Eski bir Diyanet çalışanı ve Sünni bir İmam-Hatipli olarak diyorum ki; devlet de dâhil olmak üzere, gerçek ve tüzel kişi olarak hiç kimse, bir başka kimse adına hiçbir şekilde din, mezhep, tanrı, peygamber, ibadet ve ibadethane tanımı yapamaz, bu tür dayatmalarda bulunamaz. Ta ki, insanlar, mensubu bulundukları inançları adına, kendi dışındakilere, toplum düzenine, genel ahlak ve adaba, ayrıca devlet organlarına zarar verir hale gelinceye kadar. Bu konuda kamu otoritesi olan devlet tarafından getirilecek yasaklamalar, sınırlamalar ve kısıtlamalar, ancak söz konusu din ve mezhep mensuplarının, kendi dışındakilere ve kamu düzenine zarar vermeye başladıklarında, onların özgürlük alanlarına müdahale etmeye başladıklarında devreye girebilir. Bunun dışında demokrasi, temel insan hak ve özgürlükleri açısından bakıldığında yasalar, mahkemeler ve mesela Diyanet İşleri Başkanlığı, hiçbir şekilde ibadet ve ibadethane tanımı yapamaz, bu konuda hiç bir dayatmada bulunamazlar!
Hele hele Türkiye gibi, Anayasasında tanımını bulan insan haklarına saygılı laik, demokratik sosyal hukuk devletlerinde geçerli olması gereken temel ilkeler bunlar olmalıdır. Gelin görün ki; bu ülkede sayıları 15-20 milyon olarak ifade edilen Alevi yurttaşlarımızın, cem evlerine ibadethane statüsü verilmesi talepleri yıllardır görmezden gelinmektedir. Üstelik onlar (en azından büyük çoğunluğu), bildiğim kadarıyla Cemevlerinin Camiye alternatif bir ibadethane olduğunu da savunmuyorlar. Çünkü onların arasında da camiye gidenler ve tıpkı Sünniler gibi namaz kılanlar bulunmaktadır(1).Onların istedikleri Cemevlerine ibadethane statüsü verilerek, bu merkezlerin, ibadethanelere tanınan ayrıcalıklardan istifade ettirilmesidir. Peki, nedir o ayrıcalıklar?
Bildiğim kadarıyla birkaç yıl öncesine kadar cami ve mescitlerin elektrik, su ve yakıt giderleri kamu tarafından karşılanıyordu. Ancak yine bildiğim kadarıyla yaşanan ekonomik krizler sebebiyle bu ekonomik ayrıcalıklar kaldırılmış durumdadır. Artık camilerin söz konusu ihtiyaçları o camilerin cemaatinden toplanan yardımlarla karşılanmaktadır. Cami ve mescitlere tanınan bir başka ayrıcalık, alkollü içki satan işyerlerinin ancak cami ve mescitlere belli mesafelerde açılmasına izin veriliyor olmasıdır. Bir başka ayrıcalık da şehir planları yapılırken cami ve mescitlerin yapılacağı yerlerin imar planlarında gösterilmesi zorunluluğudur. Eğer Cemevleri’ne ibadethane statüsü verilmesinden maksat bunlar ise, bu takdirde Cemevlerine söz konusu statünün verilmesinde ne gibi bir sakınca var gerçekten de anlamıyorum…
Eğer Cemevleri’ne ibadethane statüsü verilmesinden maksat, Cemevleri’nin kamu kaynaklarıyla inşasını sağlamak ise, bakın burada bir incelik vardır. Bilindiği gibi bu ülkede kamu kaynaklarıyla, yani devletin genel bütçesinden ayrılan kaynaklarla yapılmış hiçbir cami yoktur. Ancak devletin bu konuda sağlamış olduğu bazı kolaylıklar elbette söz konusudur. Diyanet’in Genel Bütçe gelirlerinden bu konuda ayrılan ödenekler var mı emin değilim (ancak cüzi de olsa olabilir). Ancak Diyanet’in hac ve umre gelirlerinden sağlamış olduğu kaynaklardan cami inşaatları için kaynak aktarması elbette söz konusudur. Peki, hac ve umre gelirlerinden Cemevleri’nin yapımı için de kaynak aktarılabilir mi? Bunun cevabını vermesi gerekenler herhalde en başta Alevi kardeşlerimizdir. Eğer onlar da hacca ve umreye giderek bu gelirlerin aktarıldığı havuza katkıda bulunuyorlarsa elbette bu kaynaktan Cemevleri’nin inşaatı için de harcama mutlaka yapılmalıdır.
