Bilindiği gibi; bağnaz muhafazakâr kesimde Yaşar Nuri Öztürk vb. din adamları fazla itibar görmezler. Bunun nedeni, bu adamların, geleneksel İslami düşünceye az çok aykırı şekilde bazı görüşler ortaya koymalarıdır. Diğer bir tabirle; alışılmış ezberleri bozacak şekilde fikirler ileri sürmeleridir. Aslında Yaşar Nuri Öztürk vb. din adamlarının (ki; Hüseyin Atay ve Abdülaziz Bayındır gibi adamlar da bu gruba dâhildir) söyledikleri, yeni bir şey değildir. Onların ortaya koydukları görüşler de şu ya da bu şekilde geçmişte dillendirilmiştir. Ancak tıpkı bugünkü gibi egemen zihniyet tarafından susturuldukları ve hatta horlandıkları için, neşvünema ve fazla taraftar bulamamıştır bu tür görüşler.
Dolayısıyla; Yaşar Nuri Öztürk ve o çizgide düşünen din adamları, daha çok bu tür azınlık görüşlerini dillendiren adamlardır. Ayrıca özellikle Yaşar Nuri Öztürk, bu tür görüşleri “Selâmün aleyküm kör kadı” edasıyla ve “Camızın göle def-i hacet” yapması gibi “lap” diye (son derece cesurca) orta koyduğundan, geleneksel düşünceye sıkı sıkıya bağlı adamlar, Yaşar Nuri’nin bu tavrı sebebiyle sara nöbetine yakalanmışçasına sersemlik yaşamaktadırlar. Bazıları bu sersemlik halini çabuk atlatırken, bazılarında kalıcı hasarlar oluşmaktadır. İşte bu kalıcı hasar, Yaşar Nuri Öztürk ve benzerlerine körü körüne düşmanlık olarak tebarüz etmektedir.
Doğrusunu söylemek gerekirse; ben de pek çokları gibi başlangıçta Yaşar Nuri Öztürk’ün, büsbütün işkembeden sallayarak konuşup, yazmasa bile en azından kıyıda köşede kalmış ve fazla itibar edilmeyen görüşlerden hareketle yazıp çizdiğini zannederdim! Ancak, “Hz. Ebu Bekir’le başlayan İslam darbe geleneği!” başlıklı yazıma “Düzeltme” adı altında yorum yapan DİB üst yönetiminden emekli değerli dostum Mustafa Çalışkan, benim kendime gelip gerçeği görmemi sağladı! Meğer Yaşar Nuri Öztürk hoca da, tıpkı kendileri gibi, İbni İshak, İbn Hişam, İbn Sa’d, Taberi, Yâkubî ve Sağlebî gibi, temel İslami kaynaklardan ve ilk devir İslam tarihçilerinin yazdıklarından istifade ediyormuş yazarken ve konuşurken! Bu gerçeği açıklıkla ortaya koyduğu için bu dostuma gerçekten de içtenlikle teşekkür ediyorum.
Dostumuzun “Metin Düzeltmesi” başlığıyla yapmış olduğu yorum şöyle:
“Sayın Ömer Sağlam dostuma ait ‘Hz. Ebu Bekir’le başlayan İslam darbe geleneği!’ başlıklı yazıyı geçte olsa okudum. Bazı meselelerin müspet ve menfi taraflarının birlikte değerlendirilmesi taraftarıyım. Bu arada, Hz. Osman (r.a.)’ın vefat ettiği zaman bıraktığı malvarlığı ile ilgili olarak, 3. dipnotta kaynak olarak verilen eserin sahibi Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün İbn Sad’ın ‘et-tabakâtü’l-Kübrâ’ sından yaptığı alıntının metni ve doğru tercümesi ile konuyla ilgili değerlendirmem aşağıda verilmiştir:
–Hz. Osman Şehit edildiğinde, Osman’a ait otuz milyon beşyüz bin (30 500 000) dirhem ile yüz elli bin (150 000) dinar Hazînedârının yanında idi. Bütün bu paralar yağmalanıp götürüldü. Rabaza’da 1000 devesi vardı. Eriş kuyusu, Hayber hurmalığı ve Vadi’l-Kura’da tasadduk ettiği değeri 200.000 dinar olan sadakalar bırakmıştı.-
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ise, yukarıdaki metni –İbn Sa’d’e göre; Osman otuz milyon beşyüz bini kendi özel hazinesinde olmak üzere, otuz milyon altıyüz elli bin dirhem (birkaç ton altına denk) para, Ebu Zer’in bir kulübede yaşamak zorunda bırakıldığı Rebeze’de bin develik bir sürü ve bin köle bırakmıştır- şeklinde tercüme etmiştir.
