İsrail’in Gazze’ye son saldırısı, aslında bitmeyen bir filmin devam eden bir parçasıdır. 1947 BM Genel Kurulu’nun Filistin topraklarının Araplar ve Yahudiler arasında bölünerek, Kudüs’e uluslararası statü tanınmasını onaylanması ile başlayan bölgedeki huzursuzluk, 14 Mayıs 1948’de bağımsız İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra daha da artmıştır.
İsrail devletinin 1948 yılından bu yana dış politikadaki temel amacı, düşmanlarla çevrili bir bölgede bekasını sürdürme ve güvence altına almak olmuştur. Bu amacı doğrultusunda hareket ettiği için de bölgede devam eden istikrarsızlıkların merkezinde yer almıştır.
Aslında kaos, 1917 yılında imzalanan ve Osmanlı’dan kopuş anlamına gelen Balfour Deklarasyonu‘nun imzalanmasıyla başlamıştır. İngiliz Bakan Arthur Balfour siyonist lider Lord Rotshild’e bir mektup yazarak, İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için siyonistleri sonuna kadar destekleyeceğini açıklamıştır.
Bu mektup sonrasında yüz binlerce Yahudi İngiliz mandası altındaki Filistin’e göç etmiş, bunun sonucunda Filistin’de Arapların 6’da 1’i kadar çoğalan Yahudi nüfusuna karşı bir tepki olarak Nisan 1920’de iki Filistin ayaklanması yaşanmıştır.
1947 yılında İngiltere Filistin sorununun çözümünü Birleşmiş Milletlere devretmiştir. BM’in Filistin’i ikiye bölüp yüzde 56.5’ni Yahudilere yüzde 43.5’ni Araplara veren önerisine Filistinliler sıcak bakmamıştır. Fakat 33 ülkenin oyu ile öneri kabul edilmiş ve İsrail devleti 1948 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir.
5 Haziran 1967 tarihli 6 gün Savaşı sonrasında Orta Doğu’nun haritası değişmiştir. Birleşmiş Milletler 242 sayılı Kararı ile İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini istemesine rağmen İsrail, 500.000 Filistinlinin mülteci durumuna düştüğü bu savaş sonucunda işgal ettiği topraklardan çıkmamıştır.1968 yılında Yaser Arafat Filistin Kurtuluş Örgütü’nün başına geçtikten sonra 1974’de Birleşmiş Millet Güvenlik Konseyi’nde barışçıl isteklerini vurgulamıştır ama bölgede istikrar bir türlü sağlanamamıştır.
1979 yılında Enver Sedat İsrail ile barış anlaşması imzalayınca Mısır, İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesi olmuş ve Gazze kıyı şeridi Filistinlilere verilmiştir. İsrail, 27 Aralık 2008’de, Yahudilerce düğme dikmenin bile yasak olduğu Cumartesi günü Gazze’ye Dökme Kurşun adını verdiği bir operasyon başlatarak yüzlerce Filistinlinin ölmesine yol açmıştır. İsrail’in Gazze kıyı şeridine son saldırısı, Filistin’in BM Genel Kurul’unda bu ayın 29’unda yapacağı yeni statü talebi çalışmalarını gölgede bırakmaya yönelik, uluslararası hukuku yok sayan bir tecavüzdür. Diğer taraftan Türkiye, Mısır ve Filistin’in 9 Kasım’da ortaklaşa başlattığı kampanya ile Filistin’in Birleşmiş Milletler nezdinde üye olmasa da “gözlemci devlet” konumuna yükseltilmesi çağrısını da gölgede bırakma girişimidir. Filistin Devleti 103 BM üyesi devlet, BM üyesi olmayan Vatikan, Arap Birliği ve İslam Konferansı Örgütü tarafından tanınmaktadır. BM’de üye devlet olarak tanınmayan Filistin, gözlemci üye olarak Birleşmiş Milletler görüşmelerinde yer