metabolik hastalıklara doğru yöneldim. O zaman gördüğüm bazı hastalar vardı. Çok nadir olan bu hastalıkta yağ dokusu kontrolsüz bir şekilde lokal olarak büyüyor bu çocuklarda. Fakat çok büyük yani bir futbol topu kadar olabiliyor bir parmak. Bunu cerrahi olarak çıkardığınızda tekrar aynı şey geri büyüyor. Kesip baktığınız zaman sağlıklı bir yağ dokusu yani kanser değil, tümör değil. Bu kadar hızlı büyüdüğü için ben de belki bu dokuyu toplayıp buradan ölümsüzleşmiş bir yağ hücre dizisi oluşturabilirim, insanlar da onu kullanır, çalışır, yağın nasıl olduğu anlaşılır diye düşünüyordum. Bu çalışmayı yapabilmek için bu konuda uzmanlaşmış Spiegelman isminde bir araştırmacı ile görüştüm. Bu laboratuar da yağ dokusunun nasıl dönüşüme uğradığını, moleküler mekanizmaları çalışan bir laboratuardı. Bu fikir labaratuar”in başındaki kişiye ilginç geldi yani belki bir insan sistemi kurabilirsek, farede çalışacağımıza insanda çalışabiliriz diye. Ya da bana öyle söyledi. Sonra ben de gittim ve bu guruba katıldım. Tabii ilk tasarl;adığımız deneyler çalışmadı, bizim hayal ettiğimiz o büyük şey gerçekleşmedi. Yağ dokularını ektik ama maalesef hiç biri büyümedi. Ama o çalışma ortamına girince metabolik hastalıkları, yağ dokusunu, yağ hücresini, onun fonksiyonlarını düşünmeye başladım ve o şekilde meslek hayatım gelişti.
Yaprak Özer: Türkiye’de bir toplantıda herhangi birisine benim bir hayalim var, bu laboratuarda bunu yapabilir miyim diyebiliyor mu insanlar? Onun için mi siz ABD’ye gitme kararı verdiniz?
Gökhan Hotamışlıgil: Güzel bir soru aslında. Diyebiliyor tabii. Ama onların çoğu sohbet içerisinde kaybolup giden, arkası gelmeyen şeyler. İlle de hayalin doğru olması gerekmiyor. Hatta Nobel ödülü almış fizikçi Richard Feynman’ın çok önemli ilginç bir hikayesi vardır: bir fikir geliştiriyor Princeton’da doktora yaparken, o zaman da müthiş matematikçiler, fizikçiler var orada Einsten da dahil olmak üzere. Onlara soruyor, beş tanesi diyor ki bu çalışmaz, boşa vaktini kaybetme; yanlış bu senin düşündüğün şey. Einstein diyor ki, çok zor ama belki olabilir. Sonra Feynman çalışıyor, 20 sene olmuyor, fark ediyor ki düşündüğü şey hakikaten yanlış. Fakat o arada yaptığı başka işlerle fizik alanında kalıyor ve Nobel ödülü alıyor. Geri dönüp baktığında diyor ki, muhtemelen o altıncı adam da bunun çalışmayacağını o zaman biliyordu ama belki bende bir şey gördü, bu çocuk fizik yapsın başka bir şeyler bulur diye teşvik ettiğini farkediyor. Onun adı mentorluk işte. O mentorla karşılaşırsanız işler daha kolay oluyor ve mentor ne kadar çok ise bulma ihtimaliniz de o kadar çok; zihinsel zenginliğin olduğu yerlere parlak insanların göçmesinin nedeni bu.
Yaprak Özer: Türkiye’ye bir gün dönmeyi düşünür müsünüz?
Gökhan Hotamışlıgil: Tabii ki dönmek isterim. Ben Türkiye’ye çok meraklıyım, Türkiye’nin çok ileri gitmesini, daha da güçlü bir ülke olmasını çok istiyorum. Buna bir katkım olabilecekse yapmak isterim. Ülkeye dışarıdayken de içerideyken de her taraftan katkıda bulunabilir insan eğer arzusu oysa. Yakın zamanda geri dönüşün gerçekleşeceğini düşünmüyorum ama öyle bir filozofik karşıtlığım yok.
Yaprak Özer: Yakın zamanda dünyayı sarsacak bir çalışma var mı?
Gökhan Hotamışlıgil: Var.
Yaprak Özer: Peki hangi metabolik hastalıkla alakalı?