Cem Evleri’ne ibadethane statüsü verilmesinden maksat, buralarda görev yapan dedelere ve zâkirlere devletçe maaş bağlanması ve buralarda görev yapanların devlet kaynaklarıyla eğitilip yetiştirilmesi ve bu gibi yerlerin, Diyanetin Alevileri de kapsayacak biçimde yeniden yapılandırılarak yönetilmesi ise bakın Aleviler bu konuda da haklıdırlar. Eğer devlet, müftü, imam, müezzin, vaiz, kayyım ve memur adı altında 50-55 milyon civarındaki Sünni Müslüman’a hizmet vermekte olan 120 bin kişilik bir Diyanet kitlesine gelir aktarıyorsa, sayıları 15-20 milyon olarak ifade edilen Alevi Müslümanlara hizmet eden dedelerin ve diğer görevlilerin de maaşlarını ödemek zorundadır. Bugün aynı zamanda Diyanet personeli olan ve din adamı unvanı taşıyan birçok kişinin kaset çıkarmaya varıncaya kadar, özellikle müzikal becerilerini ticarete alet ettiklerini, ücreti mukabilinde Kur’an, Mevlit ve ilahi okuduklarını düşünürsek, Alevi ayinlerinde görev yapan zâkirlerin de genel bütçeden maaş almaları gerektiği neticesine varırız(2).
Özetle; devlet, Alevilerin yoğunlukla yaşadığı yerlerde şehir imar planları yapılırken Cemevi yapılacak yerlerin belirlenmesi, eğer sağlanmakta ise Cami ve Mescitlere sağlanan ayrıcalıkların Cemevleri’ne de sağlanması, buralarda görev yapanların ücretlerinin genel bütçeden ödenmesi ve Diyanet teşkilatının Alevi vatandaşlarımıza da hizmet verecek biçimde yeniden yapılandırılması anlamında Cemevleri’ne ibadethane statüsü vermek zorundadır. Hiç kimse, Cemevleri’nde kadınlı erkekli ayinler yapılıyor ve “Dolu İçme” adı altında İslam’ın yasakladığı içki içiliyor diyerek 15-20 milyon vatandaşımızın ibadet huşu içinde yapmış olduğu Ayin-i Cem’e “Hayır bu ayin, sıradan bir zikir törenidir, ibadet değildir. Dolayısıyla cem evleri ibadethane değildir…” diyemez.
Bu ülkede, nasıl ki Sinagog, Havra, Kilise ve Katedral gibi başka dinlere mensup olan ve sayıları birkaç milyonu bile bulmayan azınlıkların ibadet yerleri ibadethane olarak muamele ve saygı görüyorsa, sayıları 15-20 milyonu bulan üstelik de tıpkı Sünniler gibi İslam’a inanan kendi öz yurttaşlarımızın ibadethane olarak gördükleri yerlere “Hayır oralar ibadethane değildir” diyemezsiniz. Hele hele Aleviliği, Türklerin İslam’a giydirdikleri bir çeşit elbise olarak kabul edersek, bu konu çok daha önem arz eder hale gelmektedir. Bana kalırsa bu ülke artık Eski RP’li Şevket Kazan’ın özlü(!) bir şekilde dile getirmiş olduğu “Mum söndü oynuyorlar!” yaklaşımını ve zihniyetini terk etmek zorundadır.
