GİRNE 2012/13

GİRNE 2012/13

HÜSEYİN MÜMTAZ

 

               Yağmurun bardaktan boşandığı bir gecenin erken Girne sabahında bulutların yükseldiği ama henüz tamamen terk etmediği sokaklara attık kendimizi..

Ki hayret…

Ben bu soğuk Aralık ayında ve günün bu saatlerinde o eski dar sokaktaki tek katlı evlerin kapılarının, pencerelerinin ardına kadar açık olacağını, yaşlı-genç herkesin neredeyse bahçede kahvaltı edeceğini yahut kahvesini içeceğini hiç düşünmemiştim.

Üşümem birden geçti, montumun düğmelerini açtım.

Bu sene Girne’ye yağmur başka türlü yağıyor.

Sabah gözlerimi açtığımda karşımda Beşparmaklar ve Ciklos-Boğaz yolu.. Tek bulut yok.. ama bir saat sonra yer-gök bulut ve seller götürüyor ortalığı..

Yahut karşı apartmanın neredeyse üzerine inmiş bulutlar ama onbeş dakika sonra pırıl pırıl bir güneş..

Kırk yıldır buralardayım ama Girne ile hiç bu kadar haşır-neşir olamamıştım.

Girne’nin bambaşka yüzlerini-taraflarını keşfediyorum.

88 Ağustos’unda şöyle yazmışız;

“1974’ten hemen sonra, ne Girne bu kadar kalabalıktı, ne de Girne limanı… Hele güneş battıktan sonra etraf iyice sessizleşir; büyük âşıklar el ele tutuşup gözleriyle, küçük âşıklar da onları ürkütmekten çekinerek fısıltıyla konuşurlardı.

Ne böyle cıyak cıyak bağıran ışıklar vardı, ne de lahmacun ve döner kebabı kokuları… ne de kulak tırmalayan arabesk, hicran ama hep hicran dolu bir hayli acayip cayırtı…

Limanı Türkleştirmek, 5 Yıldızlı Fransız konyağı ile lahmacun yemek midir, yoksa topuklarına basılmış ayakkabılar giyerek şalvar poturla dolaşıp (bazen de ucu bile kadar sıyrılmış eteklerle) bir elde tespih şakırdatarak geğirip; paketinin rengi biraz cart diye Dunhill içmek midir?

Limanı Türkleştirmek ille de görgüsüzlük müdür?

                    Eğer öyle ise elhâk; liman ve de Girne Türk’leşmiştir. Sadece gustosuyla değil ama atmosferiyle de bir spesialitesi olan restoran artık yoktur. Bir ‘Harbour Club’ bitmiştir. Mehtaba bakarak, gözlerle konuşulan yemekler on sene öncesinde kalmıştır. Portakal çiçeklerinin kokuları da artık ötelerdedir.

                     Yemekler bitmiştir ama eski sevgiler ve eski sevgililer vardır.

Girne’nin bu tür ‘Türkleştirilmesinde’, 74’ten sonra Girne’ye yerleşen Limasol’lusundan, Trabzonlusuna kadar her Türk aynı derecede sorumludur. (ama Limasollu biraz daha suçludur). Beğenilmeyen her şey 72 türlü Türk grubunun zevkini yahut zevksizliğini aksettirmektedir.

Öyledir de zevk sahibi Türk yok mudur?

Onlar, sadece tenkit etmeyi zevk sayarlar. Yahut kapanıp kendi dünyalarına, zevklerini kendi kafalarında yaşarlar.

                    Girne şimdi ancak eski âşıklar el ele tutuşup, portakal çiçeklerinin kokusunu duyabildikleri ölçüde, Girne’dir.

Ve Girne’de büyük âşıklar ille de portakal çiçekli zamanlarda yaşanmıştır.

Kısaca Girne, liman ve çiçekler, hepsi bir nihâvend bestedir”.

O Girne’nin 24 yıl sonra şimdi 2012’de, bırakın nihavend’i, 9/8’lik bir dümtek olduğundan bile şüpheliyim.

Karmakarışık bir yer Girne..

Üç “parça”..

