Yazarların, zaman zaman köşelerini okuyucularından gelen mektuplara ayırması adettendir. Bu, bir anlamda, yazarın okuyucusuna teşekkür etmesidir. Yazarın okuyucusuna saygısını ifade eder. Dolayısıyla biz de bugün köşemizi, son birkaç yazımızla ilgili olarak okuyucularımızdan gelen e-postalara, yazılarımıza yapılan yorumlara ve bazı dostlarımızın telefonda söylediklerine ayırdık. Yani yazımızı onlardan gelen e-posta, telefon ve diğer mesajlarla oluşturduk.
Cinsel İlişki İle Oruç Açılır mı?
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında “İmsak” ve “Sabah Namazı” vakitleri konusunda yaşanan polemiği konu edindiğim ve bu tartışmayı “Ortaçağ Hıristiyanları arasında yaşanan melekler dişi mi erkek mi” tartışmasına benzettiğim “Diyanet’teki Tartışma: Melekler dişi mi erkek mi?” başlıklı yazıma gelen ilginç bazı yorumlar:
Mecnun Dağlı: “Evladım saçmalamayın. Allah sizi evinizdeki meleklerle mesut etsin. Yalnız gençlerin kafasını karıştırmayın. Meleklerin cinsiyeti filan yok.”
Nevin Çelik: Dilinize sağlık. Birileri sesini çıkarmalı artık.
Ekrem Özkan: “Ömer efendi, yazınızı çok dikkatli okudum. Sadece şunu belirtmek istiyorum. Melekler dişidirler. Hani birileri merak eder diye söylüyorum. Delilim de şu: Ben bir melekle evliyim, çünkü. ÜLKÜCÜ bir hanımla evli olmanın gururunu taşıyorum. Ama diğer bahsettiğiniz konu beni asar. Din bilginlerini ilgilendirir. Onların dediğine uyarım. Bbu da diyanetin açıklamaları olur….”
İsmini belirtmeyen bir okuyucum: “Melekler var mı bilmiyorum ama AHMAK’ların erkek olduğunu ve devletin bir kurumunda çalıştıklarını biliyorum.”
Bu yorumların içinde en ilginçleri hiç şüphesiz son iki yorumdur. O sebeple Ekrem Özkan isimli okuruma aynı yerde şu cevabı verdim: “Eyvallah Ekrem bey. Ben de tıpkı sizin gibi, bir melekle evliyim! Zaten ben Melek ismini taşıyan hiçbir erkek görmedim…”
Ancak yazılarıma yapılan yorumlardan, gönderilen e-postalardan ve yapılan telefon görüşmelerinden hiç birisi, emekli üst düzey bir Diyanet yetkilisinin telefonda söyledikleri derecede dehşet verici değildi. Çünkü, aynı zamanda benim çok saygı duyduğum birisi, hatta dostum olan bu hoca efendi telefonda şöyle diyordu:
“Ömerciğim, ‘Melekler Dişi mi Erkek mi’ başlıklı yazında kullanmış olduğun –Diyanetin ayetin nüzul sebebi olarak gösterdiği bu olay doğruysa, o zaman günümüz Müslümanları olarak, hâlâ 1400 sene önce Müşrik iken Müslüman olan Arapların seks ve mide düşkünlüklerinin cezasını çekiyoruz demektir! Yani Bedevilerden bazıları, cinsel dürtülerine yenik düşüp oruçlu oruçlu kadınlarıyla cinsel ilişkiye girmeye devam ettiği, bazıları ise Ramazan ayı gelince büsbütün kendisini kadınına yasakladığı için böyle bir ruhsat getirilmiştir. Daha doğrusu Diyanet’e göre Allah, bu insanlara acımış ve onlara bir jest yapmıştır!- şeklindeki cümleler, seni sevenlerde hayal kırıklığı yaratacak cümlelerdir. Üstelik Müslümanlar senin dediğin gibi oruçlu iken değil, iftardan sonra eşleriyle birlikte olmuşlardır.