Dolayısıyla bu tercüme İbn Sa’d’ın ifadesine uygun değildir. Çünkü her iki tercüme ile metin karşılaştırılarak incelendiğinde görüleceği üzere; -Hazînedârının yanında- ifadesini -kendi özel hazinesinde- olarak belirtmiş; metinde olmadığı halde -Ebu Zer’in bir kulübede yaşamak zorunda bırakıldığı… ve bin köle bırakmıştır- ifadelerini de ilave etmiştir. Bu tavrın bir ilim adamına yakışmayacağı izahtan varestedir. Saygılarımla”(1).
…
Görüldüğü gibi, daha doğrusu saygıdeğer dostum Mustafa Çalışkan’ın dediğine göre; kaynak aynı, orijinal metin aynı, ancak tercüme farklıdır! Dostumuza göre; Yaşar Nuri Öztürk, hem metni yanlış tercüme etmiş, hem de tercümesine orijinal metinde olmayan ilaveler yapmıştır!
Okuyucularımdan özür dileyerek belirteyim ki; benim Arapça bilgim, sadece harekeli Arapça metinleri okuyabilecek düzeydedir. Okuduğum her metni tercüme edecek Arapça bilgim de bulunmuyor. Ancak M.Çalışkan’ın göndermiş olduğu harekesiz Arapça metinden Hz. Osman’ın geride bırakmış olduğu mal varlığına ilişkin bölüm (okuyabildiğim kadarıyla) şöyledir:
“Kâne li Osman bin Affân ınde hâzinihi yevme kutile selâsûne elfe elfe dirhem ve hamsemie elf dirhem ve hamsûne ve mie elf dînar fentehibet…”
Görüldüğü gibi orijinal metinde “Dinar” lafı da geçiyor. Ancak Yaşar Nuri’nin tercümesinde dinar kavramı geçmiyor. Öte yandan orijinal metinde “Milyon” lafı da geçmiyor. Onun yerine “bin” anlamına gelen “Elf” kelimesi iki kere yazılmış. Bunun sebebi, İbn Sa’d’ın kitabını yazdığı sırada “Milyon” kelimesini bilmiyor olmasıdır. Yani “milyon” kelimesi tıpkı Türkçe’de olduğu gibi Arapça’ya da çok sonraki devirlerde batı dillerinden geçmiş olmalıdır.
Değerli okuyucularım öncelikle belirtmem gerekirse; Yaşar Nuri Öztürk, İbn-i Sa’d’ın kitabında bulunan Arapça ifadeyi, Sayın M.Çalışkan gibi birebir tercüme ederek aktarmış değil kitabında. Özetleyerek aktarmış. Yaşar Nuri Öztürk, İbn Sa’d’ın “30.500.000 dirhem ve 150.000 dinar” şeklinde belirttiği para miktarını “Dinar” lafzını görmezden gelerek iki rakamı toplayıp “30.650.000 dirhem” olarak vermekle belki küçük bir dikkatsizlik yapmış olabilir(2).
Ancak 150.000 dirhemi, 150.000 dinar olarak belirtmiş olmakla Osman’ın bu konudaki günahı hafiflemiş olmaz! 150.000 dinarı hiç hesaba katmasak ve sadece 30.500.000 dirhemi esas alsak bile Osman’ın tonlarca miktarda bir servet bıraktığı ortadadır. Çünkü bir dirhemin 3.2 gr. olduğu dikkate alınırsa, Osman’ın hatırı sayılır derecede bir servet biriktirdiği anlaşılır. Ancak İbn Sa’d, ağırlığını verdiği bu servetin türünü belirtmemiş kitabında. Yaşar Nuri Öztürk, bu miktarın birkaç ton altına denk geldiğini nasıl hesapladı onu da bilmiyoruz. Bu konuda M. Çalışkan’ın tercümesinde de herhangi bir bilgi bulunmuyor.
