Hayır hayır; düşündüğünüz gibi değil. Bu yazı kesinlikle bir kan ve intikam yazısı değildir. Tamamıyla insani ve vicdani içerikli bir yazıdır. Gerçi benim hiçbir yazım, intikam amacı ve art niyet taşımaz ama gelin görün ki; bazı art niyetliler, ısrarla benim bazı yazılarımın “intikam” amacı taşıdığını söyleyip dururlar sağda solda. Ne yazıktır ki; bunu yapanlar da genelde benim, yürüttükleri görev sebebiyle kendilerine saygı duyduğum din adamları veya en azından dindar geçinen ancak gerçekte “dinci” tabir edilen, dini siyasete bulamış ve dolayısıyla başlarındaki beyaz sarığa leke sürmüş insanlardır.
DED’e Teşekkür Sadedinde
Evet, bu yazımda, vaktiyle yaşadığım ve aklımdan hiç çıkmayan bir anımı paylaşacağım sizlerle. Ancak anıyı anlatmadan önce yine yakınlarda yaşadığım bir olayı izninizle sizlerle paylaşmak istiyorum.
Okuyucularım hatırlayacaklardır, Diyanet Emeklileri Derneği (DED) hakkında birkaç yazı kaleme almıştım(1). DED üyesi din adamları bu yüzden bana çok kızdılar. Hatta içlerinde bana bağırıp, çağıranlar, haşlayanlar ve cemaziyel evvelimden başlayanlar bile oldu! Bunların bir kısmını sizlerle zaten paylaştım.
DED yöneticilerinden Emekli İl Müftüsü ve vaktiyle Türkiye’nin KKTC Din Hizmetleri Müşavirliğini de yapmış olan Fahrettin Aşık aradı telefonla. Israrla dernek yöneticileri olarak benimle görüşmek istediklerini söyledi ve beni dernek merkezine çağırdı. Arada dostum Mustafa Çalışkan da olunca (o gün ölmüşleri için hatim merasimi ve kuru fasulye ziyafeti düzenlemişti Mustafa Bey), dayanamayıp gittim bahsi geçen dernek merkezine. Ancak bir şart koştum kendilerine. Aynı zamanda hemşerim de olan Dernek Başkanı ile muhatap etmeyeceklerdi beni! Öyle de oldu zaten. Dernek Başkanı, takınmış olduğu bir karış suratla sadece izledi olan biteni! “Hoş geldin” demedi ama ben yine de nezaketen elini sıktım Mr. President’in.
Benim için gayet iyi geçti yapılan görüşme. Hem yazdıklarımı bir kez de yüzlerine söyleme fırsatı buldum, hem de bazı eski dostları gördüm orada. Sevinçle öğrendim ki; bizim yazılarımızdan sonra Genel Kurul yapan DED, tüzüğünü değiştirmiş ve benim gibi Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan emekli olmayanların da derneğe üye olabilmelerinin önünü açmış! Hatta dernek yöneticilerinden Sayın Kemal Leylek, istersem beni hemen derneğe üye yapabileceğini bile söyledi.
Ancak ben kendisine teşekkür ederek, amacımın DED’e üyelik hakkı kazanmak olmadığını, esasen amacımın bireysel bir nitelik de taşımadığını de söyledim. Sadece bu derneğin DİB’den emekli olanların üye olabildikleri bir kurum olmaktan çıkarılması, en azından Türkiye Diyanet Vakfı ve bağlı kuruluşlarında çalıştıktan sonra emekli olanların da bu derneğe üye olabilmelerini savunmak olduğunu dile getirdim. Hatta benim ilgi alanımın bu derneğin amaçlarıyla bağdaşmadığından bahisle DED’e üye olmayı en azından şimdilik düşünmediğimi de ilettim kendilerine. Bunun yanında DED ile ilgili olarak yazmış olduğum yazıların arkasında durduğumu ve DED’in, TDV’nin mülkü olan gayrimenkulleri ücretsiz kullanamayacağını da yineledim bu dostlara. Ancak yöneticilerden emekli bir imamın, söylediği “Ben, otuz sene Türkiye Diyanet Vakfı’na yardım topladım. Onun için benim, vakfın bu gayrimenkulünü ücretsiz kullanmaya hakkım vardır…” şeklindeki yaklaşımını duyunca, DED yöneticilerinin yine benim bıraktığım noktada durduklarını gördüm ve üzüldüm. O üzüntü içinde ayrıldım zaten yanlarından.
Bununla birlikte; DED yöneticilerinin, dernek tüzüğünü TDV ve bağlı işletme ve şirketlerde çalıştıktan sonra emekli olanların (hatta dediklerine göre; bu kurumlarda kısa bir süre çalışanlar da dâhil) da derneğe üye olabilmelerini sağlayacak şekilde değiştirdiklerini duyunca, mutlu oldum. Tıpkı 29 Mayıs Ankara Hastanesi’nin hayata geçirilmesi konusunda olduğu gibi bu çorbada da tuzumuzun bulunduğunu öğrenince sevindim. Dernek yöneticileri, her ne kadar söz konusu değişiklikleri benim yazılarımdan önce düşündüklerini söylemiş olsalar da ben hiç değilse kendi iç dünyamda bu değişikliklerin, benim yazılarımdan sonra gündeme getirilmesinin haklı gururunu yaşadım. Bu sebeple kendilerine içtenlikle teşekkür ediyorum.