Olayın aslı şudur: Hz. Ömer, iftardan sonra dayanamayıp eşiyle birlikte olmuş. Acaba günah mı işledim diyerek üzülmüş ve durumu Hz. Peygamber’e aktarınca konuya ilişkin ayet gelmiş. Hz. Ömer, bildiğiniz gibi Bedevi değil, Medenîdir. Elmalılı Hamdi Yazır bu konuyu tefsirinde ayrıntılı olarak anlatır…”
Aslında telefondaki dostum benden farklı bir şey söylemiyordu. Yani imsak vaktinin tayini konusunda işin içinde bir cinsel ilişki sorunu vardı ama bu cinsel ilişki, benim ifade ettiğim gibi bedevilerin, yani Arapların cahil kesimini oluşturan köylülerin sebep oldukları cinsel ilişki değil, Hz. Ömer gibi bir medeninin, yani bir şehirlinin sebep olduğu cinsel ilişki idi. Yani olay aslında daha da vahimdi! Demek ki; biz olayı biraz yumuşatalım ve Araplar adına bir mazeret üretelim derken bedevilere haksızlık yapmışız. Meğer oruçlu iken cinsel ilişki kurma filini Arapların medenileri, yani nispeten eğitimli olan ve şehirde oturanları da işlemişler!
Oysa bizim istifade ettiğimiz Diyanet yayınında, Bakara Suresi’nin 187’inci ayetinin anlamı verildikten sonra “İslâm’ın ilk zamanlarında farz olan ramazan orucunu tutarken sahur yemeği yoktu. Oruç tutan kimse, akşam orucunu açınca yatsı namazını kılıp uyuyuncaya kadar yer içerdi. Bundan sonra yemek, içmek ve kadınlara yaklaşmak haramdı. Bazı Müslümanlar dayanamayıp kadınlarına yaklaştı. Bazıları iftardan sonra yorgunlukları sebebiyle hemen uyudukları için, ertesi gün açlık ve susuzluktan baygınlık geçirdiler. Cenab-ı Allah müminlere acıdı ve bir kolaylık olmak üzere bu âyeti indirdi…” şeklinde bir yoruma yer veriliyordu ve biz de bahse konu yazımızda bu yorumdan hareketle öyle demiştik.
Görüleceği gibi, bu yorumda, cinsel ilişkinin iftardan sonra kurulduğuna ilişkin hiçbir bilgi bulunmuyor. Tam tersine “Bundan sonra yemek, içmek ve kadınlara yaklaşmak haramdı. Bazı Müslümanlar dayanamayıp kadınlarına yaklaştı.” denilerek, cinsel ilişkinin oruçlu iken kurulduğuna işaret edilmektedir. Esasen iftardan sonra kurulacak cinsel ilişki neden günah olsun ve Hz. Ömer bundan neden rahatsız olarak Hz. Peygamber’e durumu aktarmış olsundu? Ancak gelin görün ki; Türkiye’deki egemen zihniyet, “İftardan sonra cinsel ilişki kurmak caizdir” diye haklı bir görüş bildiren Prof. Dr. Zekeriya Beyaz’la bile alay ettiler. Zekeriya Beyaz, son derece naif bir adam olduğu ve “Oruç cinsel ilişki ile açılabilir mi?” diye kendisine soru soran adama hem de televizyon ekranlarından (Saba Tümer’in programında) “Kudurdun mu be adam. Önce orucunu yiyecek içecekle aç, sonra ne halt işleyeceksen işle…” şeklinde cevap veren Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk gibi biraz hoyrat olmadığı için, üzerinde kurulan yoğun baskı karşısında ezilip gitmiştir. İşi şakaya vuran Yaşar Nuri Öztürk ise benzer baskılar sebebiyle halen dûçar olduğu kanserle savaş vermektedir.
Abdülaziz Bayındır’ın Cenaze Namazı Kılınmaz!
Telefondaki emekli üst düzey Diyanet yetkilisinin söylediği şu söz ise kanımı dondurmaya yetti de arttı bile! Zira aynı şeylerin benim hakkımda da söylenebileceğini düşünerek korkuya kapıldığımı hissettim bir an. Çünkü benim bu aziz dostum açık açık, “Geçenlerde dernekte Abdülaziz Bayındır’ın imsak konusundaki çıkışını tartışıyorduk. Ben arkadaşlara Abdülaziz Bayındır’ın cenaze namazının kılınamayacağını, çünkü kendisinin bir MÜNAFIK olduğunu söyledim. Abdülaziz Bayındır, 20 sene süreyle İstanbul Müftülüğü’nde oluşturulan Fetva Kurulu’nun başında bulundu ve Şeriye Sicilleri’nin müdürlüğünü yaptı. O zaman tamamıyla Diyanet’in görüşüne uygun fetvalar verdi. Şimdi farklı şeyler söylüyor. Bu düpedüz münafıklıktır. Münafıkların ise cenaze namazı kılınmaz. Üstelik ben Süleymaniye Vakfı’nın sitesinden onların düzenledikleri imsakiyeyi indirdim ve Diyanet’in imsakiyesiyle karşılaştırdım. Öyle dediği gibi 70 dakika filan fark yok. Fark sadece 16-16 dakika. Neden kamuoyuna bunu söylemiyor da farklı şeyler söylüyor. Zaten 20 yıl boyunca hiç bir iş yapmadan maaş aldı. Hakkında raporlar var. Şimdi bu adamın almış olduğu paralara helal mi diyeceğiz?” diyordu.