Gökhan Hotamışlıgil: Şu anda ana odağımız yine diyabet. Fakat iki ayrı hikayemiz var yani çok kısaca söyleyeyim: biri 25 senedir verdiğimiz çabanın yavaş yavaş uygulamaya dönme ışığının ortaya çıkması. Bu tabii çok heyecanlandırıcı bir şey. Her araştırıcının hayal ettiği ama çoğunun da bir yaşam sürecinde başına gelmeyen bir şey. İkincisi de, artık bu mekanizmalar derinleştikçe birden fazla hastalığı kontrol etme olasılığı ortaya çıkıyor olması, yani sadece diyabeti değil, diyabet ve kalp hastalığını aynı anda durdurabilecek müdahaleler yapmak artık düş olmaktan çıkıyor. Bu iki konuda hakikaten heyecanlı gelişmelerimiz var.
Yaprak Özer: Bu araştırmalar ne kadarlık araştırmalar, bütçe olarak nelerden söz ediyoruz?
Gökhan Hotamışlıgil: Her araştırma laboratuarının bütçesi çok farklıdır laboratuardan laboratuara değişebilir ama senede yarım milyon dolardan on milyon dolara kadar gidebilir; sadece bir laboratuar için araştırmaya harcanan kaynaklar bu düzeyde olabiliyor. Oradan uygulama sürecine girdiğiniz zaman bunlar artık onlar, yüzlerle katlanarak artıyor. Bir fikrin ürün olup insanlara sunulması milyarlarca dolara mal olabiliyor.
Yaprak Özer: yetiştirilmenizdeki ekonomik bütünlükle baktığınızda bugün sağladığınız ekonomik değeri ifade edebilir misiniz ya da böyle bir şeyden söz edilebilir mi?
Gökhan Hotamışlıgil: O elde edilen paha biçilmez bir şey. Yani yapılan yatırım bence çok ucuz bir yatırım. Bence bir şeye yatırım yapılacaksa, yatırım yapılabilecek en güzel şey insana, kişisel gelişime yatırım yapmak. Onun karşılığında gelen şey ürün olmasa bile çok paha biçilmez bir katkısı olabiliyor.
Yaprak Özer: insana yatırım yapınca ölçülemeyecek kadar fazlasıyla geriye dönüyor.
Gökhan Hotamışlıgil: Hiç kuşkusuz ve onu bir ürünle ölçmek çok hatalı çünkü bizim ürünümüz fikirler ve yetiştirdiğimiz insanlar. Mesela daha yeni Bilkent Üniversitesi’ne gittim, bizim yetiştirdiğimiz en pırlanta gibi öğrencilerden bir tanesi buraya geldi, burada bir laboratuar açtı Bilkent Üniversitesi’nde çalışmaya başladı Ebru Erbay diye bir doktor. Şimdi kendisi bir çok parlak öğrenci için mentorluk sağlayacak. Bunun gibi birçok örnek var. Artık bu model bütün dünyaya yayılıyor. Bizim ülkemiz içinde geçerli ama henüz yetersiz.
Yaprak Özer: Hitler’i kopyalamak mümkün mü? Siz de evet demişsiniz ama bu belli bir şarta bağlı. Nereye gidiyoruz yani gelecek ne getirecek, bize bir ufuk turu yapabilir misiniz?
Gökhan Hotamışlıoğlu: Bence önümüzdeki birkaç yüzyılın tamamen yaşam bilimlerinin ağırlığını hissettirdiği bir yüzyıl olacağını düşünüyorum. Şu andaki en heyecanlı hatta düşlenmesi güç olan şeyler bile artık erişebileceğimiz noktalara geliyor. Örneğin bu son birkaç senede çok ilginç şeyler oldu. Mesela insanlığın hep sorduğu, bize de belirttiğiniz sorunun altında da yatan ne kadar daha yaşayacağız, ölümsüz olabilecek miyiz soruları? Bunlar hayal olmaktan çıkıyor.
Yaprak Özer: Ölümsüz olabilecek miyiz?
Gökhan Hotamışlıgil: Bunu size şöyle anlatayım: şu anda zaten geldiğimiz çok önemli bir aşama var. Milyonlarca yıl önceki atalardan bahsediyorum, onlar 25-30 sene yaşarken sizin kızınızın 100 yaşına gelme olasılığı yüzde 50’den fazla. Ondan sonraki jenerasyonda belki daha da uzayacak. Fakat orada bir duvar var aşılması gereken.