Din adamlarının kanı ne kadar asildir!?
Yukarıda DED üyesi emekli imamın “Ben, otuz sene Türkiye Diyanet Vakfı’na yardım topladım. Onun için benim, vakfın bu gayrimenkulünü ücretsiz kullanmaya hakkım vardır…” şeklindeki sözlerini duyunca ister istemez içimden “30 sene boyunca halktan yardım topladınız da acaba halka maddi anlamda ne tür yardımlar yaptınız” diye bir düşünce geçti. Ve hemen bundan yaklaşık 23 sene önce (yanılmıyorsam 1990 yılında)yaşadığım ibretlik bir olay canlanıp mücessem hale geldi gözlerimin önünde!
Diyanet’te (TDV) çalışmaya başlayalı henüz bir veya iki sene olmuştu. Etrafımı ve çevremdeki insanları yeni tanımaya başlamıştım. Hemen tamamı din adamı olan Diyanet çalışanlarına büyük saygım vardı. Onları adeta birer melek olarak görüyordum ki; diğer bütün kurumlarda olduğu gibi Diyanet’te de birçok ham kelek olduğunu zamanla ve bizzat gözlemleyerek ancak anlayabilecektim.
Galiba bir kış ayıydı. Çankırı’nın bir dağ köyünde oturan küçük kardeşimin oğlu, yani öz be öz yeğenim olan küçük Oğuz hastalanmış ölmek üzereydi! Yanılmıyorsam 2.5-3 yaşlarındaydı çocuk. Biraderimin ilk çocuğu olan küçük Seyrani, bir traktörün altında kalarak feci şekilde öldüğü için Oğuz’un üstüne adeta titriyorlardı. Ağabeysinin arkasından onu da yitirmek istemiyorlardı çünkü. Bu yüzden kardeşim ve eşi, ayrıca köyde birlikte oturdukları annem ve merhum babam sürekli yas tutuyorlardı. Kardeşim, soğuk bir kış günü küçük Oğuz’u alıp Ankara’ya bize geldi ve çocuğu Ankara Hacettepe Hastanesi Çocuk servisine yatırdık. Hemen yoğun bir tedavi işlemine başladı doktorlar. “Derhal kana ihtiyaçları olduğunu” söyleyince, ailecek hepimiz birden kollarımızı uzattık! Ancak o da nesi; bizim kan grubumuzla çocuğun kan grubu aynı değildi! Üstelik çocuğun kanı, en zor bulunan kan gruplarından birisine dâhildi.
Derhal kan aramaya çıktık ailecek. Ancak nafileydi. İstenen kanı bir türlü bulamıyorduk. Doğrusu tam bir çıkmazın içindeydik. Hastanede bize “Hıfzıssıhha” da bu tür kanı taşıyanların isim ve adreslerinin bulunabileceği söylendiği için vakit kaybetmeden oraya koştuk! Dedim ya; çocuğun kanı zor bulunan bir kandı. O sebeple koskoca başkentin Hıfzıssıhhasında bizim çocukla aynı kanı taşıyan iki isme ulaşabildik sadece. Şansa bakın ki; bunlardan birisi Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan O.B. isimli bir müdür idi. Dini yayınlar dairesinde Şube Müdürü olarak çalışan O.B.yi az çok tanıyordum ama fazla bir tanışıklımız bulunmuyordu kendisiyle. Ancak olsundu. O.B. nasıl olsa bir din adamıydı ve istediğimiz kanı mutlaka verirdi bize. Bu sebeple ertesi gün O.B.nin yanında aldım soluğu. Ancak o da nesi? O.B. bize değil bir ünite, bir damla bile kan vermedi! “Şekerim var, tansiyonum var” diyerek, bütün yalvarmalarıma ve çocuğun ölmek üzere olduğunu söylememe rağmen kan vermeye yanaşmadı O.B.(Oysa adı geçenin halen yaşıyor olması, en azından 23 sene önce ileri derecede tansiyon ve şeker rahatsızlığı olmadığına karine teşkil etmektedir)! Üzüntü içinde ayrıldım yanından.
Geriye tek bir şansımız kalmıştı. O üzüntü, çaresizlik ve moral çöküntüsü içinde aradım Hıfzıssıhha’dan verilen ikinci telefon numarasını. Karşıma çıkan bayan, bir anne ve bacı şefkatiyle karşılık verdi bize. Bayan, TBMM’de Muş Milletvekili Erhan Kemaloğlu’nun sekreteri olarak çalıştığını, akşam mesaiden sonra kan vermek üzere hastaneye gelebileceğini söylediğinde bütün dünyalar benim olmuştu sanki! Kendisiyle randevulaştık. Akşam mesai saati bitiminde meclisin Dikmen kapısının önünde buluşacaktık kendisiyle.