Diyanet’in ise, siyasete alet olarak hükümetin Alevi Çalıştaylarının koordinatörlüğünü yapan Doç. Dr. Necdet Subaşı’nı Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Kurulu’na üye yapması ve Alevi İlahiyatçı Prof. Dr. Osman Eğri başkanlığındaki bir komisyona Alevi klasikleri adı altında kitaplar yayınlatması yetmez. Diyanet’in, kendi bünyesinde bulunan ve Cem Evleri’ne “Cümbüş Evi” yakıştırması yapan yobaz ve müfrit din adamlarını tenzili terfi ettirerek hala bünyesinde tutmaya devam etmesi yetmez(3). Diyanet, yıllardır toplumun içine nifak tohumları saçan bu tür ucube yaratıkları, bir an önce bünyesinden temizlemek, sonra da Cemevlerine İbadethane statüsü verilmesi için çaba sarf etmek zorundadır. Mardin Artuklu Üniversitesi’nde “Kürdoloji Enstitüsü” kurduranların, sayıları Kürtlerin iki, belki de üç katı olan Alevi vatandaşlarımızın isteklerine kayıtsız kalması asla hoş görülemez, asla kabul edilemez. Eğer bu ülkede gerçekten birlik ve beraberlik istiyorsak, bütün bunlar hiç çekinmeden yapılmalıdır.
15-20 milyonluk bir kitle, Ayin-i Cem’e ibadet, bu ayinin yapıldığı yere de İbadethane diyorsa, artık başkalarına susmak ve hatta halt etmek düşer(4). Ancak burada Alevi kardeşlerimize bir tavsiyem olacak. Lütfen ibadetlerinizi öyle uluorta sergilemeyin. Sokakta, meydanda, caddede ve spor salonunda semah dönmeyin. Bu takdirde sizin ibadet dediğiniz ayinin, günümüzde sıradan bir seyirlik ve turistik gösteri haline getirilen Mevlevî ayini Sema’dan ne farkı kalır? Şahsen ben, nasıl ki; Sema’nın Sultanahmet meydanındaki kahve ve çay ocaklarında bile sergilenen turistik gösteri haline getirilmesine ve cadde ve sokaklarda Cuma namazı kılınmasına karşı isem, şehir meydanlarında ve spor salonları başta olmak üzere olur olmadık yerde Semah dönülmesine de karşıyım. Kimse kusura bakmasın, bu bakımdan ben, cadde ve meydanlarda yapılan Semah törenlerini, sıradan bir folklor gösterisini izler gibi izliyorum.
Atalar ne demiş: “İbadet de gizli kabahat de…” değil mi efendim? Atasözünde geçen “Kabahat”ten maksat büyük günah anlamında suç değil, genelde ihmalden kaynaklanan ve insanlar tarafından affedilebilir tarzdaki küçük kusurlardır. Yoksa bu söz, kesinlikle gizli yapıldığı takdirde suç işlenmesine ruhsat veren bir söz değildir. Ve bana göre; caddede, sokakta ve spor salonlarında ibadet adı altında yapılan gösterilerin tamamı aynı zamanda birer kabahattir. Kime karşı? En başta ibadet yapılana, yani Yüce Yaratıcıya karşı. Burası da iyi bilinmelidir.
İbadet denilen şeyin bir disiplini, yeri ve zamanı olur. En başta da ibadet, temiz ortamlarda ve temiz üst, baş ve beden ile yapılır. Peki, sokakta, caddede, meydanda ya da spor salonunda tüm bu özellikler gözetilmiyor mu? Onu da Alevi kardeşlerimizin insafına ve izanına bırakıyorum. Diyeceksiniz ki; “Bu ülkede adım başı cami olduğu halde, öyle adım başı ibadet yapılacak Cemevi bulunmuyor. O zaman bizler de nereyi uygun görürsek orada dönüyoruz!” Ne diyelim valla siz de haklısınız…
_______________
(*) Bu yazı, 30 Aralık 2009 tarihinde yazılmış ve ilk olarak 04.01.2010 tarihinde yayınlanmış olup(bkz. , bazı okurlarımdan gelen talep üzerine yeniden yayına verilmiştir.
