Yayınlarında ve bazı yöneticilerince yapılan açıklamalarda “gereklilik”, “zorunluluk” ve “vecibe” gibi kavramlarla ifade edilse de, Diyanet’e göre; eller, ayaklar ve yüz bölgesi müstesna olmak üzere, genelde örtünmenin, özelde ise başörtüsü kullanmanın kadınlar için farz derecesinde bir dini hüküm olduğu anlaşılıyor(1).
Gelin görün ki; Diyanet, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da takıyye içindedir ve bu konudaki düşüncelere sansür uygulamaktadır. Bu durum, daha çok, Diyanet adına fetva veren kurul olan Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleriyle, Diyanet’in üst düzey yöneticilerinin tutum ve davranışlarında görülmektedir. Diyanet dışında bu konuda gayet hoşgörülü ve toleranslı davranan bu kişiler, Diyanet adına söz söylerken birden tavır değiştirmekte ve Diyanetin bu konudaki geleneksel düşüncesine bağlı oldukları izlenimini vermeye çalışmaktadırlar.
Örneğin şu sözler, halen Diyanet İşleri Başkanı olan Prof. Dr. Mehmet Görmez tarafından dile getirilmiştir. Elbette Diyanet İşleri Başkanlığı’na intisap etmeden önceki tarihlerde:
“Bugün dünyanın her tarafında görülen, pek çok din ve kültürde varlığını sürdüren kadınların başlarını örtme geleneğinin ilk defa ne zaman başladığı tam olarak bilinmemektedir. Ancak, arkeolojik kazılar ve bilimsel veriler, bunun, insanlık tarihi kadar eski bir gelenek olduğuna işaret etmektedir. Tüm ilahi dinlerde başörtüsünün bulunduğu, İslam’dan önce İran, Bizans ve Hint medeniyetlerinde yaygın bir uygulama olduğu, bunlara ait dinsel ve tarihsel metinlerden açıkça anlaşılmaktadır. İslam, böyle bir uygulamayı hazır bulmuş ve yeni hüküm getirmek yerine, takılış biçimine çekidüzen vermek suretiyle varlığını onaylamakla yetinmiştir”(2).
Şu sözler de 2001-2008 yılları arasında 7 yıl süreyle Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliği yapmış olan Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal’a aittir ve elbette yine adı geçen Diyanet’e intisap etmezden önce söylenmiştir:
“Cahiliye döneminde kadınların örtü kullandıklarıyla ilgili haberler vardır… Güzelliğini göstermek için yüzünü örtmeyen hanımlara İslami dönemde de rastlanmaktadır. Bunların başında yer alan Hz. Ebû Bekir’in torunu Âişe bint Talha (ö.101), hiç kimseye karşı yüzünü örtmediği için, kocası Mus’ab b. Ez-Zubeyr (ö. 157) tarafından azarlanınca, ona şu cevabı vermiştir; ‘Allah beni güzel yarattı. İnsanların bunu görmesini ve kendilerine olan üstünlüğümü bilmelerini istiyorum. Allah’a yemin olsun ki, hiç kimsenin bana hatırlatması gereken bir ayıp yok’. Bus’ab b. Ez-Zubeyr’in diğer bir eşi olan Hz. Hüseyn’in kızı Sukeyne (ö. 117) de yüzünü örtmeyenler arasındaydı. Güzel bir kadın olan Sukeyne, giyimine dikkat eder, alnına kâkül koyardı. Daha sonra, bu, ‘Sukeyne kâkülü” diye meşhur oldu”(3).
Yani bu iki önemli görüş sahibi insan diyor ki; başörtüsü insanlık tarihi kadar eskidir. Bütün mukaddes dinlerde olduğu gibi, cahiliye dönemlerinde bile kullanılmıştır. Yani, İslam dini ile gelen bir düzenleme olmayıp, İslam Dini tarafından da kabul edilen bir düzenlemedir. En önemlisi de İslami dönemde yüzünü örtmeyen, üstelik yüzünün güzelliğini büsbütün ortaya çıkarmak için saçlarından bir kısmını (kâkül kısmını) dışarıda bırakan kadınlar vardı ki; bunlardan bazıları Ashaptan ileri gelenlerin akrabaları idiler. Bu görüşlerden anlıyoruz ki; İslam’ın ilk dönemlerinde, başörtüsü kullanımı konusunda az çok bir serbesti vardır! Kadınların başlarını sıkı sıkıya bağlamaları ve özellikle yüzlerini peçeyle örtmeleri, sonraki devirlerde icat edilmiştir. İslam’da bu yönde bir düzenleme bulunmuyor.