Ancak Yaşar Nuri Öztürk’ün ima etiği gibi eğer ortada bir haksız kazanç varsa, 30.650.000 dirhem de haksız kazanç ve suçtur, 30.500.000 dirhem ve 150.000 dinar da haksız kazanç ve suçtur. Mühim olan haksız edinilen malın (belki de aşırılan devlet malının) miktarı değil, devlet gücünü kullanarak haksız kazanç elde edilip edilmediği olmalıdır. Anlaşılan örnek olayımızda haksız edinilen veya aşırılan bir devlet malı söz konusudur ve bunun faili de III. İslam Halifesi Hz. Osman’dır.
Metinde “Indel hazinihi” yani “Hazinedarının yanında” tabiri geçmektedir. Bu tabir, Yaşar Nuri Öztürk’e göre; “Hz. Osman’ın Özel Hazinedarı”, M.Çalışkan’a göre ise devletin hazinesine bakmakla yükümlü resmi görevli, yani bir anlamda günümüzdeki “Maliye Bakanı” ve ya “Hazine Müsteşarı”dır.
Şu halde bize göre her iki ifadenin doğruluk derecesi aynıdır. Çünkü eski tarihlerde hükümdarların özel hazinesi ve hazinedarları da bulunuyordu. Öte yandan eğer bu hazine devlete ait bir hazine, hazinedar da devlet görevlisi olsaydı herhalde “Onun hazinedarı” anlamında “Hâzinihi” denilmez, “Beytül Mal” kavramı veya onun yerine geçen bir başka kavram kullanılırdı. Anlaşılıyor ki; Arap Müellifi İbn Sa’d, bizimkiler kadar Arapça bilmiyormuş! Onun için de “Beyt’ül Mal” kavramını kullanmayıp Türkçe karşılığı “Hazinedarının yanında” anlamına gelen “Inde hazinihi” ifadesini kullanmış! Oysa burada geçen “Hazinedar”ın devletin resmi memuru mu, yoksa Osman’ın özel hazinedarı mı olduğu yeterince açık değildir. Hz. Osman’ın devlet başkanı olmasından hareketle ifade de geçen “Hazinedar”ın devletin memuru olduğu şeklindeki bir kabul ise tamamıyla farazidir…
“Hz. Osman’ın Rebeze’de 1000 develik bir sürü bıraktığı” her iki din adamının tercümesinde de bulunduğuna göre ve ayrıca Yaşar Nuri’ye karşı çıkan M. Çalışkan’a göre; “Eriş kuyusu, Hayber hurmalığı ve Vadi’l-Kura’da değeri 200.000 dinar olan sadakalar bıraktığına” göre; Hz. Osman, çok zengin bir adamdı. Böyle zengin bir adamın, özel hazinedarının bulunması ve bu hazinedarın yönetmiş olduğu özel hazinede birkaç ton altına denk gelen bir servetin bulunması akla ve mantığa aykırı değildir. M.Çalışkan, orijinal metinle birlikte vermiş olduğu tercümede “Bütün bu paralar yağmalanıp götürüldü” dediği ve özel servetin yağmalanmasının, devlet hazinesine göre çok daha kolay olduğu dikkate alınırsa, bahsi geçen 30.500.000 dirhem ve 150.000 dinarlık servetin Hz. Osman’ın şahsi serveti olduğu akla daya yatkın gelmektedir.
