Site icon Turkish Forum

“SIFIR SORUN”DA MECBURİ REVİZYON

“SIFIR SORUN”DA MECBURİ REVİZYON - gazze gaza

“SIFIR SORUN”DA MECBURİ REVİZYON

HÜSEYİN MÜMTAZ

 

               Coğrafi ve tarihi hiçbir gerçekle bağdaşmayan ütopik teorilerini hayata geçirmeye çalışarak bölgeyi “şekillendirmek” isteyen Dâvutoğlu, “Sıfır Sorun”unda “acımasız gerçek”in çatık kaşlı yüzüyle karşılaşınca önce mecburen tevakkuf eyledi, ardından da “yerinde dönüşlerle” hafif çark etti.

Muhterem diyormuş ki; “Biz sıfır sorunu rejimlerle değil öncelikle halklar arasındaki ilişkilerde gerçekleştirdik. (…) Şimdi bir-iki ülkenin iç sıkıntıları nedeniyle bu kavram devreden çıkmadı, daha güçlü şekilde halklar bazında devrededir ve devam edecektir”.

Sabah şerifleri hayırlara vesile olsun efendim..

Devletlerin politikalarını öncelikle coğrafyalarının belirlediği, konu ile ilgili okulların ilk sınıflarında öğretilir.

Şimdi Dâvutoğlu diyor ki, “Bu coğrafyada rejimlerle değil, halklarla sıfır sorun gerçekleştiriyoruz”.

Hiç yoktan iyidir.

İyidir ama bu yaklaşım da kendi içinde çelişkili olup problemler içermektedir.

İran, Irak ve Suriye’de “rejim”le problem vardır. Irak’ta hem bölücülerle (Barzani) hem muhalefetle (Haşimi), Suriye’de ise isyancılarla (ÖSO) işbirliği yapılmaktadır.

Bütün komşularınızdaki rejimlerin size uymasını isterseniz bu defa da gündeme “rejim ihracı” politikanız gelir.

Kim kabul eder? Kim komşusundan kendisine bir takım “idare yöntemleri” dayatılmasını içine sindirir?

“Bir, iki ülkenin iç sıkıntıları” diyor Dâvutoğlu… Suriye, İran, Irak…

Kıbrıs Rum Yönetimi…

Ve…

Aralık ayının ortasında İstanbul’da nedense yine “Osmanlı rayihalı” Adile Sultan Sarayı’nda Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ)’nin 27’inci Dışişleri Bakanları Konseyi Toplantısı gerçekleştirildi.

Toplantı sonrasında bir basın toplantısı yapan Dâvutoğlu; “Bölgesel sahiplenme bilinci ve küresel ekonomideki gelişme trendi de göz önünde bulundurulduğunda KEİ gittikçe artan bir öneme sahip” dedi.

Gel gör ki “Gittikçe artan bir öneme sahip” KEİ’nin 27’inci Dışişleri Bakanları toplantısına üye ülkelerden “Rusya, Bulgaristan, Sırbistan ve Ermenistan”ın Dışişleri bakanları değil, “yetkilileri” katıldı.

Suriye, Irak, İran ve Kıbrıs Rum Yönetimi gibi “iç sıkıntıları olan birkaç ülke” ye..

Anlaşılan o ki “Rusya, Bulgaristan, Sırbistan ve Ermenistan” da katılıyor.

Söyler misiniz Allah Aşkına, “sorunumuz olmayan” kaç komşumuz kaldı?

Yunanistan ve Bulgaristan?

Onlar da sınırımıza hendek, çukur kazıp, tel üstüvane çekmediler mi? Yunanistan, BM ve Kızılhaç gözetimindeki Lavrion kampında Türkiye’de eylem yapmak üzere DHKP-C’li teröristleri barındırıp/yetiştirmiyor mu?

Mübarek olsun.

Dâvutoğlu devam ediyor;

“Ben şahsen bu noktadan sonra Esad kalacak olsa bile elini sıkmaktansa istifa etmeyi tercih ederdim…”

5000 yıllık bir milletin devletin dış politikası, ne zamandan beri kişisel güdülerle yönetiliyor?

Onun adı “milli politika” mı olur, yoksa “şahsi politika” yahut bir adım daha ileri gidelim, “şahsi kapris” mi?

5000 yıllık milletin devleti hiç şahsi kaprislere teslim olur mu?

Esat figürü bağlamında “Suriye”, tarihe bir çeşit format atmaya çalışan Dâvutoğlu’nun öyle anlaşılıyor ki şahsi meselesi haline gelmiştir.

“Zulme karşı direnen Suriyeli Kürt, Suriyeli Arap, Suriyeli Türkmen bizim yanımızdadır. Zulüm ile işbirliği yapan, PYD gibi Beşşar Esed ile işbirliği yapanlar ise karşımızdadır” diyor.

