“Türk Milliyetçiliği ve Türk Milliyetçileri ayaklarımın altındalar!” Bu söz bana değil, Sayın Başbakana aittir. Gerçi tam olarak böyle demedi Başbakan. Ancak ne var ki; sözleri tam da bu anlama geliyordu. Çünkü geçtiğimiz Pazar günü (17.02.2013) Midyat (Mardin) şehir meydanından, Anayasamızın başlangıç maddelerini ve Türk Milliyetçiliğini ve Türk milliyetçilerini ayaklar altına alırcasına şöyle gürlüyordu Başbakan: “Kimse bizim karşımıza Kürtlükle çıkmasın. Türklükle de çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız…”(1).
Oysa Ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu’nun mektubunu ağlamaklı bir ses tonuyla okuyarak 12 Eylül 2010 referandumunda Türk Milliyetçilerinden az oy devşirmemişti Tayip Bey. Yazık; Midyat’taki sözleriyle Merhum Pehlivanoğlu’nun kemiklerini de sızlatmış bulunuyor.
Evet, Midyat’taki sözleriyle Sayın Başbakan en başta Anayasa suçu işlemiş bulunmaktadır. Çünkü mevcut anayasamızın başlangıç kısmındaki ilk cümlesi şöyle başlamaktadır: “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda…”
Anayasanın “Başlangıç” bölümünün 5’inci paragrafı ise şöyledir: “Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;”
Anayasamızın “Değiştirilmesi teklif edilemeyecek” maddelerinden 2’inci maddesinde ise şunlar yazmaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir”.
Milletvekili yemin metninde ise şunlar bulunmaktadır: “…Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; … ve anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.” Atatürk ilkelerinden birisinin de “Milliyetçilik” olduğu bilinen bir gerçektir.
Dolayısıyla; Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağına ve Anayasaya sadakatten ayırmayacağına dair Büyük Türk Milleti önünde namusu ve şerefi üzerine yemin eden Sayın Başbakan, Midyat’ta yapmış olduğu konuşmada sarf ettiği yukarıdaki sözlerle hem yeminini çiğnemiş, hem de Anayasa suçu işlemiş bulunmaktadır.
Hz. Peygamberin “Veda Hutbesi” ve Başbakanın “Midyat Hitabesi”
Bizim dini inançları oldukça güçlü İmam-Hatipli Başbakanın Midyat şehir meydanındaki “Hitabesi” ile Hz. Peygamber’in ünlü “Veda Hutbesi” arasında şaşılacak derecede üslup benzerlikleri vardır. Anlaşılan Başbakanın “Midyat Hitabesi”ni hazırlayan aklıevvel, önüne Hz. Peygamberin “Veda Hutbesi”ni koyarak kaleme almış konuşma metnini. Özellikle şu “Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız” lafı, tam bir cinlik ve intihal örneğidir. Zira Hz. Peygamber, günümüzden Miladi olarak yaklaşık 1380 sene önce (632 yılında) irat etiği ünlü “Veda Hutbesi”nde kullanmıştır bu tabiri ve şöyle demiştir:
“Ashabım! Dikkat ediniz, cahilieden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır… Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur…”(2).
Türklük Her Dönemde Örselenmiştir
Gerçi Türklük, sadece bugün değil, devlet yöneticilerimiz tarafından geçmişte de hor görülmüş ve inadına örselenmiştir. Yani geçmişte de Türklüğün, tıpkı bugünkü gibi, Türk Devleti’ni yönetenlerin yanında geçer akçe olmadığı ve ayaklar altına alındığı zamanlar çok olmuştur. Örneğin Osmanlı’yı ele alalım:
Hanedan ailesinin Türk kökenli olması sebebiyle devletin Türk kimliği resmen geçerli olsa bile, fiiliyatta ve uygulamada, örneğin tayin ve atamalarda Türk olmanın, Osmanlı döneminde de fazla bir değeri olmamıştır. Hele hele Osmanlı’nın, sıradan bir devlet olmaktan çıkıp imparatorluk haline gelmesinden itibaren (Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren) Türkler adeta sahada kaybolup gitmişlerdir!
Bunun temel sebebi, Osmanlı’nın, birbirinden farklı birçok etnik unsuru bünyesinde barındıran bir imparatorluk olması sebebiyle, bu unsurların sulh ve sükûnet içinde yaşamalarını temin etmek zorunda olmasıydı. Bir diğer önemli sebep de, Osmanlı topraklarının büyük bir bölümünde yaşayan nüfusun Müslümanlardan oluşması ve birleştirici unsur olarak Müslümanlığın esas alınmış olmasıdır. Ancak bu durum ve tedbir bazen öyle abartılmıştır ki; çoğu kere Türkler; ikinci, hatta üçüncü sınıf insan muamelesi bile görmüştür Osmanlılar döneminde.