almaktadır. Filistin Dışişleri Bakanı Riyad Malki, ABD Devlet Başkanı Barak Obama’nın Filistinli mevkidaşı Mahmut Abbas’a, ”üye olmayan gözlemci devlet” talebi ile BM’ye başvurmaması için yeni yaptırımlar uyguladığını 12 Kasım’da açıklamıştır. BM’de gözlemci kuruluş statüsünde temsil edilen Filistin, üye olmayan ülke statüsü kazanmak arzusundadır. Böylece BM’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi diğer örgütlerine de katılmayı hedefleyen Filistin, İsrail’e karşı savaş suçları konusunda dava açabilecektir. Filistin Devlet Başkanı Abbas’ın Eylül 2011’de BM Güvenlik Konseyi’ne yaptığı tam üyelik başvurusu reddedilmişti. Filistin’in BM Daimi Gözlemcisi Riyad Mansur, ”İsrail’i halkımıza yönelik saldırıları dolayısıyla mümkün olan en sert şekilde kınıyoruz. İşgalci İsrail tarafından Filistinlilere düzenlenen suikastların hiçbir haklı tarafı olamaz” demiştir ama dünya İsrail saldırısı karşısında gerekli tepkiyi göstermemiştir. Mansur, Güvenlik Konseyi’nden uluslararası barışı sağlama konusunda sorumluluk almasını beklediğini belirtmiş olsa da, bundan bir sonuç çıkacağı kanaatinde değilim. Tıpkı, Türkiye’nin tüm girişimlerine rağmen Çin ve Rusya’nın güvenlik Konsey’inden Suriye ile ilgili karar çıkmasını veto etmesi gibi ABD’de Konsey’den İsrail aleyhine bir karar çıkmasını engelleyecektir. Bu sebeple Mansur’un ”Güvenlik Konseyi’nden sorumluluklarının bilincinde olarak halkımıza yönelik bu saldırıları durdurmasını ve Filistinlilere düzenlenen suikastları kınamasını istiyoruz” açıklaması, su üzerine yazılmış bir yazı gibidir. İsrail Başbakanı Netanyahu saldırı sonrasında düzenlediği basın toplantısında , “Hamas, şehirlerimize, sivillerimize ve çocuklarımıza binlerce füze atmıştır. Gazze’ye kaçak yollarla binlerce roket ve füze sokmuş ve bunları kasten sivil bölgelere, evlere, okullara ve hastanelere atmıştır” açıklamasını, PKK terör örgütü ile mücadele eden Türkiye açısından değerlendirmekte yarar vardır. Mersin’de PKK yandaşlarının bir markette sivillere yönelik Molotof kokteyli saldırını gözden uzak tutmamak gerekir. İsrail’in Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda müdahale ederek sivil Türk vatandaşlarını öldürmesi uluslararası bir suç olmasına rağmen, İsrail ne Türkiye’den özür dilemiş ve ne de hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminat ödemiştir. Türkiye tek başına İsrail’e baskı yaparak sorunu çözemez. 6 Kasımda görülmeye başlanan Mavi Marmara davası 21 Şubata ertelenmiştir. Mavi Marmara’ya saldırı davasında dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı Ashknazi’nin de bulunduğu 4 sanığın yargılandığı davanın 3’ncü gün duruşması da yapılmıştır ama ben davadan bir sonuç çıkacağı kanaatinde değilim. Bu saldırı eyleminin sadece Türk gemisine yönelik olmasının asıl sebebi, Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta başlattığı İsrail karşıtı duruşuna bir misillemedir. Gazze ambargosunu delmek isteyen bir sivil toplum hareketi gemisini cezalandırmak değildir. Bölgede BM Konseyi üyesi ülkelerin farklı çıkarları olduğu sürece, bölgede akan kanı durdurmak maalesef mümkün olmayacaktır.
|
Bir yanıt yazın