Ancak gelin görün ki; Diyanet dışında bu tür görüşler sergileyen fikir sahipleri, Diyanet adına söz söylerken gayet temkinli davranmakta ve başörtüsü, sadece İslam’da varmış ve sorun sadece Müslüman kadının sorunuymuş gibi hareket etmektedirler. MEB Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyeliği ve Dekanlığı ile DİB Din İşleri Kurulu üyeliği gibi görevleri başı açık olarak yürüten akademisyenlerden Prof. Dr. Mualla Selçuk bile Diyanet adına bu konuda söz söylemekten özellikle kaçınmak zorunda kalmıştır.
Sukeyne Kâkülü ve Türbanda Ayşe Sucu Modeli
Diyanet’in başörtüsü konusunda takıyye yaptığı ve düşüncelerine sansür uyguladığı kişilerden birisi de hiç şüphesiz Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Faaliyetleri Müdiresi Ayşe Sucu olmuştur. Ayşe Sucu, ilahiyat eğitimi almış bir bayandır. Kendisi Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Kur’an Kursu öğretmeni ve eğitim uzmanı olarak çalıştıktan sonra emekli olmuş birisidir.
Türkiye Diyanet Vakfı, 1995 yılının sonunda almış olduğu bir kararla kadınlara yönelik olarak bazı çalışmalar başlatmış, daha çok siyasi partilerin kadın kollarına benzer şekilde başlatılan bu çalışmaları organize etmek üzere de DİB Merkez Teşkilatında Uzman sıfatıyla çalışmakta olan Ayşe Sucu görevlendirilmiştir. O tarihlerde “Kadın Kolları” şeklinde organize olan faaliyetler, 2004 yılından başlamak üzere “Kadın Faaliyetleri Müdürlüğü” adı altında örgütlenmiştir. 2004 yılına kadar Diyanet İşleri Başkanlığı merkez teşkilatında uzman sıfatıyla istihdam edilen Ayşe Sucu, Devlet Memuru kimliği ile 2004 yılına kadar fahri olarak bu işleri yürütürken, Devlet Memurluğu’ndan emekli olduktan sonra bu birimin başına getirilmiş ve Kadın Faaliyetleri Müdiresi olarak Vakıf kadrosuna dâhil olmuştur.
Tahmin edileceği gibi Ayşe Sucu, türbanlı bir bayandır. Ancak Ayşe hanımın kullandığı türban, “Sıkma baş”, ya da “Şûle baş” olarak bilinen ve muârızları tarafından “siyasi simge” olarak nitelendirilen başörtüsü modelinden oldukça farklı olduğu gibi, bugün daha çok siyasiler tarafından gelişigüzel bir şekilde “Anadolu kadınının kullandığı model”, “Annelerimizin ve ninelerimizin kullandığı şekil” ve son zamanlarda tartışma konusu yapılan “Çene altı fiyong” gibi başörtüsü bağlama şekillerinden de tamamen farklıdır.
Çünkü Ayşe hanımın bağladığı başörtüsü ya da türban, çoğu zaman bir atkıdan ibarettir. Gayet gevşek bağlanır. Bu bağlamada saçların yarısı, özellikle kâkül kısmı tamamen dışarıdadır ve alnın üzerinden sağa veya sola doğru taranmıştır. Eşarp veya atkının birleşme noktası ise önde ve göğüs hizasındadır. Ancak bu, düğüm şeklinde bir bağlama değil, dolama şeklinde gevşek bir tutturmadır. Bu bağlamada, başörtüsünün özellikle gerdan bölgesini kapatması ve yakaların üzerinden salıverilmesi mevzuubahis değildir. Dolayısıyla bu bağlama şeklinde başörtüsünün, sık sık kayarak baş, omuz ve gerdan bölgesinin tamamen ortaya çıkması muhtemeldir ki; bu mahzur, gömlek veya bluz türü üst giyeceklerle ortadan kaldırılmaktadır.
Başörtüsünü bu şekilde bağlayan Ayşe Sucu’nun, biyografisinden de anlaşılacağı üzere(4); TV. kanallarında başı tamamen açık vaziyette programlar yaptığı da bilinmektedir. Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Faaliyetleri Müdiresi İlahiyatçı Ayşe Sucu’nun takmış olduğu modele ne denir bilmiyoruz. Ancak, eğer bu türlü türban takma şekline mutlaka bir model ismi vermek gerekiyorsa, bu modelin adı “Sıkma baş”, “Şûle baş” veya “Çene altı fiyong” değil, DİB. Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal’ın yukarıdaki yazısında bahsetmiş olduğu gibi “Sukeyne Kâkülü Modeli” demek çok daha uygun düşmektedir. Yani Ayşe Sucu, bilerek veya bilmeyerek bir anlamda H.117, M. 737 yılında ölen bir bayan tarafından uygulanan bir başörtüsü modelini, yani “Sukeyne Kâkülü Modeli”ni uygulamış ve uyguluyor demektir!
