Meşhur Nasrettin Hoca fıkrasıdır.
Komşuları;
-“Hocam, senin hanım sabahtan akşama kadar, o ev senin, bu ev benim dolaşıp duruyor. Sahi senin yemeğini kim hazırlıyor? Evin temizliğini kim yapıyor?” diye sorduklarında, hoca şu cevabı vermiştir komşularına;
-“Komşular, bu dediklerinize asla inanmam. Eğer benim hanım sizin iddia ettiğiniz gibi sabahtan akşama kadar o ev senin, bu ev benim diye dolaşıp dursaydı, arada sırada bizim eve de uğrardı!”
…
O hesap; bugün Ak Parti iktidarına, sürekli olarak “İmam-Hatiplileri kayırıyor, onları gözetip kolluyor, devletin kritik noktalarına onları yerleştiriyor…” diye yüklenip duruyorlar ya, bu tür iddialara asla inanmam kardeşim! Eğer öyle olsaydı, bu piyango bizim aileye de uğrardı. Zira ben ve eşim, İmam-Hatipli olmanın ceremesini en çok çeken ve bunun acısını en derinden yaşayan insanlarız. Hiç şüphesiz bizim durumumuzda olan binlerce İmam-Hatipli vardır bu ülkede.
Efendim, 1989 yılıydı. Üniversiteyi bitiren her genç gibi o seneye kadar ben de sayısız sınava girdim çıktım adam gibi bir iş bulabilmek için. Hem de tam dört sene boyunca. Kimisinin yazılısını kazanamadım, kimisinin sözlüsünde elendim, kimisinde aylarca kurs gördükten sonra gönderildim derken 1989 yılında, açılan sınavları kazandığım için iki kurumdan “Tayin” yazısı geldi. Yazılar aynı günlerde geldiği için birinden birini tercih etmem gerekiyordu. Tayin yazılarından birisi Maliye ve Gümrük Bakanlığı’na aitti ve Malatya Gümrük Başmüdürlüğü emrine memur olarak atamamın yapıldığı ve 15 gün içinde işe başlamam isteniyordu. Diğer tayin yazısı ise Türkiye Diyanet Vakfı Genel Müdürlüğü’ne aitti ve Müfettiş yardımcısı olarak atamamın yapıldığı belirtiliyordu. Neyse uzatmayalım; İmam-Hatipli bir adam olarak, din adamlarının ağırlıkta bulunduğu Türkiye Diyanet Vakfı’nda huzurlu çalışacağımı düşünerek orayı tercih ettim ve işe başladım. Başlayış o başlayış…
2009 yılına kadar çeşitli kademelerde görev yaptım. Peki, bu süre boyunca istediğim huzuru buldum mu? Ne gezer? Bir kere geleceğiniz, kendisini Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri sayan ve değişime kapalı “Ulemâus Dinozorus” makamında bir sürü yaşlı hoca efendinin iki dudağının arasında olduğu için, kendinizi bu adamlara tapınmak zorunda hissedersiniz Diyanet’te. Bunu ben de hissettim zaman zaman! Zaten ne zamanki bu temel ilkeyi unuttum, işte o anda yedim tekmeyi kıçıma, şutlandım Diyanet’ten!
Öncelikle ve önemle belirtmeliyim ki; Diyanet’te İmam-Hatipli olmak asla geçer akçe değildir. Çünkü Diyanet çalışanları genelde İmam-Hatipli olduğu için bu sefer işin içine başka faktörler girer. Örneğin, tepe yöneticileriyle aynı İmam-Hatip Lisesi’nden mezun olmak, yükselmek için iyi bir yoldur. Bazen bu da yetmez. O zaman devreye başka faktörler girer. Bu faktörlerden bazıları şöyledir: Hemşerilik, ortak siyasi görüş, ortak alt kimlik, aynı mezhebe, aynı tarikata veya cemaate mensup olma…vs.
Örneğin Diyanet İşleri Başkanı Trabzonlu mu? O zaman Trabzonlulara gün doğdu demektir. Bütün makamlara onlar doluşur! Diyanet İşleri Başkanı Erzurumlu mu? O zaman da haliyle Erzurum ve Erzurum’a mücavir illerden olanlar revaçtadır. Tepe yöneticisi Çerkez veya Gürcü kökenli mi? E o zaman da Çerkez, Abaza, Gürcü, Balkar, Karaçay, Çeçen gibi Kafkas asıllılar ön plandadır. Bu anlamda Türk olmanın fazla bir önemi yoktur Diyanet’te. İlle de genel geçer bir alt kimliğiniz olacaktır. Aynı tarikata veya aynı cemaate mensup olma, aynı şeyhin müridi olma gibi faktörler de geçer akçedir bu kurumda. Bunların hemen hepsini gördüm ben yirmi küsur yıl boyunca…
Ben İmam-Hatipliydim ama, benim ne bir tarikat mensupluğum vardı, ne bir cemaate üyeydim, ne herhangi bir şeyhe kapılanıp elini yalamışlığım vardı, ne de herhangi bir alt kimliğim söz konusu idi. Türk Milliyetçisi olduğum ve MHP’ye oy verdiğim biliniyordu ama öyle adam akıllı bir siyasi görüşüm bile yoktu. Bu dünyaya Türk geldim, Türk yaşadım, Türk gidiyordum. Onun için de 2009 yılının Haziran Ayı’na gelince beni şutladılar Diyanet’ten! Dediklerine göre; “Yeniden yapılandıracaklarmış” Türkiye Diyanet Vakfı’nı! “Hizmetlerde daralma olduğu için personel planlaması” yapacaklarmış! İşime son verirken böyle dediler bana. Dediklerini yaptılar da! İddialara göre; Türkiye Diyanet Vakfı’nı tam anlamıyla tarikat ve cemaat mensuplarına teslim etmiş bizim “Ulemâus Dinozorus”lar. Bunun üzerine ben de gittim bu adamları dava ettim ve mahkûm ettirdim.