Yaprak Özer: Nasıl bir duvar?
Gökhan Hotamışlıgil: Yani şu anda çözmekte sıkıntı çektiğimiz şeylerden bir tanesi makinenin maksimum bir ömrü olması. Oraya kadar çok daha fazla insanı çekebiliyoruz artık ancak ötesine geçemiyoruz. Bundan beş yüz sene evvel de biri Asya’nın dağlarının tepesinde 125 sene yaşamış. Bugün onlardan binlerce var ama bu sürenin üzerinde yaşayabilen yok.
Yaprak Özer: Makine dediğiniz için makine parçalarının yenilenmesi gibi bir şey.
Gökhan Hotamışlıgil: İki tane konu var orada. Bir tanesi tabii makine parçalarının yenilenmesi. Makinenin maksimum bir ömrü varsa demek ki o makinanın, veya en azında parçalarının yenilenmesi gerekiyor. Onun kendi iç tamir mekanizmaları yetersiz kalıyor bir düzeyden sonra. Ikincisi, ki esas insanları sıkıntıya sokan konu, kafamızın içindekilere ne olacağı. Yani ölümsüzlüğün gerçekleşmesi için yaşayan organizma olması lazım, onun içerisinde de düşünsel sistemin yerleşmesi lazım. Bunun da hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği düşünüldüğü için bir takım insanlar diyor ki herhalde bu olmayacak. Ama ben diyorum ki bu olacak bir iş. Nedeni de şu: şimdi gelişmekte olan yeni bir saha var, bunun adı optogenetik. Yani optikle genetik sahalarının birbirinin içine girmesi. Bunu kısaca, çok basitçe ifade edersem, beyinde artık çok özel bir adrese biz istediğimiz sinyale cevap verecek bir sistem yerleştirebiliyoruz. Çok özel bir adres derken, tek bir hücreye ve hatta hücrenin bile alt adreslerine ulaşabilmek ve bu adresten bilgi toplamayı kastediyorum. Bu mümkün oluyor optogenetik sayesinde. Çünkü hedefe ışıkla ulaşabiliyoruz. Lazer, radyo dalgaları vs. bu imkanı vermiyordu ama şimdi ışığa yanıt veren sistemlerle iki şey mümkün hale gelebiliyor. Birisi adrese ulaşmak, ikincisi kontrol. Tabii bu henüz mümkün olmuş değil ama şöyle bir örnek verilebilir. Diyelim kör birisi göz olmadan görebilirmi?; Normalde size bir görüntü geldiği zaman onu retinadaki hücreler algılıyor, beyne, özel bir adrese yolluyor. Beyinde görüntüyü oluşturuyor. Retina öldüğü zaman kör oluyorsunuz ama biz retinanın aldığı görüntülerin bilgilerini direkt gidecek adrese bu teknolojiyi kullanarak teslim edebilirsek, gözü olmadan da bir insanın görmesini sağlayabiliriz. Bunu biraz daha açarsak, bir insanın değişik koşullarda beyninin hangi hücresinde, hangi kimyasalları harekete geçirdiği arşivlenebilir. Örneğin brisi ile tanıştığınız zaman heyecan duyuyorsunuz, neler oluyor beyninizde, birisine aşık oluyorsunuz neler oluyor vs. bütün bu duyguların haritası yavaş yavaş çıkabilecek. Eğer biz bunları 0-1-0-1 diye iki renkle, örneğin siyah-beyaz tonlarında kodlarsak tüm bu bilgileri dijital bilgiye dönüştürebiliriz ve bunu indirebiliriz kafadan.
Yaprak Özer: İnsanı kopyalayabiliriz diyorsunuz öyle mi? Ölümsüzlük mümkün mü?
Gökhan Hotamışlıgil: Ölümsüzlük diyebilmemiz için bir şey daha gerekiyor kafayla ilgili. Eğer bütün bu bilgiyi dijital hale getirip indirebiliyorsanız bir gün onu yükleyebilirsiniz de. Yani indirmek mümkün olursa yüklemek de mümkün olabilir. Yani şimdiki kafadan indirilip, bur sonraki kafata yüklenebilir. Bu birinci aşama. İkincisi de bu parça işi. Biliyorsunuz parça işinde çok muazzam bir gelişme oldu. Hatta geçen sene bunun için Yamanaka diye bir Japon bilin insanına Nobel ödülü verildi. Yamanaka’nın yaptığı şey de son derece basit. Bu teknolojide her hangi bir dokudan iki üç tane hücre alıp, bu hücreleri kültür ortamında, içine üş beş tane yeni malzeme koyarak istediğiniz hücreye dönüştürebiliyorsunuz.