Dostuma bu konuda yanıldığını ve yanlış düşündüğünü söylemekle yetindim. Hatta kendisine, bir zamanlar Diyanet’in namaz vakitlerini hesaplayan biriminde Asronom sıfatıyla çalışan M.Helvacı isimli adamın bir yıllığına ABD’ye gönderildikten sonra göndermiş olduğu sahte belgelerle nasıl dört yıl kaldığını hatırlattım. “Doğrudur. Bu konuda Müfettiş raporları vardır. Ancak Ali Bardakoğlu bu adamı korudu” demekle yetindi.
Hz. Peygamber Münafığın Cenaze Namazını Kıldırmıştır!
“Diyanet 70 dakika fazla oruç tutturuyor”(1) ve “3 aylar ve kandiller diye bir şey yoktur. Hepsi geleneksel. Ne Peygamberimiz ne Sahabe teravih namazı diye bir şey kılmamış…”(2) şeklinde laflar ederek tartışmalara konu olan Abdülaziz Bayındır’ın cenaze namazı kılınır mı bilmem. Ancak, adı geçenden fazla yaşarsam ve olaya şahit olursam bu namazı kılacağımdan, kıldıracak imam bulunamazsa kıldırabileceğimden hiç kimsenin şüphesi olmasın!
Abdülaziz Bayındır’ın dediği gibi gerçekte “Üç aylar” ya da “Kutsal Aylar” diye bir şey var mı yok mu bilmem. Ancak İslami gelenekte böyle bir şey vardır ki; Kameri aylardan Recep, Şaban ve Ramazan ayları, diğer aylara nispetle kutsal kabul edilmiştir. Ancak benzer bir gelenek veya uygulama, Arapların İslam öncesi cahiliye dönemlerinde de vardır. Zira Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce ayları cahiliye Araplarınca kutsal kabul edilir ve bu aylarda savaş yapılması haram sayılırdı.Tarihler böyle söylüyor.
Örneğin Hz. Peygamber’in çocukluk ve gençlik yılları anlatılırken, bu ayların Araplarca kutsal kabul edildiği, bu aylarda savaş yapmanın yasaklandığı ve zorunlu sebeplerle bu aylarda yapılan savaşlara “FİCAR SAVAŞI” denildiği yazılıp çizilir. Hatta Hz. Peygamberin, zaman zaman amcalarının yanında bu savaşlara katıldığı, ancak muharip güçler içinde yer almayarak destek kıtalarında görev yaptığı, örneğin düşman tarafından fırlatılan okları toplayarak savaşçılara verdiğinden bahsedilir. Öte yandan Recep, Şaban ve Ramazan ayları kadar olmasa da, içinde Aşure etkinliği bulunan Muharrem Ayı’nın da tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi İslami dönemde de kutsal kabul edildiği biliniyor. Bütün bu bilgilerse, Diyanet’in görüşünü değil, Abdülaziz Bayındır’ın görüşünü destekler mahiyettedir. Dolayısıyla bu “Üç Aylar” konusu, dini olmaktan öte geleneksel bir konudur. Hem de ta İslam öncesi cahiliye döneminden kalma bir gelenek…
Bu sebeple; Abdülaziz Bayındır’ın “Münafık” olarak nitelendirilerek “Cenaze namazının kılınamayacağını” söylemek, bu ülkede hiç kimsenin haddi ve hakkı değildir. Şahsen böyle bir görüşü şiddetle reddederim. Öte yandan böyle bir iddia gerçek olsa bile, Hz. Peygamber’in münafıkların cenaze namazının kılınabileceğine dair hareketleri vardır. Zira Hz. Ömer’e dayandırılan bir rivayete göre; Hz. Peygamber, Medine’de münafıkların reisi olarak bilinen Abdullah b. Ubey b. Selûl’ün cenaze namazını kıldırmış ve sahabeler de bu namazı kılmışlardır. Hatta bu rivayete göre; Hz. Peygamber Abdullah b. Ubey b. Selul’ün cesedinin bulunduğu noktaya gelip cenaze namazını kıldırmaya hazırlanırken Hz. Ömer hışımla Hz. Peygamber’in önüne geçip, Abdullah’ın münafık olduğunu ve bu sebeple namazının kılınamayacağını söyleyince; Resulullah gülümseyerek Hz. Ömer’in önünden çekilmesini istemiş. Onun ısrarlı itirazı üzerine de şöyle buyurmuştur:
Ben seçim yapmakta serbest bırakıldım, ben de seçimimi yaptım. Bana: ‘Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Onlara yetmiş defa mağfiret dilesen dahi Allah onlara asla mağfiret etmeyecektir diye buyruldu. Şâyet eğer yetmiş defadan fazla mağfiret dilediğim takdirde onlara mağfiret edileceğini bilsem yetmişten fazla dilerdim.” Hz. Ömer devamla şöyle diyor: “Resûlullah, onun namazını kıldırdı.Biz de onunla birlikte kıldık”(3)
Cenaze Namazı Kılınmayan Yargıtay Başkanı: İmren Öktem
Telefondaki dostumun Abdülaziz Bayındır hakkında söylediklerini duyunca, aklıma hemen Yargıtay Eski Birinci Başkanlarından İmren Öktem geldi. Zira onun cenaze namazı da sorun olmuştu Türkiye’de. İmren Öktem 7 Eylül 1967 tarihinde yeni Adli Yıl’ın açılışı töreninde bir yıl önce laikliği yorumlarken Voltaire’in bir sözünü tekrarlayarak “Tanrı’yı da insan yaratmıştır” şeklinde bir söz söylemiş ve bu sözü toplumun bir kesiminde büyük tepki çekmiştir. 1967 yılındaki konuşmasında ise şöyle demiştir İmren Öktem:
“Türkiye’de bir İslâm Devleti ve hilâfet rejimi kurmak, Türk Milleti’ni dini esaslara dayanan bir hukuk düzenine sokmak isteyen ve bunun için gizli ve açık çalışan mistik hezeyan halindeki bir avuç meczûb, ruh hastası veya dini, kazanç metaı haline getirmiş kimseler, saf ve cahil yurttaşın en temiz varlığını, itikadını, imanını geçim vasıtası yapmış olan bezirganlar -o bezirganlar ki, dinin emrettiğini yerine getirmezler, yasak ettiklerini gizli gizli yaparlar ve fakat dindar görünürler- evet bunlar ve bir takım hurafeleri dini esaslar gibi göstermeye kalkan ve bu suretle halkı uyuşturan kökü dışarıdaki yurt düşmanları daima hüsrana uğrayacaklardır”(4).
Adı geçenin işte bu ve benzeri sözleri, özellikle Nurcuların tepkisine neden olmuş ve İmren Öktem bu tepki ortamında Yargıtay Birinci Başkanı iken 1 Mayıs 1969 günü vefat etmiştir. 3 Mayıs’ta Ankara Maltepe Camisi’nde yapılan cenaze töreninde, çoğu sakallı bir grup insan, cenaze namazının kılınmasını engellemeye çalışmış ve cami görevlileri de görevlerini yerine getirmekten kaçınmıştır. Olaylar sırasında camide bulunan ve saldırganlar arasında kalan İsmet İnönü’yü korumak amacıyla orada görevli bir general belindeki tabancayı çekmek zorunda kalmış, İnönü ise cenaze namazı kılınmadan camiden ayrılmayacağını belirtmiştir. İnönü’nün bu kararlı tavrı üzerine cenaze namazını Diyanet görevlisi imamlar yerine MBK Hükümetinin bakanlarından birisi olan Hukuk Profesörü Abdullah Pulat Gözübüyük’ün ağabeyi İzzet Gözübüyük kıldırmıştır. İnönü olaylar hakkında, “Her manasıyla kesin ölçüde bir 31 Mart Vakası‘dır” değerlendirmesinde bulunurken, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel “Hadise gayet üzücüdür” demiştir(5). Umarız, Zekeriya Beyaz, Yaşar Nuri Öztürk ve Abdülaziz Bayındır’ın cenaze namazları bu tür çirkinliklere sahne olmaz.
BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN…
__________________
1-1-http://www.posta.com.tr/yasam/HaberDetay/-Diyanet-70-dakika-fazla-oruc-tutturuyor-.htm?ArticleID=131678,
2- ,
3-http://www.sorusorcevapbul.com/soru-cevap/namaz-salat/kimlerin-cenaze-namazi-kilinmaz,
4-: ,
5-Aynı kaynak.