Hani bir kısım şom ağızlılar diyorlar ya; “AK Parti hükümeti, devletin önemli noktalarına İmam-Hatiplileri getirdi, devlet İmam-Hatipliler tarafından kuşatıldı…” diye. İşte bunun için asla inanmam bu şom ağızlılara! Bunların tamamı asılsız iddialardır! Tamamı lafı güzaftır! Eğer öyle olsaydı benim gibi bir İmam-Hatipliyi hiç harcarlar mıydı? Üstelik ben, Diyanet çalışanlarının kahir ekseriyetine göre; az çok mürekkep yalamış bir adamım. Bunların çoğunluğuna nispetle “Aydın” yani “Münevver” bile sayılırım. Yüzlerce makale, onlarca kitap yazıp yayınladım. Hiç olmazsa düşündüklerimi yazıya geçirme kabiliyetim, yazdıklarımı yayınlama cesaretim var benim. Oysa Diyanet çalışanlarının çoğunda, bunların hiçbirisi yoktur. Çünkü onların ciğerini iyi bilirim ben…
Evet, İmam-Hatipli olmak devri AKP’de önemlidir önemli olmasına da, bu tek başına yeterli değildir bir yerlere gelebilmek ve yükselebilmek için. Önce İmam-Hatipli olacaksın, arkasından ya gidip AKP’ye kaydolacaksın ya da bir şeyhe kapılanacak veya bir cemaate yamanacaksın! Aksi takdirde kim ipler bu devirde hiç bir artı özelliği olmayan İmam-Hatipliyi…
Bu benim bizzat yaşadıklarım. Peki eşimin yaşadıkları? Övünmek gibi olmasın, eşim de İmam-Hatiplidir benim. İmam-Hatip lisesini bitirdikten sonra işsizlik ortamında gitmiş yargı teşkilatına intisap etmiş bizim hanım. Ancak garibim, bu teşkilat içinde İmam-Hatipli olduğunu hiç bir zaman söyleyememiştir! Seyfi Oktay ve Mehmet Moğultay dönemlerini de yaşayan bir Adalet mensubu olarak, hep sakladı İmam-Hatipli bir bayan olduğunu. “Günün birinde özlük dosyamdaki diplomam ortaya çıkar da dışlanırım” diye ödü patladı yıllarca. 2002’de AKP iktidara geldi, bizim hanım yine çıkaramadı diplomasını ortalığa. Zira çevresinde hiç kimse, hiçbir arkadaşı onun İmam-Hatipli olduğunu bilmiyordu. Bu sefer de yıllarca onları kandıran kişi durumuna düşeceğini düşünerek çıkaramadı İmam-Hatip Lisesi diplomasını. Hiç bir zaman dillendiremedi İmam-Hatipli olduğunu. Gerçi dillendirse de fark etmezdi.
Bir kere bizim hanım, Milli Görüşçü değildi. Herhangi bir tarikata veya cemaate de üye değildi. Tıpkı benim gibi onun da kabule şayan bir alt kimliği bile yoktu. Ne Kürt’tü, ne Çerkezdi, ne Gürcü’ydü ne şu, ne bu. Tıpkı benim sıradan bir Türk oğlu olduğum gibi o da sıradan bir Türk kızıydı, o kadar. E bu artı özellikler olmayınca, İmam-Hatipliyim diye ortaya çıkmanın da bir anlamı yoktu! O da zaten öyle yaptı. On yıl boyunca hiçbir gün, hiçbir ortamda İmam-Hatipliyim demedi. Deme gereği de duymadı. Bu sebeple şimdi yeniden yapılanan ve genelde iktidara yakın adamların kümelendiği, İmam-Hatiplilerin, tarikat ve cemaat referansı ile gelenlerin bu tür referanslarla devlet memuru olanların el üstünde tutulduğu kurumunda, o, hala İmam-Hatipli olduğunu gizlemeye devam ediyor iyi mi? Çünkü o da tıpkı benim gibi, insanların bilgi, beceri ve liyakatle bir yerlere gelmesi gerektiğini düşünüyor. Esasen ben de zaten onun bu yönünü seviyorum.
Ve itiraf edeyim ki; bizim İmam-Hatipli hanım ve onun gibi, çalıştıkları birimde nispeten eski olan arkadaşları, hiç bir devirde bugünkü (sözüm ona dindar) yönetim kadroları tarafından uygulanan zulüm, yıldırma, manevi cebr ve baskıyı hiçbir devirde yaşamadılar. Seyfi Oktay ve Mehmet Moğultay dönemlerinde bile. Çünkü bizimkiler, ne de olsa bugünkü yönetim kadroları tarafından eski kadroların adamları olarak görülüyorlar!
Sana yeter mi bilmem ama seni seviyorum hanım. İmam-Hatipli filan olduğun için değil. İnsan gibi insan olduğun için seviyorum seni. Salt iyi bir insan olduğun için seviyorum. Boş ver devletin sana vereceği makamı, mevkii ve koltuğu. Ben sana gönlümün köşkünü sunmuşum yetmez mi?
Yazıları posta kutunda oku