Yaprak Özer: O kadar güzel anlatıyorsunuz ki, sanki mutfakta yemek yapıyorsunuz…
Gökhan Hotamışlıgil: Doğru. Zaten ne zaman yaşam bilimlerinin bizim hayatımızı inanılmaz derecede değiştirdiğini göreceğiz, bu uygulamalar mutfağa girince. Yani mutfak kelimesini kullandığınız için size teşekkür ederim.
Yaprak Özer: Örneğin bu sabah sıradan ve olağan bir haber dinledim; bir baba iki evladının arasında seçim yapmak durumunda kalıyor. Böbreğini bir tanesine verecek o da son noktaya yaklaşmış olana vermek durumunda kalıyor. Geliştirdiğiniz yöntemlerle insan ömrü uzayacak ve yetmeyen parçalar değişebilecek…
Gökhan Hotamışlıgil: Ben bunun çok yakın bir süreçte, kendi yaşam sürecimizde gerçekleşeceğinden yüzde yüz eminim. Şu anda tabii ki mutfak düzeyine inmiş bir şey değil, hala uzakta duran bir hedef gibi duruyor. Fakat hücrelerin oluşturulması, organların oluşturulması zaten uygulamaya girmiş bir şey. Önümüzdeki 50 sene içerisinde bütün hastalıklarda daha yaygın olarak kullanılacağından yüzde yüz eminim.
Yaprak Özer: Diyelim ki benden aldığınız bir parça hafızasıyla birlikte yeni bedene girdiği için yaşlı ve ömrü daha kısa oluyormuş, doğru mu?
Gökhan Hotamışlıgil: Doğru. Bu klonlamayla ilgili bir problem. Yani klonlama yöntemi ile bir hücrenin çekirdeğini alıp o çekirdekten yeni bir canlı ürettiğinizde, o canlı bir önceki genetik hafızasıyla beraber dünyaya geliyor. IPS denilen teknoloji ise erişkin bir hücreyi alıp onu özelleşmiş bir hücre haline dönüştürmek. Mesela deriden alıp saç hücresine, karaciğer, beyin hücresine dönüştürüp bu yaşam hafızasıyla ilgili problemi beraberinde taşımadan kullanıma sunmak olasılığı ortaya çıkıyor. Zaten bir mikrat taşısa da o kadar önemli değil çünkü o fonksiyonunu kaybettiğinde yerine tekrar yenisini yapmak mümkün, yani yeterinde geliştiğinde son derece basit bir süreçte bu işlemler yapılabilecek.
Yaprak Özer: Peki tekrar bu hafızanın ya da bilginin ulaşılabilir olması, o olduğunda nasıl bir dünyayla karşı karşıya olacağız?
Gökhan Hotamışlıgil: O filozoflar için aslında müthiş bir fantezi. Yani artık filozofların geçmiş yüzyıldaki çatışmalardan vazgeçip gelecekte ortaya çıkacak düzeni düşünmeye başlamaları lazım. Bunların hepsi tabii bizim hemen yaşam sürecimizde olacak şeyler değil ama buna hazırlanmak çok uzun süreçler gerektiren bir şey. Çok büyük etik ve moral soruların sorulmasını gerektiriyor. Mesela dünyada herkes internet kullanıyor diye, dünya eşitlendi diyoruz ama daha kaliteli ve uzun yaşam süreçlerine ulaşılacağı zaman bunlardan istifade etmek bilgi eşitliği yanı sıra ekonomik eşitliği gerektirecek. Yani ekonomik eşitlik aslında en önemli konseptlerden biri haline gelecek bilgi eşitliğinin yanı sıra. Tabii birçok karışık konunun düşünülmesi, kontrol edilmesi vs. gerekiyor. Bu iyimser tabloların yanı sıra bir sürü korkunç senaryolar da üretilebilir.
Yaprak Özer: Kötü niyetlilerin eline geçtiğinde bambaşka şeyler çıkabilir mi? Ki bunlarla ilgili fantastik filmleri de bayıla bayıla seyrediyoruz. Bundan kaçış da yok.