1- Aşağıda (3) nolu dipnotta da görüleceği gibi Alevi yazarlar genelde Alevilerin beş vakit namaz kılmadıklarını ve Hz. Ali’nin camide namaz kılarken öldürülmesinden dolayı camiyi İslam’daki yıkıcı fikirlerin kaynağı olarak gördüklerini söylüyorlar. Oysa bu düşünce yanlıştır. 29 Aralık 2009 günü Ankara’da Gazi Üniversitesi’nde düzenlenen “Kimlik Meselesi ve Millî Bütünlüğümüz” konulu panele “Türkiye’nin Kültürel Yapısı ve Tarihi Kaynaklar” konulu bir bildiri ile katılan Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mustafa Aksoy, konuşması sırasında Türk Dünyası’ndan bazı görüntülere de yer verdi. Görüntülerden birisinde Kazakistan’da yaşayan ve Ayin-i Cem halinde toplu olarak dua eden kadınlı-erkekli bir Yesevi Grubundan görüntüler sunarak, Yesevilik’te namaz ibadetinin bulunduğunu söyledi. Ayrıca Hakasya’dan bilgi verirken de tıpkı Anadolu Aleviliğinde olduğu gibi içki ile mezarlığı, kutsal yerleri ve ocağı kutsayan bir Hakasyalının fotoğraflarını gösterdi. Dr. Aksoy bu geleneği “Saçı saçmak” terimiyle açıkladı. Demek oluyor ki; Yesevilik’ten geldiği söylenen Alevilik de tıpkı Sünnilik gibi yöreden yöreye, ülkeden ülkeye az çok bazı farklılıklar gösteren bir inanç sistemidir.
Sünniler arasında da namaz kılmayan, oruç tutmayan, zekât vermeyen, hacca gitmeyenler olabildiği gibi, içki içenler de bol miktarda bulunmaktadır. Ayrıca mezheplere göre örneğin namaz kılma şekillerinin de az çok farklı olduğu gözlenmektedir. Hacca giden vatandaşlarımız bunu yakından gözlemleme imkânına sahiptir. Kâbe’nin etrafında namaz kılanlar arasında ellerini göbek hizasında ve göğüs hizasında bağlayanlar olabildiği gibi, ellerini bağlamayıp yan taraflarında tutanlar, ayrıca rükûdan doğrulurken ellerini tekbir alır gibi kaldıranlar da bulunmaktadır.
2- Cemevlerinde görev yapan dede ve zâkirlerin maaşlarının devlet tarafından ödenmesi durumunda, bu kişilerin, devlet tarafından veya devletin yakın kontrolü altında yetiştirilmiş eğitimli insanlar olmasının gerekeceği açıktır. Aksi, yani devletin, silsile yoluyla (babadan oğla yöntemiyle) dedelik ve zâkirlik unvanı kazanmış ne idüğü belirsiz feodal karakter arz eden bir takım cahil adamlara maaş ödemesi beklenmemelidir. Çünkü Diyanet teşkilatında çalışan personel de devlet tarafından kurulmuş eğitim kurumlarında yetiştirilmiş insanlardır. Öte yandan, dedelerin ve zâkirlerin, eğitimli insanlar olması Alevi vatandaşlarımız için de son derece önemlidir. Bu bakımdan bize göre; en azından İlahiyat Fakültelerimizin birisinde BÖLÜM olarak veya üniversitelerimizden birisinin bünyesinde bağımsız ENSTİTÜ şeklinde DEDE yetiştirmek üzere bir eğitim kurumu mutlaka kurulmak zorundadır. Böylece Alevi vatandaşlarımız, dede adı altında Alevi toplum kesimlerince itibar edilen, başında fötr şapkası, saçı sakalı birbirine karışmış pejmürde kılıklı, daha doğrusu kılıksız bir takım cahil adamların tasallutundan da kurtarılmış olacaklardır.
3- bkz. Yalçın Bayer, “Çam süsleme geleneği” başlıklı makalesi, “Başbakan’a ‘Cemevleri cümbüş evi midir’ sorusu” başlıklı alt bölüm, Hürriyet, 26.12.2009. Yalçın Bayer’in söz konusu yazısında yer verdiği ve Mehmet Sevigen tarafından soru konusu yapılan olay doğrudur. ve bahse konu kişi tarafımızca da bilinmektedir. Bu kişi, İstanbul İl Müftülüğü’nden sonra Ali Bardakoğlu’nun Diyanet İşleri Başkanı olduğu sırada Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı yaparken tenzili terfi ettirilerek Bilecik İl Müftüsü yapılmıştır.