Öte yandan kusura kalmasın, benim aziz dostum M.Ç alışkan, büyük bir çelişki içindedir. Zira bir taraftan “Hz. Osman Şehit edildiğinde, Osman’a ait otuz milyon beşyüz bin (30 500 000) dirhem ile yüz elli bin (150 000) dinar Hazînedârının yanında idi…” diyerek bahse konu servetin “Osman’a ait” olduğunu söylüyor, bir taraftan da (Inde hazinihi= Hazînedârının yanında) ifade-sini ‘kendi özel hazinesinde’ olarak belirtmiş” diyerek Yaşar Nuri’yi tenkit ediyor. Oysa “Osman’a ait” sözüyle tam da Yaşar Nuri’ye destek verdiğinin farkında bile değil M.Çalışkan! Bu ikircikli tavrıyla, sanki Yaşar Nuri Öztürk’e karşı çıkmak zorunda olduğunu hissettiriyor gibidir bize…
Bunun yanında; İbn-i Sa’d’ın kitabındaki bahse konu ibarede “Ebu Zer’in, Rebeze’de bir kulübede yaşamak zorunda bırakıldığına ilişkin bilgi” olmaması o kadar da önemli değildir. Başka kaynaklarda bu konuda bir sürü bilgi vardır ve bu haber doğru bir haberdir. Muhtemelen İbn Sa’d’ın kitabının başka sayfalarında da bu konuda bilgi vardır. Yaşar Nuri Öztürk, M.Çalışkan gibi İbn Sa’d’ın cümlesini motamot tercüme etmediği için ve “Rebeze”yi biz okuyuculara tanıtmak ve Rebeze’nin nasıl bir yer olduğunu anlatabilmek için “Ebu Zer” isimli büyük sahabinin Hz. Osman tarafından orada zorunlu iskâna tabi tutulduğunu ve fakr-u zaruret içinde yaşayarak öldüğünü hatırlatma gereği duymuştur. Yani bir miktar yan bilgi aktarmıştır biz okuyuculara(3).
Oysa aynı şeyi Yaşar Nuri’yi kendiliğinden ilaveler yapmakla itham eden M. Çalışkan da yapıyor. O da, İbn Sa’d’ın orijinal metninde olmayan kelimeler ilave etmiş yapmış olduğu tercümeye. Mesela orijinal metinde “Hz. Osman şehit edildiğinde” diye bir ibare bulunmuyor. Sadece “Osman bin Affan öldürüldüğü gün” deniliyor. M.Çalışkan ise bu ibareyi “Hz.” ve “şehit” kavramlarıyla geleneksel İslam düşüncesine uydurmaya çalışıyor.
“Bin köle” meselesine gelince, İbn Sa’d’ın tartışma konusu yapılan cümlesinde bu konuda bilgi yok ama muhtemelen kitabın başka sayfalarında veya başka kaynaklarda bu konuda ayrıntılı bilgiler vardır. Örneğin Hz. Osman’ın oğlu olan Sait’in, Emevilerin Horasan valisi iken, Türkistan bölgesinden binlerce Türk gencini esir alarak Medine’ye getirdiği ve içlerinden Türk hanedan ailesine mensup prensleri özel malikânesinde köle olarak çalıştırdığı biliniyor. Böyle bir evlat yetiştiren Hz. Osman’ın da binlerce kölesinin olmasını normal karşılamak gerekiyor! Anlaşılıyor ki; oğul Sait, özel mülklerinde köle istihdam etme uygulamasını babasından miras olarak devralmıştır!
Yazımıza yorum yapan Mustafa Çalışkan, Yaşar Nuri Öztürk’ün “Hz. Osman’ın, Müslümanların defnedildiği ‘Cennet’ül Bâki’ mezarlığı yerine ‘Haşşükevkeb’ isimli Yahudi mezarlığına defnedildiği” şeklinde vermiş olduğu bilgiye karşı çıkmadığına göre; bu bilgiye de katılıyor demektir. Bunun için kendisine ayrıca teşekkür ediyorum. Demek ki; Yaşar Hoca, bu konuda da doğru bir tespitte bulunmuştur.