“Bir”, İngilizler var.. Kendi dünyalarını kurmuşlar, kimseye karışmadan, ilgilenmeden kiliseleri ve mezarlıkları ile; “özel” süpermarketleri ve oralardaki aşırı/göstermelik nezaketleri; özel barları, özel restaurantları, damak tatları, bilhassa bira’da bazen mide bulandırıcı içki tercihleri, ille de kendi uydularından naklen Premier League’leri, bilumum âdetleri ve kaprisleri ile Girne’de Londra’yı yaşıyorlar.

“İki”, Türkiye’nin nedense AB süreciyle beraber 72 parça olduğu meydana çıkan “kültürel zenginliği”nin elekaltı, yüzer-gezer “Türkiyeli” kalabalığı..

İşsiz, güçsüzler.. Nerede akşam, orada sabah’lar.. Çat burada, çat kapı arkasındalar. KKTC’nin, “güneyle” olduğu gibi “kuzey”le de sorgusuz-sualsiz bir giriş-çıkış rejimi olduğu için her tür “gri” işin içerisindeler. Koloniler, kurtarılmış bölgeler, geceleri (bazen gündüzleri de) “girilemeyen” enklavlarda bir tür kabile yaşamı sürdürüyorlar.

Kalabalıklar.

“Üç”, Kıbrıs Türkleri..

Bazen, ilk iki grubun yanında azınlıkta oldukları hissine kapılıyorum.

Öyle sessiz, sedasızlar..

Girne, 74 sonrasının en gözde “paylaşım yeri” olduğu için Limasol’lular başta olmak üzere güneyden gelen bütün Türklerin “eşdeğerlerine” karşılık tercih ettikleri yer konumunda. Homojen bir “Girneli” profili yok.

Zaten “eskiden” de Girne’deki “Türk mahallesi” oldukça küçük ve içine kapanık birkaç sokaktan ibaretmiş..

Yâni “eski Türk mahallesi”, 74’den önce de zaten “eski” imiş.

Bu “üç farklı grup” doğal olarak yaşam tarzları ile beraber kendi yeme-içme kültürlerini de taşımışlar Girne’ye..

Girne’de akşam, yılın bu son günlerinde erken, öğleden hemen sonra oluyor.

Ve her grup dönercisinden, tantunicisine, balıkçısına, lahmacuncusuna, pidecisine kadar kendi alışkanlıklarına vuruyor “g”endini.

Üşenmeyin, bıkmayın.. “Eski” Girne’nin nefes aldığı alışılmış meydanına 74’den sonra bir zevksizlik âbidesi olarak tıkış tıkış sıkıştırılmış Belediye binasının arkasından limana inen klasik Akdeniz adası kılıklı dar-ara sokaklarda umulmadık zenginlikler bulabilirsiniz..

Biz de soğuk-yağmurlu bir gece âniden zamanın durduğunu, mekânın kaybolduğunu keşfettik bir eski Girne evinden dönüştürülmüş “Stone Arch”ın keyifli odun sobasının açık kapağından çıtır çıtır yanan odunları seyrederken..

Sanki 74 öncesi “eski Girne”de idik..

Zevkli bir masadaki sıcak sohbete, kaybolmaya yüz tutmuş anılarımızı meze ettik saatlerce.

O “eski Türk mahallesi” şimdi yine “konjonktürel” olarak “gözde”.

Çünkü “Girne’deki mal ve mülklerine ulaşmasını engellediği gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye Cumhuriyeti’ni 1 milyon 120 bin Euro maddi tazminat ödemeye mahkûm ettiği “pilot dava” Titina Loizidu’nun evi o Türk mahallesinde..

Nedense şimdilerde yine ısıtılıyor, manşetlere taşınıyor, gündemde tutulmaya çalışılıyor..

“Türkiye’nin tazminatı ödemesi sonrasında kullanımından vazgeçilen ev, kendi kaderine terk edilirken, sokak köpeklerinin, zaman zaman da evsiz insanların gün geçirdiği bir yer” olmuş..

