Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL, USGAM Başkanı
Ankara-Tahran hattında Şam ateşi etkisini göstermeye devam ediyor. İkili ilişkilerde “Füze Kalkanı” kararı ile başlayan bunalım, Arap Baharı sürecinde, özellikle de Suriye krizi ile birlikte 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’nı tarihe gömecek bir takım yanlış ve gereksiz hamlelere, açıklamalara şahit oluyor.
Sadabat Paktı sürecinin iki sacayağından biri olan ve Türkiye’nin “Sıfır Sorunlu Komşuluk Politikası”nın temel omurgalarından birini oluşturan İran’ın son dönemde Türkiye’yi hedef alan tehditkar-suçlayıcı nitelikteki söylem ve eylemlerindeki artış, hiç kuşkusuz beka bağlamında “birbirinin sigortası” olarak kabul edilen; dini, kültürel ve etnik açılardan da pek çok ortak noktaya-mirasa sahip olan bu iki kadim ülkeyi “birbirinin celladı” olmaya doğru sürüklüyor.
Bu bağlamda, son günlerde üst üste gelen iki açıklama, adeta Türkiye’yi İran’a yönelik tutumunda daha da radikal-agresif bir tutum almaya zorluyor ki, bu açıklamalardan birine Ankara’nın (iki ülke arasındaki yakın ilişkiler de dikkate alındığında) son yılların en sert açıklamasıyla yanıt vermesi, bizim bu tespitimizi fazlasıyla haklı kılıyor.
Nitekim, İran Genelkurmay Başkanı Hasan Firuzabadi’nin “Sıra Türkiye’ye gelir” açıklamasından sonra eski Dışişleri Bakanı Manuçehr Mutteki’nin Türkiye’nin bölgedeki ülkelere karşı düşmanca politika yürüttüğünü iddia etmesi, bir anlamda dananın kuyruğunun iyiden iyiye kopmaya başladığını gösteriyor ki, bu aslında böylesi bir hassas süreçte yapılabilecek en büyük hata olacaktır!
Bazı çevreler diyebilir ki; “Aslında İran Genelkurmay Başkanı’nın açıklaması hiç de düşmanca değildi.” Gerçekten de söz konusu ifadeler o “yalın” haliyle irdelendiğinde bir “dostça uyarı” kendisini şöyle ya da böyle hissettiriyor.
Hatırlayalım, ne diyordu “Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar’daki dostları”, El-Kaide benzeri bir terörizmin yayılması konusunda uyaran Firuzabadi: “Büyük Şeytan’ın (ABD) savaş planlarına yardımcı olmak, Suriye’ye komşu ülkeler için doğru bir temel değildir. Eğer onlar bu temelde hareket ediyorlarsa, o zaman şunu bilmeliler ki, bir sonraki seferde, sıra Türkiye ve diğer ülkelere gelecektir.”
Evet, yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere bir “dostça uyarı” söz konusu. Bunu Genelkurmay Başkanı’nın cümle içinde geçen ve İran’ın “dostları” olarak kabul edilebilecek sözlerinden anlayabiliyoruz. Yalnız buradaki temel sorun; “zamanlama”, “üslup”, “özne” ve “samimiyet” olarak karşımıza çıkıyor ve bu da bizi “niyet okumaya” sevk ediyor.
Nitekim, bu açıklamanın hemen ardından “Velayet Destekçileri Cephesi” adlı muhafazakâr bir siyasi oluşumun iftar yemeğinde konuşan Mutteki’nin Türk devlet adamlarını başta Suriye olmak üzere bölgedeki ülkelere karşı düşmanca politika yürütmekle itham etmesi, bu politikaları nedeniyle son 10 yıl içinde elde edilen getirileri bir gecede heba ettiklerini ileri sürmesi ve daha da vahimi Türkiye’yi “Suriye’ye karşı Amerikan planlarını uygulayan taşeron ülkeye dönüşmekle” suçlaması, hiç kuşkusuz Genelkurmay Başkanı’nın açıklamaları sonrası Ankara’yı yatıştırmaya çalışan Dışişleri Bakanı Salihi’nini işini hiç de kolaylaştırmamıştır.
Dolayısıyla burada iyi niyet konusunda ciddi sıkıntılara yol açan bir “yöntem”, “yaklaşım” ve “sistem içi koordinasyonsuzluk” sorunu var, eğer ortada kasıtlı-sistematik bir yaklaşım yok ise…
Meseleye bu türden yanlış yaklaşımlar, bir takım yanlış anlaşılmaları da beraberinde getiriyor ve aradaki krizi daha da derinleştiriyor. Bu hataları biraz daha somutlaştırmak gerekirse: 1. İran bunu hep yapıyor (özellikle de Malatya-Kürecik’e yerleştirilen Füze Kalkanı sonrası); 2. Bu türden kritik mesajları, sembolik değeri-anlamı yüksek yerlerden adeta bilinçli olarak veriyor; 3. Dostlarını kullanmakla itham ettiği yöntemlere-araçlara kendisi fazlasıyla başvuruyor (ki Kandil operasyonu sonrası PJAK ve Karayılan ilişkisi özellikle Türkiye bazında “gizemini” halen koruyor ve bu gizemin gölgesi kendisini Hakkari-Şemdinli hattında ve diğer bölgelerde gösteriyor, en azından ithamlar bu yönde); 4. Türk-İslam dünyasına karşı fazlasıyla pragmatist ve reel bir politika uyguluyor (Karabağ savaşındaki Ermenistan yanlısı tutumu ve sürdürdüğü destek dikkatlerden kaçmamaktadır); 5. Türkiye’yi İslam dünyasında fazlasıyla rencide edici, küçültücü bir üslup ve tutum sergiliyor.
Hiç kuşkusuz, bu maddeler daha da arttırılabilir. Mesele, bunların sayısını arttırmak değil, kadim dost İran’ın artık bazı şeylerin farkına varabilmesidir; özellikle de böylesi hassas bir geçiş sürecinde birliğe-dayanışmaya ihtiyacın en had safhada olduğu bir dönemde…
Fakat görünen o ki, İran’ın temel sorunu empati ve zayıf bir tarihsel hafıza… Eğer öyle değil ise, o zaman tüm bu gelişmeler Tahran’ın Türkiye bağlamında belli bir takım kararlara geldiğini ve bunu uygulamaya koyduğunu gösteriyor. Bunu da bir sonraki yazımızda ele almaya devam edeceğiz…