4-Alevi Yazar Cemal Şener Şöyle diyor: Aleviler, tıpkı Sünniler gibi Hz. Muhammed’i İslam dininin peygamberi olarak kabul ederler. Ancak onlar, inançlarını ifade ederken, “Allah, Muhammed, Ali” üçlemesini pusula tanım olarak kabul ederler. Bu, ister istemez bir anlamda Hıristiyanlıkta “baba-oğul-kutsal ruh” veya “Allah-İsa-Meryem” şeklinde ifade edilen üçlemeleri, yani Teslis inancını akla getirmektedir. Aleviler, İslam’ın ilk yıllarında, mezhep olgusu olmadığından hareketle mezhep ve tarikat kavramlarını ve yorumlarını kabul etmezler. Kendi yorumlarını İslam’ın en orijinal yorumu ve Ehlibeyt yolu olarak kabul etmelerine karşılık, İslam’ın Ehli sünnet yorumunu, yani Sünni İslam’ı, İslam’ın Emevî Araplarınca yapılmış dayatmacı bir yorumu olduğunu kabul ederler. Beş vakit namaz ve cami kavramlarını kabul etmezler ve bu kavramların, orijinal Kur’an’da olmadığını ve sonradan hükümleştirildiğini iddia ederler. Camiyi İslam’daki yıkıcı fikirlerin kaynağı olarak kabul ederler ve bu sebeple camiye gitmezler.
İbadetlerini cem evlerinde kadınlı erkekli ve halka namazı adı verilen bir ayinle ve semah dönerek yaparlar. Onlara göre Allah her yöndedir ve bu sebeple halka namazında Kâbe’ye dönmek zorunlu değildir. Ramazan Orucu’nu kabul etmezler ve içkinin haram olduğuna inanmazlar. Bu sebeple ibadet olarak gördükleri cem törenlerinde içki içmekte hiçbir beis görmezler. Muharrem Ayı’nda 10-17 gün arasında değişen sürelerle oruç tutarlar. Bu süre, Ehlibeytin katliama tabi tutulmasından dolayı bir anlamda matem zamanıdır ve bu süre boyunca zorunlu olmadıkça tıraş olmazlar, koku sürmezler, etli yemek yemezler ve sofrada bıçak ve su bulundurmazlar. Alevi inanç geleneğinde camide ibadet yapılmaz ve beş vakit namaz kılınmaz, bu nedenle Alevi dergâhlarında cami bulunmaz, cem evi bulunur. Aleviler, Hz. Muhammed, Hz. Ali, Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli’nin de böyle yaptığına inanırlar. Onlara göre böyle olduğu içindir ki; Hz. Peygamber, Müslümanlarca Medine’nin Kuba Köyü’nde yapılan bir camiyi yıktırmış, bugün Hacı Bektaşi Veli Dergâhı’nda bulunan cami ise ancak 18. yüzyılın sonunda yaptırılmıştır…
Aleviler, Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber’in ölümünden sonra halife Ebu Bekir zamanında bir heyet tarafından yazıldığını, yazılan hadislerin bir bölümünün ise bu halife zamanında yakıldığına inanırlar. Türkistan kökenli Lokman Parande, öğrencisi Ahmet Yesevi ve öğrencisi Hacı Bektaşi veli tarikiyle İslam’ın Türkçe yorumu sayılan “Aleviliğin, Şamanizm’den, Manilikten, Budizm’den kalan bazı özellikleri taşıdığını söylemek abartı olmaz.. Manihaizm ile Alevilik arasındaki inanç benzerlikleri de hemen görülür. Şaman dininden gelen Güneş’e, Ay’a, yüksek tepelere, suya, ateşe tapınma vs. bugün Anadolu’da Sünni ve Alevi halk arasında hala yaşıyor…Anadolu’da 1200 yıllarında oluşan ve Anadolu dışında birçok kültürün ve dinin izlerini taşıyan Anadolu Aleviliği’nin 10.000 yıllık Anadolu medeniyetleri tarihinden bir şey almadığını söylemek mümkün değildir. Nitekim, bugün Anadolu Aleviliği’nde gördüğümüz birçok inancın izlerini çok tanrılı Anadolu dinlerinde, hatta Hıristiyanlıkta görüyoruz…”(Bilgiler, Cemal Şener’in, Sorularla Alevilik, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2007 isimli eserinin 48, 70 ve 71, sayfalarından özetlenerek aktarılmıştır).
Yazıları posta kutunda oku