Arap toplumlarında büyük bir dönüşüm yaşandığını, Türkiye’nin de bu tarihi akışın içinde yer almak istediğini ifade ederken, “Biz tarihin arkasında değiliz. Tarihi akışı anlayacağız ve tarihi akışı yöneteceğiz” diyor..

Kader birliği yapılan bölgelerle birlikte yürümek istediklerini söyleyen Davutoğlu, “Oradaki her gelişme bizi ilgilendirir, esen her rüzgâr bizi etkiler. Hiçbir şeyi seyretmeyiz. Siz ise (Suriye’de olaylar varsa bırakın seyredelim belli noktaya gelsin, ondan sonra bakarız) dediniz. Bunun çarpıcı misalleri var. Suriyeli kardeşlerimize kapımızı açmamızı tenkit ettiniz. Çünkü siz bölgeye oryantalist bir bakışla, dışarıdan bakıyorsunuz. Suriyelilerin acılarını paylaşmıyorsunuz. Filistin’deki gelişmeleri dışarıdan seyretmemizi tavsiye ediyorsunuz. Biz ise yüreğimiz yanarak takip ediyoruz. Suriye’deki kardeşlerimize dün söyledim, tekrar söylüyorum. Onlarla bizim aramızda bir sınır görmüyoruz. Saygı duyduğumuz bir sınır var ama gönüllerimizde ve kaderimizde bir sınır görmüyoruz.” diye konuşuyor.

“Kim olursa olsun. İster Türk, ister Kürt, ister Arap, ister Nusayri, ister Sünni. Bizim meselemiz etnik mesele değil. Bizim ölçümüz adalet” diyor; Gazze’de yaşadıkları hissi yoğunluğu şehit cenazelerinde de yaşadıklarını belirtirken de “Hiçbir zaman şehitlerimizin kanı ile Gazzeli mazlumların kanını iki ayrı teraziye koymayız, onların kanı bir ve tektir” ifadesini kullanıyor.

Fas’ın Merakeş şehrinde yapılan Suriye Dostları toplantısında yaptığı görüşmelerde “Suriyelilerin Türkiye’ye borçlu olduklarını ve asırlarca çalışsalar bile bu borcu ödeyemeyeceklerini söylediğini” hatırlattıktan sonra; “Ben de dedim ki teşekkür edebilirsiniz. Ama hiçbir borcunuz yok. Bu borcu sizin dedeleriniz bizim dedelerimize, bizim dedelerimiz de sizin dedelerinize ödedi ve bitti. Biz o gün ödenen borcun Haçlı seferleri olduğunda Selçuklu bunu durduran bir bent oldu. Daha sonra işgaller olduğunda da Şanlı Maraş direnişinde de onlar oldu. Asırlardır bir biriyle yaşayan kardeşlerin bir birine borç olmaz. Ama birilerine teşekkür edecekseniz Türkiye’ye bir teşekkür edebilirsiniz. Ancak şunu bilin Türkiye dahil hiç kimseye borçlu değilsiniz. Hiçbir millet ve devlet Suriye üzerinde hesap yapma hakkına sahip değildir” diyor..

Derdimi kimlere, nasıl anlatsam?

“Şehitlerin kanı” (can vermiş) ile; “mazlumların kanı” (hayatta) nı “aynı terazide” tartan yukarıdaki feraset dolu vecizelerin neresinden tutsam?

“Arap toplumlarında yaşanan dönüşüm” tarihin kendi dinamiklerinden mi kaynaklanmaktadır yoksa yüz yıl arayla yazılıp çizilen Sykes/Picot ve Ralph Peters/Rice projelerinden mi?

“Arap toplumlarında yaşanan” ve çerçevesi dışarıda çizilen bu “büyük dönüşüm”ün, Türkiye neden ve niçin ille de içinde yer almalıdır?

Arap toplumlarının yaşadığı dönüşüm “ithal” bir dönüşüm ise bu neden bizim de “tarihimiz” oluyor ve neden bu “çakma tarih”in içinde yer almak zorunda kalıyoruz?

Tarihi kendiniz yazmıyor, haritaları kendiniz çizmiyorsunuz ki tarihî akışı yönetebilesiniz?

“İster Türk, ister Kürt, ister Arap, ister Nusayri, ister Sünni. Bizim meselemiz etnik mesele değil. Bizim ölçümüz adalet” ise “adalet” neden eşit değil?

Kürt ve Araplara neden daha fazla adalet de Türklere daha az?

“Bizim meselemiz etnik değil” ise Nusayri ve Sünni’yi neden karıştırıyorsunuz? Nusayri’lik ve Sünnilik ne zamandan beri etnik kimlik oldu da Türk-Arap-Kürt gibi etnik kimliklerle “aynı terazide” tartıyorsunuz?