Bilindiği gibi, Fatih Sultan Mehmed devrine kadar Padişahların yanı sıra Sadrazamların da özellikle Türklerden olmasına dikkat edilmiştir. Bu düşünce uyarınca özellikle Çandaroğulları sülalesinden çok kıymetli sadrazamlar yetişmiştir. Çandarlı Halil Paşa’nın 1453 yılında boğdurularak öldürülmesinden sonra ise sadrazamların özellikle devşirmelerden olmasına özen gösterilmiş ve bu usül bir devlet siyaseti olarak benimsenmiştir. David Kushner bu konuda şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır:
“Gerçekten de hükümet, hiyerarşisi Türk olmayanları daha fazla kayırmıştı. Mesela devlet hizmetinde çalışanlardan Türk olmayanların sayısı bir hayli çoktu. Osmanlı bürokrasisine girmek için gerekli olan şey, Türkçe bilmek ve İslamiyet’i kabul etmekti. Osmanlıların devletin Türk özelliğini korumak yolundaki en büyük hizmetleri, imparatorluğun resmi dilini Türkçe yapmaları olmuştu. Bu, kendilerinden önce devlet işlerinde Farsça kullanan Selçuklular ve Arapça kullanan Memlükler gibi Türk hanedanlarının tam tersi bir davranıştı”(3).
Devletin Türk kimliğini korumak için yapılan bir başka önemli hizmet de herhalde devşirme ve dönmelere verilen Türk isimleri ve Paşa unvanlarıdır! Bakar mısınız lütfen (yine Kushner’in kitabından naklen);
“Mühtedilerden: Humbaracı Ahmet Paşa (Comte de Bonneval), Ömer Paşa (Bosnalı Cata), Mehmet Ali Paşa (Magdeburglu Detroit), Mustafa Celaleddin Paşa (Constantin Borzecki), Yakup Paşa (Iacopo Maestro), Rüstem Paşa (Francesko), Ahmet Rüstem Bey (M.Chatauneuf), Emin Paşa (Eduart Schitzer), Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa (Michel Lattas), Macar Osman Paşa (Farkos Sandor), Mahmud Hamdi Paşa (Fischel Freund), Macar İsmail Paşa (General Kmetty), Ferid Paşa (Miksa Stein), Fevzi Paşa (Jozsef Kollaman), Sava Paşa, Kampel Mustafa Ağa, Dukaginzade Ahmet Paşa, Hekim İsmail Paşa, Damad İbrahim Paşa, Hekimbaşı Nuh Efendi vs.
Devşirmelerden: İbrahim Edhem Paşa, Sokullu Mehmed Paşa, Kavanoz Ahmet Paşa, İshak Paşa, Cığaloğlu Sinan Paşa, Hersekzâde Ahmet Paşa, Gedik Ahmet Paşa, Rüstem Paşa, Dukaginzâde Yahya Bey, Koca Mustafa Paşa vs.
Azınlıklarlardan: Aleksandros Karatodoridi, Papadopulos Efendi, Yani Kalimahi, Aleksandr Giga, Mateos Giga, Yorgi Karaca, Iskarlatos Karaca, Nikola Suços, Konstantin Morozi, Aleksandr Mavrokordato, İstavraki Aristorki, Mihail Kalimahi, Dimitri Morozi, Yakovas Argiroplu vs.”(4).
Bu kadar çok ismi yan yana görünce, insanın aklına “Yahu bu memlekette o devirde hiç Türk yok mudur da bu isimlere devlet bürokrasisinde yer verilmiştir?”şeklinde bir sualin gelmemesi mümkün değildir. Bununla birlikte bütün devşirme ve mühtedilerin devlete zarar verdikleri gibi bir düşüncemiz de elbette bulunmamaktadır.
Dikkat edilecek olursa; Osmanlılar Paşalık rütbesini genellikle kendi isteği ile İslam Dini’ni kabul eden Mühtedilere ve devlet eliyle yetiştirilen devşirmelere vermişler, Azınlıklara ise bu unvanı layık görmemişlerdir. Azınlıklar içinde paşalık rütbesi verilen ya hiç yoktur, ya da bu insanlar Paşalıklarıyla meşhur olmamışlardır. Ancak zaman zaman devletin bu siyaseti terk ederek, özelliği olan bazı hizmetlerde istihdam ettiği bir kısım kişilere mühtedî ve devşirme olmalarına bakılmaksızın Paşalık unvanını verdiğini biliyoruz. Muzıkayı Humayun’u kurup yönetmek için II. Mahmut tarafından 1828 yılında Türkiye’ye getirilen İtalyan asıllı Donizetti Paşa ve II. Abdulhamid tarafından Osmanlıdaki Askeri Eğitim Sistemini yeniden oluşturmak düşüncesiyle Türkiye’ye getirilerek 1883 yılında Osmanlı’nın hizmetine giren Alman asıllı Goltz Paşa bunlardan bir kaçıdır.