“Girne’de Türk Mahallesi Şair Nedim Sokak’ta bulunan 11 numaralı binanın, yürekler acısı durumunu gören vatandaşlar, bir yandan binayı boş tutan KKTC yetkililerini suçluyor, diğer yandan Loizidu’ya sitem ederek ‘niye gelip oturmadığını’ soruyor”muş.

“Alt katı taş, üst katı kerpiç olan evin bakımsızlığı dikkat çekiyor”muş. “Duvar boyaları dökülen, pencereleri ile camları kırılan bina, ağaçlar ve otlar arasında kaybolmuş. Evin bir odası ise ambara dönüştürülerek içerisine sigara paketleri, bilgisayar parçaları, masa ve koltuk konulmuş..

Titina Loizidu’nun doktor olan Spirou isimli büyükbabasının, “Ev, klinik ve hastane” olarak kullandığı bina, 1974 yılındaki Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından bir süre Türkiyeli bir gazi tarafından yurtdışından gelen işçilerin konaklaması amacıyla “Pansiyon” olarak işletilmiş.

Şimdi buradaki duygu sömürüsüne dikkat…

“Mahalle sakinlerinden edinilen bilgilere göre, Girne’de yaşayanlar için Doktor Spirou çok değerli biri”ymiş. “Bölge sakinleri”, Türkçe konuşabilen Doktor Spirou’nun parası olmayan hastalara bedava baktığını anlatmış.. Binada bulunan ranzalarda ise hastaların iyileşene kadar kaldığını ifade eden mahalleliler, Titina Loizidu’yu Doktor Spirou’nun büyüttüğünü dile getirmiş.

Hatta Girne’de doğup büyüyen bir mahalle sakini, “Nasıl ki Dr. Fazıl Küçük özel kliniğinde para almadan hastalara bakar ve bedava ilaç verirdi, doktor Spirou da aynı şekilde tüm Girnelilere hizmet verirdi” demiş.

Dr. Küçük’le Spirou’yu mukayese ederken vıcık vıcık riya kokan zihniyete bakar mısınız?

Bu frekansta bir duygu sömürüsünün pek de hayra alamet olmadığını düşünüyorum..

Siz de benim gibi Girne’nin tam merkezindeki kışla gibi bina ve üç futbol sahası büyüklüğündeki kalın taş duvarlarla çevrili arazinin muhtemel bir peşkeş operasyonunun ayak izlerini hissedebiliyor musunuz?

Bütün dokusuyla, yapısıyla, sosyal farklılıklarıyla kozmopolit olan, gittikçe de daha fazla kozmopolitleşen Girne’de; 74’deki, 85’deki gibi yine akşam oluyor da ben akşamların resmini yapamıyorum artık.

Yine 85’de şöyle demişim;

“Küçüklüğümde gözlerimi kapayınca ‘Ah, keşke müzisyen olabilsem’ diye hayıflanırdım. Oysa şimdi Lâpta beni ressam etti. Ne zaman daktilonun başına geçsem, güneş batarken batıya doğru, Karşıyaka (Vasilya)’nın üstünde silueti ufka düşen o dağların resmini yapıyorum hep. Kıyıya vuran dalgaların sesinin resmini yapıyorum. Sevmenin resmini yapıyorum.

Lâpta’da zaman dursun istiyorum. Binlerce yıl yaşamış kadar yorgunum”.

2012’nin son günlerinin Girne’sinde ise sabah gözlerimi açınca, bakış açım Beşparmakların üzerinden Magosa tarafını, doğuyu gösteriyor.

Sabah 7’yi geçerek doğuyor güneş..

Cıvıl cıvıl..

Önce 6.5 sıralarında doğmakta olan günün kızıllığı, varsa bulutlara yoksa göğe vuruyor.

Dağlar mı, bulutlar mı daha renkli bilemiyorum. Her sabah, her saniye, her dakika her kıvrımın rengi, bilinmeyen bir elin fırça darbeleriyle değişiyor.

Kaç sabah uyandım sana Kıbrıs…

74’de uyandım..

İlkbaharında uyandım, yazında, kışında, sonbaharında uyandım..

En güzelinin Nisan-Mayıs mı yoksa Ekim-Kasım sabahı mı olduğuna karar veremedim.