Gökhan Hotamışlıgil: Olabilir. Yani bilimin öyle bir amacı yok zaten ama bilimin getirdiklerini insanlar kötü amaçlar için her zaman kullanabilir. O zaman da yine bilim onun çözümlerini bulmaya çalışıyor.
Yaprak Özer: Peki sözünü ettiğiniz bu gelecek, ne kadar zaman sonra gelecek sizce?
Gökhan Hotamışlıgil: Onu söylemek çok zor.
Yaprak Özer: Sizin, benim hayatımızda gelmeyecek mi?
Gökhan Hotamışlıgil: Gelmeyecek, tabii.
Yaprak Özer: Peki çocuklarımızın hayatında gelecek mi?
Gökhan Hotamışlıgil: Büyük ihtimalle orada da gelmeyecek.
Yaprak Özer: Ne kadar sonra?
Gökhan Hotamışlıgil: Çocuklarımızın zamanında bu doku yenilenmesi kesin olarak hayata gelecek. Ondan yüzde yüz eminim. Bundan sonraki iki ya da üç jenerasyonda artık dokuları öldüğü için, doku bulunamadığı için yaşamını kaybeden insanlar olmayacak diye düşünüyorum. Yeter ki, onlara bu hizmeti verebilecek olanaklar eşit olarak dağıtılabilsin.
Yaprak Özer: Peki bu konu bu coğrafyada konuşuluyor mu? Biz neredeyiz şu anda?
Gökhan Hotamışlıgil: Türkiye bizim 25 sene önce bıraktığımız Türkiye’den çok farklı bir ülke. Mesela ben Türkiye’den ayrıldığımda 10 üniversite varken bugün 200 tane üniversite var. Kişi başına düşen gelir Bin Dolarken bugün On bin Doları geçmiş durumda. Yani inanılmaz derecede pozitif olan şeyler, olumlu gelişmeler var. İkinci olarak söyleyeceğim, Türkiye’de idareye hakim olanlarlar, bakanlar, politikacılar, sanayiciler hep beraber artık Türkiye’nin gelmiş olduğu ekonomik düzeyin klasik ekonomik araçlarla daha ileri götürülemeyeceğinin farkında.
Yaprak Özer: Farkındalar mı yoksa bunu siz mi ifade ediyorsunuz?
Gökhan Hotamışlıgil: Yaptığım konuşmalar, görüşmelerden edindiğim izlenimlere dayalı olarak ben böyle olduğunu düşünüyorum. Bu tabii çok önemli bir fark ediş. Biz artık geleceğimiz yere kadar bu klasik araçları kullanarak geldik. Bundan sonraki gelişim ancak ve ancak bizim zihinsel dönüşümü gerçekleştirmemiz sayesinde olabilir. Eğer biz bu memleketin zihinsel dönüşümünü yapabilirsek, tıpkı Cumhuriyet kurulurken yaptığımız gibi, ona benzer bir boyutta, o zaman bu yeni dünyanın bir parçası olabiliriz. Zaten olamazsak da bundan daha ileriye gitmemize imkan yok. Ben bunun için doğru adımlar atıldığını düşünüyorum ama yetersiz adımlar atıldığını görüyorum. Buradaki sıkıntılardan biri, bu karmaşık konular için çok güçlü stratejiler geliştirme gereksinimi. Sadece kaynak aktarımıyla sınırlı kalmak veya sadece kaynak beklentisiyle bazı alanlara yatırımlar yapmak, teknolojiyi getirmeye çalışmak yeterli değil.
Yaprak Özer: Peki ne olmalı? Mucizevi bir cümle kurabilir misiniz?
Gökhan Hotamışlıgil: Mucizevi bir cümle kuramam tabii ki ama bilimin ve zihinsel dönüşümün gerçekleştirilmesi için üç dört tane çok önemli öğe var. Bunların da en başında özgür olmak geliyor. Yani insanın zihinsel olarak özgür olması, seçeneklerinin, çalışma hayatının, kişisel hayatının, ifadesinin özgür olması. Biz her zaman güzel laboratuarlar olsa, fikirler, alet edevat, teknoloji olsa güzel şeyler üretsek diyoruz. Bunların olabildiği şey ancak özgür olan ortamlarda olabiliyor ve insanların beraber bilgi üretebildikleri, ürettiklerini uygulayabildikleri, kafalarına takılan merak ettikleri soruları takip edebildiklerinde olabiliyor. Kritik insan kütlesi, liderlik gibi problemleri halletsek bile, özgürlük ilkesini içselleştirmeden ileri gitmek çok zor.