Bir anlamda mesai arkadaşım olan Diyanet çalışanı O.B.nin tavrından sonra TBMM’de sekreter olarak çalışan (kim bilir belki de Diyanet teşkilatında çalışan bazı kişilerce dinsiz ve imansız olarak nitelendirilebilecek) ve hiç tanımadığım bir bayandan duyduğum bu yakınlık ve ilgi neticesinde doğrusu çok duygulanmış, gözlerim dolu dolu olmuştu…
Mesaiden sonra palas pandıras işten çıkıp TBMM’nin Dikmen kapısına koştum heyecanla. Tam taksi tutmaya hazırlanırken ve TBMM’den Hacettepe Hastanesi’ne kadar gidecek taksiye ödeyeceğim paranın hesabını yaparken, zırt diye oldukça lüks bir araba durdu önümde. İçeridekiler beni arabaya davet ettiler. Arabayı kullanan kişi, Muş Milletvekili Sayın Erhan Kemaloğlu’ndan başkası değildi. Direksiyonda bir milletvekili, yanında sekreteri, arkada patron koltuğunda ben olduğumuz halde ver elini Hacettepe Hastanesi! Kan verme işleminden sonra ise sadece kuru bir teşekkürü kabul ettiler Sayın Milletvekili ve yanındaki iyilik meleği sekreter hanım.
Bir Ünite Kanın Hiç Adı mı Olur
İşte o tarihten sonradır ki; ne zaman yanımda Diyanet İşleri Başkanlığı çalışanlarının faziletlerinden ve erdemlerinden bahsedilse ben hemen bu O.B.yi hatırlarım! Arkasından da “Diyanet çalışanları almak için yarışırlar ama vermeye yaklaşmazlar” der üzülürüm. Ve ne zaman TV ekranlarında BDP Muş Milletvekili Kürtçü Sırrı Sakık’ı görsem, hemen bir zamanlar Tansu Çiller’in elini tutarak “Haydi Türkiye’m ileri” diye bağıran Muş Milletvekili Erhan Kemaloğlu’nu ve sekreteri olan muhterem hanımefendiyi hatırlarım. Erhan Bey’in, vekil olarak partiler arasında gitgeller ve vargeller yaşamış bir adam olması bile benim kendisine duymuş olduğum minnettarlığın derecesini eksiltmeye yetmez. Düşünsenize; Kürt kökenli bir Milletvekili, gecenin bir vaktinde hastane kapısında hiç tanımadığı insanlara yardım etmek için çaba sarf ediyor. Benim gibi hayatını Türk Milliyetçiliğine adamış bir adam için bundan daha büyük ve daha yüce hangi erdem olabilir ki?
Üstelik “Kim, bir insanı… öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmış gibidir”(2) ilahi hükmünü, Erhan Kemaloğlu ve bayan sekreteri değil, O.B. ve diğer Diyanet çalışanları bilip dururken yaşandı bütün bunlar.
Yeğenim Oğuz mu? Şükürler olsun; Oğuz, bundan yirmi üç sene önce soğuk bir kış gecesi verilen kanla birlikte hızla düzelip iyileşti. O, şimdilerde, askerliğini yaparak, (O.B. gibi adamların, cami kürsülerinden bol bol hamasetini yaptıkları) bu vatana olan vazifesini tamamlayıp gelen bir delikanlı olarak yaşamına sağlık ve sıhhat içinde devam etmektedir. Bu sebeple, Sayın Erhan Kemaloğlu ve melek karakterli sekreterine selam olsun. Geçtiğimiz yıllarda gencecik oğlunu kaybederek büyük bir üzüntü ve yıkım yaşadığını duyduğum O.B.ye ve ailesine ise baş sağlığı diliyorum. Allah kimseye evlat acısı yaşatmasın. Düşmanıma bile…
Ben mi? Öğünmek gibi olmasın, ben, aralarında bulunduğum süre boyunca bir sürü Diyanet çalışanına ve yakınlarına kan vermişimdir. En son kan verdiğim kişi ise DİB Başmüfettişlerinden A.C.nin ölen eşidir. Hem de A.C. ve ailesini hiç görmeden yaptım ben bu işi. Ne bir teşekkür bekledim, ne de bir hayır dua. Zaten adı geçen başmüfettiş de böyle bir inceliği yapacak adam değildir. Burnu Kaf Dağı’nda olan bir adamdır. Kim bilir belki de eşi kurtulamayıp öldüğü için teşekküre gerek duymamıştır A.C.! Ancak helâlı hoş olsun. Bir ünite kanın hiç adı mı olur ki…
28 Aralık 2012
__________
1-bkz. “Diyanet devleti vergi kaybına uğratmaktadır!” ve “Kınalı koçu tek başıma nasıl yiyip bitirdim” başlıklı makalelerimiz,
&
2-Mâide Sûresi, ayet 32.
Bir yanıt yazın