“Selçuklu” ve “Maraş” direnişi Arapları Haçlılardan korumak için mi gerçekleşmişti Allah aşkına?

Madem öyleydi; Filistin-Gazze-Kanal ve Medine Müdafaasında Araplar “borçlarını” Lawrence’le birlikte hareket ederek mi edâ etmişlerdi?

Dâvutoğlu kendi sanal tarih perspektifinde yaşıyor ve bizi de buna ortak etmeye çalışıyor.

“Kim olursa olsun. İster Türk, ister Kürt, ister Arap, ister Nusayri, ister Sünni. Bizim meselemiz etnik mesele değil. Bizim ölçümüz adalet” politikasının Türkleri getirdiği nokta neresi biliyor musunuz?

Irak ve Suriye’de Türkmen’in artık adı yoktur..

Bırakın adının olmamasını, bölgenin en büyük iki “oryantal/ist”inden biri olan ve şimdiki “yâr-ü vefakârımız” Barzani (diğeri Talabani’dir); yürütülen ince ve son derece ferasetli politika sonucunda bakın şimdi hangi noktaya gelmiştir;

               “Mesud Barzani’nin başkanlığını yaptığı Irak Kürt Bölgesel Yönetimi, kendi idari sınırlarına dâhil olup olmadığı konusunda Bağdat yönetimiyle sorun yaşadığı, Irak anayasasında ‘Sorunlu bölgeler’ olarak adlandırılan bölgeler için bundan sonra ‘Kürt bölgesinin dışındaki Kürt toprakları’ ismini kullanacağını açıkladı. Açıklamada, Irak hükümetinden üst düzey yetkililerin, anayasada ‘Sorunlu bölgeler’ olarak adlandırılan bölgeleri anayasaya aykırı bir şekilde ‘Karışık’ bölge olarak tanımlamaları nedeniyle Kürt yönetiminin bu kararı aldığı belirtildi. ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003’ten sonra hazırlanıp kabul edilen Irak anayasasında, bazı bölgelerin IKBY sınırlarına dâhil edilip edilmemesine gelecekte karar verilmesi öngörülmüştü.

               ‘Tartışmalı bölgeler’in en önemlisi Kerkük. Bunun yanında Selahaddin, Diyala ve Musul vilayetlerinde de bazı ilçeler ve nahiyelerin IKBY sınırlarına dâhil edilmesi konusunda Kürt yetkililerle merkezi hükümet arasında anlaşmazlık yaşanıyor. Alınan kararın duyurulduğu günden itibaren bütün resmi yazışmalarda ve eğitim kurumlarında geçerli olacağı ifade edilen açıklamada şöyle denildi:

               ‘Mademki Irak hükümeti, Irak Anayasası’ndan hızla uzaklaşarak ‘sorunlu bölgelere’ hiçbir yasal belgede olmayan isimler takarak anayasaya aykırı hareket ediyor ve sorunları anayasanın 140. maddesine göre çözmek istemiyor. 2005 yılında kabul edilen Irak-Kürdistan Bölgesel Yönetimi 1 No’lu maddesine göre alınan 26 No’lu karara göre, bundan sonra ‘sorunlu bölgeler’, ‘Kürt bölgesi dışındaki Kürt toprakları’ olarak isimlendirilecek. Bütün resmi ve yarı resmi kurumlar bu kararı uygulayacak’.”

Oysa biz Kerkük ve Musul’u Türk şehri olarak bilirdik değil mi?

Devam ediyor “President” Barzani..

“Bu yıldan itibaren her yıl Kürdistan Bölgesinde 17 Aralık günü Kürdistan Bayrağı günü olarak kutlanacak. Kürdistan Bayrağı günü dolayısıyla bir mesaj yayınlayan Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani, Kürdistan Bayrağının ilk kez Kürdistan Cumhuriyetinin başkenti Mahabad’da dalgalandığını belirterek; ’Kürtler özgürlük uğruna döktükleri kanları ile bu bayrağın altında mücadele etmişlerdir. Peşawa Qazî Mihemed’in Barzani’ye emanet ettiği bu bayrağın altında doğmuş biri olarak ömrümün sonuna kadar bu bayrağı koruyacağım ve bu uğurda canımı feda etmeye hazırım’ dedi”.

“Tarihin arkasında olmayıp, tarihi akışı anlayarak, tarihi akışı yöneten” cümle yöneticilere kolay gelsin……….18 Aralık 2012

 

 

57’İNCİ ALAY HER YERDE

HEPİMİZ 57’İNCİ ALAYIN NEFERİYİZ

 

Exit mobile version