Pazartesi sabahının ayrı, Pazar sabahının farklı güzel olduğunu yaşadım.

Magosa’da uyandım, Lefkoşa’da uyandım, Girne’de uyandım.

Karpaz’da, Yeşilköy’de, Lefke’de, Karadağ’da..

Güzelyurt’ta uyandım..

Hayallerimin bir köşesinde hep Boğaz’ın bulutlu esintisi ama… o saat, orada kalakaldım.

Lapta’da, Vreçça’da, Leymosun’da, Kasaba’da, İskele’de uyandım.

Baf Kalesinde Mutallo’lularla beraber Musa Eroğlu’nu dinledim.

Hep beraber külahlarımız önümüzde soy soyladık, toy toyladık, tarihin ardından koştuk.

Her erken Kıbrıs sabahında… Daha kimsecikler ortalarda görünmezken..

Yalnız bir ağacın dibinde, ıssız bir sokağın ortasında, yahut serin bir tepenin üzerinde, nerede olursam olayım..

İki elim cebimde, gözlerim kapalı, başım hafif yukarıya doğru önce portakal, yasemin, turunç kokularını çekerim içime..

Yaseminlerin mi Kıbrıs, yoksa Kıbrıs’ın mı yasemin koktuğuna bir türlü karar veremem.

Kıbrıs güneş kokar, sevda kokar, sevgi kokar…

Akdeniz hem Kıbrıs kokar, hem yasemin kokar.

Eksoz dumanı, kalorifer isi, yapış yapış rutubet kokmaz..

Ağaç kokar, ot kokar, çiçek kokar.. Beşparmak kokar, Yedidalga kokar, Yeşilırmak kokar.

Kıbrıs aslında, Ankara’dan Mersin’e giderken Torosları geçer geçmez kokmaya başlar.

Sonra yorgun bir Mersin feribotu sabahı Magosa’da gözlerinizi güvertede açınca kokar.

Yahut pilotun “Ercan için alçalmaya başlıyoruz” anonsuyla o koku başlar.

Siz hiç Kasım’ın ortalarında Anadolu’ya ilk kar düşmüş, kaloriferler her yerde cayır cayır yanar ve Karadeniz’de on gün önce başlayan yağmur on gün sonra bile aralıksız devam ederken bunaltan güneşe sırtınızı dönüp sohbeti sohbete dolayarak, açık havada 36 yıl hatırı olan sade bir kahve içtiniz mi?

Ben Girne’de içtim.

Peki, siz Ocak güneşi altında açık havada öğle yemeği yediniz mi hiç?

Ben Lapta’da yedim.

Aslında yolculuğun başlayışından belliydi “bu sefer”in iyi olacağı.

Havaalanında “check-in” sırasında tam 55 kilo fazlamız çıkmıştı. Görevli önce “5-6 kilo için anlayış gösterebilirim, ama 10 kilo çok uçuk olur” dedi. Sonra sessiz sedasız işlemleri bitirip biniş kartlarımızı verdi.

“Borcumuz” deyince güldü, “Varış yerinizin Ercan olduğunu görünce inisiyatifimi kullandım” dedi.

Demek “anavatan”da halâ Kıbrıs’ın sadece kumar-gece kulübü-kara para aklama üçgeninde yaşamadığını bilenler vardı ve onlar “Kıbrıslılar sizi sevmiyor” safsatasına inanmıyorlardı.

Asıl şaşkınlığa pasaport kontrolündeki memurun “Lefkoşa’ya selam söyleyin” demesiyle uğradık..

Demem o ki şimdilerde…

2012’nin son…2013’ün bu ilk günlerinde…

Girne’nin erken kış sabahlarında güneş doğarken..

Doğan günün resmini yapıyorum..

Gün doğarken, güzel şeylerin, güzel geleceğin rüyasını görüyorum..10 Aralık 2012

 

 

57’İNCİ ALAY HER YERDE

HEPİMİZ 57’İNCİ ALAYIN NEFERİYİZ

 

GİRNE 2012/13 - 170312 ae turkler123

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir