DİB ve TDV mensuplarının, yapmış oldukları yurtiçi ve yurtdışı seyahatlere ilişkin not tutmaları ve bu notları daha sonra makale ve kitap haline getirerek para karşılığı yayınlamaları bir gelenektir. Üstelik bu işi, genelde DİB ve TDV imkânlarını kullanarak yaparlar. Bunun için en genel geçer yayın araçları, Diyanet Aylık Dergi ve TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi’nin yayın imkânlarıdır. Diyanet Aylık Dergi’de gezi notları ve makale olarak yayınlanan ve yazarına telif hakkı ödenen bu tür seyahatler, TDV tarafından kitap olarak yayınlanmakta ve yazarlarına hatırı sayılır miktarlarda telif hakkı ödenmektedir. Dr. Abdülbaki Keskin ve Halit Güler gibi adamlar, seyahat notları TDV tarafından kitap olarak basılan DİB yöneticilerinden sadece birkaçıdır. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı M.Nuri Yılmaz’ın, bu tür seyahatlerde çektirdiği fotoğraflar ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nca “Son On Yılda Diyanet İşleri Başkanlığı” adıyla kitaplaştırılmıştır/albümleştirilmiştir.
Anılarını kitaplaştıranlardan birisi de yaklaşık 30 yıldır Diyanet’in Sultan derecesindeki tek adamı olan Tayyar Altıkulaçtır. Ancak o, her nedense anılarını başka bir yayınevinde kitaplaştırmıştır. Zira onun hatıralarından oluşan “Zorlukları Aşarken” isimli kitap, 2011 yılında İstanbul’da Ufuk Yayınları isimli yayınevi tarafından 3 cilt olarak yayınlanmıştır. “Sahtekâr” pozisyonuna düşürülerek bursu kesilen Zaur Şükürov’un bildirdiğine göre; kitabın 3. cildinin 961-1009 sayfalarında yer alan “Azerbaycan Yollarında” başlıklı bölümün, 981-985 sayfalarını kapsayan “Dağıstan Sınırında Yaşadığım Macera” ara başlıklı bölümünü gelin isterseniz hep birlikte okuyalım:
“(s.981)Dağıstan sınırında yaşadığım macera: Rusya Federasyonu sınırları içinde bulunan Dağıstan’da (Derbent şehrinde) özel bir üniversite bünyesinde İlâhiyat Fakültesi açılması için Türkiye Diyanet Vakfı’ndan istekte bulunan bu üniversitenin rektörüyle görüşmek ve vakıf adına protokol imzalamak üzere Dağıstan’a gitmem kararlaştırılmıştı.
O tarihlerde Azerbaycan’a yapacağım bir seyahatle bu programı birleştirmek istedim ve Bakü’ye gitmişken birkaç saatlik kara yolculuğu ile bu ziyareti gerçekleştirmenin hem zaman ve hem ekonomik açıdan daha uygun olacağını düşündüm. Rusya Federasyonu’nun İstanbul’daki Başkonsolosluğu’ndan bu ülkeye gitmek üzere vizemi de aldım. Vize öncesinde doldurduğum form belgede hangi şehre ve ne için gideceğime dair sorulara da cevap vermiş ve Dağıstan’ın Derbent şehrine gideceğimi açıkça belirtmiştim.
Bakü’deki görevimi tamamladıktan sonra o tarihlerde Bakü İlâhiyat Fakültesi’nde dekan yardımcısı olan Celal Erbay ve şu anda adını hatırlamadığım bir başka öğretmen arkadaşımızla birlikte Azerbaycan-Dağıstan sınırına çok yakın mesafede bulunan Kusar şehrine hareket ettik.
Derbent’teki üniversitenin rektör yardımcısı –adını yanlış hatırlamıyorsam- Osman Osmanov da bu şehirde ikamet ediyor, Derbent’teki görevine sınırı geçerek gidip gelmek suretiyle devam ediyordu. Bu zatla Kusar’da buluşacak ve onun otomobiliyle Dağıstan’a geçecektik. Kusar’a varınca Osman Osmanov ile buluştuk; bazı hizmetler konusunda ilgililerle yapacağı görüşmeler için Celal Erbay’ı burada bırakarak bu zatın otomobili ile yola çıktık.
Zannediyorum yaklaşık 40 dakikalık bir yolculuktan sonra sınıra ulaştık. Kapıda pasaport kontrolünü yapan polis benim bu kapıdan Dağıstan’a giriş yapamayacağımı, Dağıstan’a ancak Moskova üzerinden gidebileceğimi söyledi. Şaşırdık. Yol arkadaşım ne kadar dil döktü ise de sonuç alamadık.
Nihayet Osman Bey beni üç-beş km gerideki bir karakolda görevli polis memuru arkadaşının yanına bırakarak Derbent’e yalnız gitmeyi ve benim (s. 982) girişimi, yerel idarecilerle görüşerek rektörün sağlayabileceğini söyledi. Birlikte geri dönüp dediği yere gittik.
Karakoldaki polis memuru rektör yardımcısı gibi Lezgi asıllı idi. Hikâyemizi dinledikten sonra, hudut kapısında Lezgi asıllı görevliler bulunduğunu, onların bir şekilde bu geçişi sağlayabileceklerini söyledi ve onlardan birini bulmamızı önerdi. Bunun üzerine tekrar hududa giderek görevli bir Lezgi bulup yardımcı olmasını istedik. Bu Lezgi’ye göre çözüm şöyle olacaktı:
Gümrük sahasında görevli birine 50 USD para verilerek onun arabasıyla –ama Dağıstan tarafına gidenlerin geçtiği kapıdan değil, oradan gelenlerin Azerbaycan tarafına giriş yaptıkları kapıdan- benim geçişim sağlanacak, rektör yardımcısı da kendi arabasıyla normal geçişini yapacak ve Dağıstan tarafında buluşulacak.
Biraz sonra bulunduğumuz yere gelen başka bir görevli beni arabasına alıp söz konusu kapıya doğru hareket etti, ancak kapıya vardığımızda nöbetçi asker tüfeğini uzatarak önümüzü kesti, bu kapıdan giremeyeceğimizi söyledi. Askerin ikna olmayacağını anlayınca geri döndük.
Bu defa yan camları filimle karartılmış bir araba ile başında resmî gümrük memuru şapkası olan bir başka şahıs geldi. O da beni arabasına alarak aynı kapıya, ama biraz daha hızlı bir şekilde yürüdü. Kapıdaki asker biraz şaşkınlık ve tereddüt geçirdiyse de, direksiyondaki kişi üniformalı ve resmî kasketli olduğu için bu tereddüt bizi engellemeye dönüşmeden sahaya girdik ve biraz ilerleyip sahadan çıktık. Yani pasaport işlemi yaptırmadan, bir bakıma pasaportsuz olarak Dağıstan’a (Rusya Federasyonu topraklarına) geçmiş oldum. Arabasıyla bu geçişi sağlayan kişiye de 50 USD’yi ödedim(*).
Rusya topraklarına girmiştik, ama akşamüzeri aynı yerden dönüş yaparken başımıza neler gelebileceğini hiç aklımıza getirmedik. Rektör beyin Derbent’te yerel yöneticilerle görüşerek bizi tekrar Azerbaycan’a geçireceğini farzettik. Farzetmenin de ötesinde, rektör beyin girişimleriyle bu konunun halledileceğini yol arkadaşım açıkça ifade etmiş ve ben de öyle olacağına inanmıştım. Bu inançla ve biraz da bizi içeri sokmayan görevlilere karşı başarı kazanmış olmanın sevincini yaşayarak yolumuza devam ettik.
(s. 983) Yanılmıyorsam sınıra 60 km mesafede bulunan Derbent şehrindeki görüşmelerimiz tamamlandı. Protokolü imzaladık. Rektör beyle birlikte onun hudut istikametinde bulunan bir köydeki evine ulaştık. Yemek ikramından sonra ben rektör beyin huduttan geçişimi bizzat sağlayacağını düşünürken bir müddet sonra bu zat beni yine aynı yardımcısıyla, ama yanımıza Derbent belediye başkan yardımcısını ve din görevlisi Şehâbeddin Kerimov’u da katarak hududa yolcu etti.
Bu durum karşısında ben Azerbaycan tarafına rektör yardımcısı Osman Osmanov’la nasıl geçiş yapacağımızın merakı içindeydim. Rektörün bize arkadaş olmamasından rahatsız oldum ve biraz da endişelendim. Sabah saatlerinde girişimize izin vermeyen görevlilerle karşılaştığımızda bu adamlar beni tanıyabilir ve Dağıstan tarafına nasıl geçtiğimi sorabilir, hapse de atabilirlerdi. Çünkü pasaportumda giriş damgası yoktu.
Hududa ulaştığımızda gümrük sahasına girmeden arabamızı bir kenara çekerek durduk ve geçişin nasıl olacağını müzakere etmeye başladık. Sabahki Lezgi asıllı resmî gümrük memuru bulunacak ve yardım istenecekti. Yanımdakiler gidip geldiler ve o kişinin nöbetten çıkıp gittiğini söylediler.
Tekrar gittiler, bir müddet sonra bir başka görevli Lezgi gelip arabada yanıma oturdu. Elinde Osman Osmanov’un pasaportu vardı. Pasaporttaki resmi göstererek “Bu sana benziyor mu?” diye sordu, “Seni bu pasaportla çıkarmak istiyoruz” dedi. İyice heyecanlanmaya başlamıştım. Böyle bir şeyin olamayacağını, resmin de bana hiç benzemediğini söyledim. Diğer arkadaşların nerede olduğunu sordum. Yeterli bir cevap alamadım. Bu kişi gitti ve ben yine arabada yalnız beklemeye başladım.
Bir müddet sonra belediye başkan yardımcısı geldi. Osman Osmanov’un pasaportu ile çıkış yapmamdan başka çaremizin olmadığını söyledi. Yani kimsenin yapacağı bir şey olmadığı iyice anlaşılmış, beni de iyice (s. 984) heyecan sarmıştı. Ben Osman Osmanov’un pasaportu ile çıkacağıma göre onun nasıl geçiş yapacağını sordum. “Bu pasaportla ben seni geçireceğim, sonra geri dönüp onun pasaportunu kendisine iade edeceğim, o da arabasıyla ve aynı pasaportla geçiş yapacak, dışarıda buluşacaksınız” cevabını verdi.
Osman Osmanov bazen her gün, bazen haftada bir iki defa geçiş yaptığı için onun pasaportuna mühür vurmazlar, pasaportunu gösterip geçermiş. İki tarafta görevi bulunan kişiler için uygulama böyle imiş.
Sözü uzatmayalım, belediye başkan yardımcısı ile sahada yaya olarak ilerlemeye başladık. Konuşa konuşa yürüyecektik, o Rusça bir şeyler anlatacak, ben de ara sıra onu tasdik ediyormuş gibi “haroşo” diyecektim. Bu kelime, onun anlattıklarına katıldığımı ve onayladığımı ifade ediyormuş.
Dediği gibi yaptık, yani o devamlı hiç anlamadığım konuşmasını sürdürüyor, ben de anlıyormuş gibi “haroşo” demeyi sürdürüyordum. Nihayet kapısında asker bekleyen bir kulübenin önüne geldiğimizde pasaportları (yani belediye başkan yardımcısının pasaportu ile Osman Osmanov’un pasaportunu) askere verdik. Asker iki pasaportu birlikte eline alarak üstün körü baktıktan sonra inceleme yapmadan iade etti ve bizi kontrol sahasına aldı.
Biraz sonra polis kulübesine ulaştığımızda benim yüreğimdeki sıcaklığın iyice arttığını hissediyordum. Bu arada ben Rusça konuşmaya, yani “haroşo” sözcüğünden başka ses vermeyen kırık plağı döndürmeye elbette devam ediyordum. Önümüzde sırada orta yaşlı bir kadın vardı. Pasaportu kontrol ediliyordu, derken görevli polis çıldırırcasına bu kadına bağırmaya başladı. Polisin sesi yeri göğü inletiyordu.
Araya girerek polisi sakinleştirmek görevi yanımdaki kişiye (belediye başkan yardımcısına) düşmüştü ve bu vesile ile arkadaşım polisle sıcak bir ilişki kurmuş oluyordu. Kadın oradan ayrıldı ve bizim pasaportlarımız polisin önüne kondu. Her gün giriş-çıkış yapabilen iki pasaportu gören görevli polis benim yüzüme bile bakmadan ve herhangi bir inceleme yapmadan pasaportları iade etti ve biz de teşekkür ederek oradan uzaklaştık.
Ben sanki dünyaya yeniden gelmiş gibi oldum. Biraz ileride bir yerde belediye başkan yardımcısı ile vedalaşıp bulunduğum yerden süratle (s. 985) uzaklaştım ve rektör yardımcısı Osman Osmanov ile buluşacağımız yere doğru hızlı adımlarla ilerledim. Tabiatıyla geçişimi sağlayan pasaport geri götürüldü ve bir müddet sonra da otomobiliyle geçiş yapan Osman Osmanov ile buluşup birlikte Kusar yoluna koyulmuş olduk.
İşte böyle. Rusya Federasyonu topraklarına pasaportsuz olarak ve elini kolunu sallaya sallaya girip çıkabilen kaç kişi var bu dünyada deyip biraz övünebilir miyim, bilemiyorum. Şaka bir yana, olay aklıma geldikçe her seferinde yüreğimde aynı sıcaklığı ve heyecanı hisseder gibi oluyorum.
Yakalanmam durumunda başıma neler gelebileceğini bir düşünün.
Zindanlarda belirsiz bir müddet kalmak bir yana, bu işin bir de Türkiye tarafı vardı. Zira bu olayı yaşayan kişi, kısa bir süre sonra (24 Aralık 1995) yapılacak genel seçimlerde milletvekili aday listelerinde adı bulunan biriydi. Hiç şüphe yok, gazetelere manşet olacak ve derdimi kimseye anlatmayı başaramayacaktım. Yani rezil olmak işten değildi. Ne diyelim, cahillik yaptık bir kere. Ama bu yollara niçin düştüğümüzü bilen yüce yaratan beni korumuştu. Hiç şüphe etmiyorum, merhameti ve himayesi o gün kesinlikle benimle idi.”(1)
Görüldüğü gibi; Bay Altıkulaç’ın anlattıklarının içinde rüşvet var, yalan var, aldatma var, hile var, sahtekârlık var, yasakları delme var, bir ülkeye kaçak giriş-çıkış var. Var oğlu var. İşte bütün bunları yapan bir adam, bu ülkede yıllarca Diyanet İşleri Başkanlığı ve parlamenterlik yapmıştır. Üstelik de AKP saflarında yıllarca TBMM Milli Eğitim Gençlik ve Spor Komisyonu Başkanlığı yapmıştır. Yani bütün bu sıfatlarıyla Diyanet’te Müslüman halka fetva, TBMM’de Türk gençliğine istikamet vermiştir iyi mi? “Ama bu yollara niçin düştüğümüzü bilen yüce yaratan beni korumuştu. Hiç şüphe etmiyorum, merhameti ve himayesi o gün kesinlikle benimle idi” sözleri, adı geçenin bu sıfatlarını ilga eder mi ve kendisini günahlardan arındırır mı bilmem. Onu da varın siz düşünün!(2)
____________
* Bazı okuyucularımız, 50 doların adı mı olur? Bu paraya rüşvet değil dense dense cep harçlığı denir diye düşünebilirler. Oysa hayır; o tarihlerde muhtemelen 50 dolar rüşvet verilen gümrük memurunun aylık maaşı 50 dolar bile değildi. 30-40 dolar civarında maaş alıyordu. 1997 yılında TDV tarafından Bakü’de işletilen Göytürk isimli matbaada yapmış olduğum incelemelerde Azerbaycan vatandaşı işçilere 100-130 dolar maaş verildiğini ve bu miktarın o günkü Azerbaycan şartlarında, üst düzey Azeri yöneticilerin maaşlarından bile fazla olduğunu söylemişlerdi bana. Dolayısıyla o gün için 50 dolar oldukça yüksek miktarlı bir rüşvettir!
1-Bu bölüm, Zaur Şükürov’un e-postasından alınmıştır. Zaur Şükürov bu konuda şöyle diyor e-postasında: “Hocam, Bay Altıkulaç’ın Dağıstan’a kaçak geçmesi konusuna gelince, bu olayı üç ciltlik Zorlukları Aşarken adlı hatırat kitabının (İstanbul: Ufuk Yayınları, 2011) 3. Cildinde TDV’nin, bağımsızlığına kavuşmasından itibaren Azerbaycan’daki faaliyetlerini anlattığı ‘Azerbaycan Yollarında’ başlıklı bölümünün (s. 961-1009) dört buçuk sayfalık ‘Dağıstan sınırında yaşadığım macera’ yan başlıklı kısmında (s. 981-985) anlatıyor. Vereceğim bilgilerin objektifliği için yorumlamak istemediğim gibi, özetlemek de istemediğimden kendi ellerimle, olduğu gibi, aşağıya ‘istinsah’ ediyorum”
2- Zaur Şükürov bu konuda şöyle diyor mektubunda: “Ömer Hocam! Daha önce de belirtmiştim. Bay Altıkulaç, bana göre sanki soranlara ‘yazdım’ diyebilsin diye üç ciltlik söz konusu kitaba ‘Yanlışlarımdan Örnekler’ başlıklı ufacık bir yer de ayırmış (2. Cilt, s. 881-895). Oysa sadece yanlışlarını yazsa, üç ciltten fazla olabilirdi bence.” Bence de kesin öyle olurdu efem. Çünkü Bay Altıkulaç, hukuk ve mevzuat tanımaz bir adamdır. O hukuka değil, hukuk ona uyarak, daha doğrusu adamlarınca ona uydurularak düşünen ve çalışan bir adamdır. Özellikle TDV’nin faaliyetleri ve kadroları, tam anlamıyla onun yaratmış olduğu keyfi ve örfi bir mevzuatla tespit edilir ve ona göre şekillendirilir.
Dolayısıyla; Diyanet’in başta Azerbaycan olmak üzere; bugüne kadar Türk dünyasında yapmış olduğu yatırımların vebu yatırımlara ilişkin harcamaların da ciddiyetle gözden geçirilmesinde fayda vardır. Acaba bu yatırımların getirisi, götürüsü nedir? Keyfi olarak ve “Ben yaptım oldu” mantığı ile yapılan harcamalar ve batırılan paralar var mıdır? Özellikle 90’lı yıllarda buralarda yapılan harcamalar karşılığında temin edilen belgeler gerçeği ne kadar yansıtıyor? Yoksa bu belgeler, Bay Altıkulaç ve adamlarının “Ben yaptım oldu” şeklindeki tavırlarıyla düzenlemiş oldukları uydurma belgeler midir? Örneğin Afganistan’ın Mezar-ı Şerif şehrinde ve Rusya’nın Dağıstan özerk bölgesinde açılması planlanan İlahiyat Fakülteleri için ne kadar para harcandı, sonuç ne oldu? Türkmenistan’da kaç trilyon para batırıldı? Doğrusu netameli bir konuyla karşı kaşıyadır Türkiye…
Bay Altıkulaç, yukarıda alıntı yaptığımız kitabının 983’üncü sayfasında bulunan 5 nolu dipnotta Dağıstan İlahiyat Fakültesi konusunda şu bilgileri vermektedir: “Bu protokole göre, rektörün bu özel üniversitede açacağı İlâhiyat Fakültesi öğrencilerini bir veya iki yıl biz Türkiye’deki İlâhiyat fakültelerinden birinde okutacaktık. Rektör üniversitesinde gerekli hazırlıklarını yaptıktan sonra öğretim Derbent’te devam edecekti. Biz sözümüzü tuttuk ve gelen öğrencilerin Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde öğrenimlerini sağladık ve her türlü iâşe ve ibâte masraflarını karşıladık. Ama rektör sözünü yerine getiremedi. Getiremeyeceğinin veya getirmek istemediğinin anlaşılması üzerine ilişkiye son verildi”.
Yani Bay Altıkulaç ve adamları, uğruna yalan söyleyip, rüşvet verdikleri, pasaport sahtekârlığı yaparak Türkiye ile Rusya arasında krize ramak kaldıkları bir okuldan bu kadar kolayca nasıl vazgeçtiler. Doğrusu araştırılmaya değer bir konudur. Bay Altıkulaç, Azerbaycan-Dağıstan sınırında kaçak geçiş yaparken yakalanıp cezaevine atılsaydı şimdi birilerinin gözünde tam bir İslam mücahidiydi. Allah korusun, Rus askerlerince orada öldürülseydi bu sefer de yine birilerinin gözünde görev şehidi veya kahramandı! Ancak şükürler olsun ki; Ulu Tanrı, onun, Türk halkı tarafından (sahte) bir kahraman olarak anılmasına razı olmadığı için böyle dramatik bir olayın yaşanmasına engel olmuştur.
Bir yanıt yazın