Yani başörtüsü bağlama şekline bakarak eğer Sayın Ayşe Sucu’yu tenkit edenler varsa, onlar bilsinler ki; Ayşe Hanım bu konuda yalnız değildir. Zira uygulamış olduğu modelin, hem geçmişi Hz. Peygamber dönemine kadar giden bir serüveni vardır, hem de bugün dünyada pek çok İslam ülkesinde uygulama alanı vardır. Günümüzde İran, Pakistan ve Mısır gibi ülkelerde pek çok kadın, başörtüsü konusunda Ayşe Sucu’nun uygulamış olduğu modeli ve modayı takip etmektedirler.
Başörtüsü kullanma konusunda “Sukeyne Kâkülü Modeli” şeklini benimseyen Ayşe Sucu, 1996 yılı başından başlayarak 2010 yılına kadar, bu haliyle hem Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, hem de bu kurumun idaresindeki Türkiye Diyanet Vakfı’nı temsil etmiş bulunmaktadır. O, bu şekilde bağlamış olduğu başörtüsü ve çoğu zaman bu şekildeki başörtüsünün altına giymiş olduğu gömlek-etek-ceket, ya da gömlek-ceket-pantolondan ibaret giysisiyle, 1996 yılından 2010 yılına gelinceye kadar Diyanet’i yurtiçinde ve yurtdışında olmak üzere pek çok platformda başarıyla temsil etmiş, kendisini bu kurumlara nispet ederek tanıtmış ve bu kurumların vermiş olduğu unvanlarla, yani bir anlamda kurumsal kimliğiyle kamuoyunun karşısına çıkmıştır.
Hatta bu görüntüsüyle, geçmişte bırakın sıradan kamu kurum ve kuruluşlarını, Cumhurbaşkanlığı makamına bile çıkmıştır. Yani çoğu zaman “Türban” olarak isimlendirilen başörtüsü, Sayın Hayrunnisa Gül’den çok daha önceki tarihlerde Ayşe Sucu tarafından Çankaya Köşkü’ne çıkarılmış ve en azından bazı cumhuriyet kanunları karşısında illetli ve netameli olarak görülen bir kadın giysisidir!
Ne Diyanet İşleri Başkanlığı, ne de Türkiye Diyanet Vakfı, 1996 yılından başlayıp 2008 yılının Şubat Ayı’na gelinceye kadar, ne Ayşe Sucu’nun giyim kuşam şeklinden, ne türban modelinden, ne de bu tarz giyim kuşamıyla kendileri adına sergilemiş olduğu tavır, kendileri adına takınmış olduğu tutum ve kurumsal kimliğiyle söylemiş olduğu sözlerden hiçbir şekilde rahatsız olmamışlardır. Rahatsız olmak şöyle dursun, kendisini Diyanet’in gülen yüzü ve halka açılan penceresi olarak kabul etmişlerdir.
Ayşe Sucu’nun bu şekildeki çağdaş görünümlü kadın kimliğiyle yapmış olduğu çalışmalar, özellikle 28 Şubat sürecinde, bu süreci başlatanlar tarafından muhtemelen Diyanet’in 28 Şubat sürecine karşı takınmış olduğu tavır ve verdiği destek olarak algılanmış olmalıdır. O sebepledir ki; Diyanet, 28 Şubat sürecinde bu görüntüyü, alabildiğine kullanmaya çalışmış ve bunun için de 28 Şubat sürecinde Ayşe Sucu’nun yönetimindeki Kadın Kolları’nın faaliyetleri her türlü imkân seferber edilerek desteklenmiştir.
Yani ben, Diyanet’in, Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu’ya alelacele Atatürk’le ilgili bir kitap yazdırarak ve TDV’nin girişine bir Atatürk büstü yerleştirilerek 28 Şubatçılara mesaj verdiği gibi, kadın kollarının bazı çalışmalarını da bu konuda mesaj vermek için kullanmış olabileceğini düşünüyorum. Örneğin Diyanet’in, bir kısmı Kadın Kollarınca tertip edilen Ankara’nın lüks otellerinde iftar yemekleri verme girişimlerinin bu döneme rastlamasının, bir tesadüf olmadığına inanıyorum…
…
(Sürecek)
____________
1-Örn. bkz.“http://www.ntvmsnbc.com/news/433268.asp” internet adresinde bulunan 17.01.2008 tarihli ve “Bardakoğlu: Başörtüsü dini gerekliliktir” başlıklı haber.
2- Doç. Dr. Mehmet Görmez, “İlahi Dinlere Göre Başörtüsü” başlıklı makalesi, İslâmiyât, c.4, Sayı: 22, 2.Baskı, s. 19, Ankara, 2001.
3- Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal, age, s. 55.
4-bkz. ,