Kanaatimizce bu siyasetle; Osmanlı hanedanına muhalif ve rakip ikinci bir Türk hanedanının ortaya çıkarak iktidarın paylaşılması önlenirken, belki biraz da imparatorluğun aileler arasında çıkması muhtemel çatışmalarla parçalanması engellenmiş ve devletin üniter yapısı korunmaya çalışılmıştır. Ayrıca bu siyasetle, yeteneği ve bilgisi olan bazı yabancılar devlet hizmetine sokularak onların bu bilgi ve yeteneklerinden istifade edilmesi amaçlanmıştır. Bu usûl, İmparatorluğun güçlü olduğu bir devrede benimsendiği için en azından bu konuda bir sakınca görülmemiştir. Ayrıca imparatorluk sınırlarının milyonlarca kilometreye ulaşmasıyla bu kadar geniş coğrafyada yaşayan bütün insanlar devletin bir vatandaşı durumuna girmişler ve bu sebeple vatandaşı oldukları devletin bürokrasisinde kendilerine yer bulabilmişlerdir.
Osmanlı devleti, her imparatorluk gibi, çeşitli milletleri sınırları içinde topluyordu. İmparatorluğun her ferdi, Müslüman olmak şartıyla, devlet teşkilatında vazife görebiliyor ve sadrazamlığa kadar yükselebiliyordu. Devlet hizmetine girenlerden anadili Türkçe olmayanlar da Türkçe öğreniyorlardı(5). Osmanlılar tarafından uygulanan bu siyasete baktığımızda devletin vatandaşları arasında fırsat eşitliği yaratmaya çalıştığı da söylenebilir, ama bu fırsat eşitliği sanki Türk olmayanlar için uygulanmıştır gibi bir düşünceye kapılmamak mümkün değildir(6).
Gerçi Fatih Sultan Mehmed’den sonra zaman zaman Türk sadrazamlar da göreve gelmiştir ama bunların sayıları devşirmelere göre çok azdır ve bu sadrazamlar devletin sıkıştığı zor zamanlarda göreve getirilmişlerdir. Piri Mehmet Paşa, Köprülü Mehmet Paşa ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa gibi Türk asıllı sadrazamların, hep devletin zor zamanlarında göreve getirildikleri bilinmektedir…
İşte bu devşirme sadrazamların bazıları sayesinde Türk insanı, ikinci hatta üçüncü sınıf insan muamelesi görmüş ve saray çevresine yaklaştırılmamıştır. Devletin bütün önemli ve stratejik görevleri azınlık ve dönmeler tarafından deruhte edilir hale getirilmiştir. Anadolu’daki Türk köylüsü ise, ancak vergi toplanırken ve sefere çıkılırken hatırlanmıştır. Kendilerine yapılan haksızlıkları saraya ve padişaha duyuramayan Türk İnsanı, zaman zaman ayaklanma girişimlerinde bulunmuş, ancak bu ayaklanmalar en kanlı şekilde bastırılmıştır. Hatta bazı kaynaklarda, özellikle 1606 yılında sadrazam olan Hırvat asıllı Kuyucu Murat Paşa’nın, aslında Türk İnsanı tarafından, saraydan kaynaklanan bazı haksız uygulamalara karşı başlatılan Celali İsyanlarını bahane ederek, 30.000 civarında masum Türkü öldürttükten sonra açtırmış olduğu kuyulara attırdığından bahsedilmektedir(7-8).
___________
1-http://www.haberturk.com/gundem/haber/820883-kimse-bizim-karsimiza-kurtlukle-de-turklukle-de-cikmasin,
Eski Sağlık Bakanlarından Rıfat Serdaroğlu’nun konuya ilişkin yazısını okumak için lütfen tıklayınız: ,
2- ,
3-David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu 1876-1908, Kervan Yayınları, İstanbul,1979, s. 2.
4-Age, s. 163.
5-Prof. Dr. Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, TDV. Yayınları, Ankara,1994, s.78. (Bu konu ile ilgili daha geniş bilgi Prof. Dr. Osman Turan’ın Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi isimli eserinden de öğrenilebilir).
6-Birinci Körfez Savaşı sırasında ABD’nin Genel Kurmay Başkanlığını, 2001-2004 yılları arasında da bu ülkenin Dış İşleri Başkanlığını yapan Org. Colin Powel (Kolin Pavıl)’ın bir zenci, ondan sonra ABD Genel Kurmay Başkanı olan Org. Cohn Shali Khasvilli (Con Şalikaşvili)’nin ise Gürcü asıllı olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde modern bir imparatorluk görüntüsü veren ABD. de birçok Yunan, Ermeni ve Yahudi asıllı ve ABD Başkanlığı’na aday olabilecek kadar yüksek dereceli senatör ve devlet adamının olduğu da bilinmektedir. Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski gibi ABD’nin önde gelen uzman idarecileri de bilindiği gibi yabancı asıllıdırlar. İki dönemdir ABD Başkanı Huseyin Barack Obama’nın da Kenya asıllı bir Amerikalı olduğu biliniyor. Ancak bu kişilerin Amerikan Vatandaşlığı potası içinde eridikleri muhakkaktır.
7- Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Çile Yayınları, İstanbul,1982, c. 6, s. 51.
8- Büyük Larousse, Milliyet Yayınları, c. 14, s. 7238-9, “Kuyucu Murat Paşa” maddesi.
Yazıları posta kutunda oku