Hz. Osman’a karşı yapılan darbe girişiminin elebaşlarından birisinin (hatta Yaşar Nuri Öztürk’e göre; Hz. Osman’ın sakalından tutup onu ilk sersemleten kişinin) Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muhammed olduğu pek çok kitapta bulunmaktadır. Bazıları, Hz. Osman’ın “Ey Ebu Bekir’in oğlu, baban senin bu halini görseydi senden utanırdı” demesi üzerine Muhamed’in, Osman’ın yanından uzaklaştığını iddia ediyorlar. Oysa Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’in ayaklanmacılara engel olmaması ve aynı zamanda Hz. Peygamber’in dul eşi olan Hz. Ebu Bekir’in kızı Hz. Aişe’nin, Osman’ın bu müşkül anını göre göre hacca gitme bahanesiyle Medine şehir merkezini terk etmiş olması, hem Ebu Bekir’in ailesinin, hem de Medine halkının Hz. Osman’a duymuş oldukları öfkenin derecesini anlatması bakımından oldukça enteresan sayılmalıdır.
Dolayısıyla; biz Türklerin, Şam valisi Muaviye başta olmak üzere Emevileri devlet hizmetinde yoğun bir şekilde istihdam ederek ve kendilerine Beytül Mal’dan haksız ödemeler yaparak onların önünü açmak suretiyle Emevi Saltanatı’nın kurulmasına ön ayak olan III. İslam Halifesi Osman’ı temize çıkarmak gibi bir görevimiz bulunmuyor. Her ne kadar unvanları “Emir-il Mü’minin” ve “Halife” de olsalar, Arabın siyasi iktidar kavgası biz Türkleri o kadar da ilgilendirmemelidir.
Hele hele bizim, Arabın iktidar kavgasının tarafları olarak Alevi ve Sünni sıfatları altında karşı gruplara ayrılarak uzun asırlardır birbirimizle çatışma içinde olmamız ve bu ülkenin aydınları olarak hemen her konuda olduğu gibi bu konudaki düşüncelerimizden dolayı da birbirimizi yermemiz ve türlü şekillerde itham etmemiz tam bir ahmaklık örneğidir. Bu da ancak bize yakışır ve Arapların biz Türkler için kullandığı “Sert Mizaçlı” ve “Ahmak” tabirleri boşuna değildir!(4).
____________
1-http://www.antigazete.com/yazar_yazilari.php?yazi_no=1061,
2- Bu konudaki hata, alıntı yaparken tarafımızca da yapılmış olabilir. Yaşar Nuri Öztürk’ün kitabını bulamadığımız için tekrar karşılaştırma yapılamamıştır.
3- M.Çalışkan, Osmanlı tarihçilerinden Ahmet Cevdet Paşa’nın “Kısas-ı Enbiya ve Tevarihi Hulefâ” isimli eserinde, Ebu Zer’in, Hz. Osman’ın bilgisi dâhilinde ve ondan izin alarak Medine yakınlarındaki Rebeza köyüne yerleştiğini ve Osman’ın kendisine hayatını devam ettirebileceği miktarda deve ve maddi yardımda bulunduğu istikametinde bilgiler bulunduğunu ifade etmiştir. Oysa diğer pek çok kaynakta; “İlk Müslümanlardan ve Hz. Peygamber’in yakın çevresinden olan Ebu Zer El-Gıfari’nin, hilafet konusunda Hz. Ali’ye destek verdiği, Hz. Osman’ın idare şeklini ve özellikle Beytül Mal, yani Devlet Hazinesi’ndeki paraları usulsüz şekilde sarf edip yakınlarına çıkar sağlamasına muhalefet ettiği gerekçesiyle halife tarafından hem de 90 yaş civarında bir ihtiyar olarak çıplak bir deve sırtında kızıyla birlikte Medine’den sürgün ettiği ve Ebu Zer’in M.652 yılında fakr-u zaruret içinde ve inandığı doğruları cesur bir şekilde savunarak vefat ettiği” şeklinde bilgiler bulunmaktadır(Örn. bk. ,
4-Trablusşam (Lübnan) Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Halid Ziyadeh’e göre; “Arap Türk’ü sert mizaçlı ve ahmak olarak, Türk de Arap’ı hain ve yobaz olarak görmektedir”(bkz. Araplar ve Türkler: Geleceğe Dair Pratik Yaklaşımlar, s, 74, Terc. Ve Red. Ali Çankırılı, Timaş Yayınları, İstanbul, 1994).
Bir yanıt yazın