Suriye krizi, 11 Eylül sonrası süreçte yaşanan ve ağırlıklı olarak “tek taraflı” bir şekilde cereyan eden devletler arası oyunda üçüncü kırılma noktası olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle de son dönemde şahit olunan karşılıklı tehditler, meydan okumalar ve “büyük devlet gösterişleri”, bu bağlamda dünyanın yeni bir uluslararası ortam ile karşı karşıya olduğunu bir kez daha bizlere gösteriyor.
Burada, Soğuk Savaş sonrası itibarıyla birinci kırılma noktası hiç kuşkusuz Afganistan idi ve Irak’ın işgali süreci de bunun tamamlayıcı bir parçası olarak karşımıza çıkmaktaydı (özellikle de kendisini etkin bir şekilde hissettiren uluslararası psikolojik ortam itibarıyla.) İkinci dönüm noktası ise tarihe 08.08.08 olarak geçen Rusya-Gürcistan savaşıydı. Üçüncüsü ise, yukarıda da değindiğimiz üzere “Arap Baharı” süreci ve Suriye…
Büyük oyunda oyuncuların değiştirilmeye çalışıldığı bu üçüncü kırılma noktası, belki de sürecin geleceğini şekillendirme, adını verme açısından kritik bir aşama olarak kabul edildiğinden dolayı bu kadar sıkıntılı ve bir o kadar da sert, acımasız geçiyor. Özellikle de Suriye’yi, Arap Baharı süreci ve sonrası açısından “Otokratik Blok”un “Son Kalesi” ve “Tetikleyici Domino Taşı” olarak görenler açısından…
Daha somut bir ifadeyle, Suriye sonrası İran ve Rusya bağlamında yaşanacak olası gelişmeler ve burada eş zamanlı yaşanması kuvvetle ihtimal “Kafkasya ve Türkistan Baharları” süreci, bu iki ülkeyi (ve kuşkusuz “arka plan aktörü” Çin’i) ve haliyle Türkiye’yi bu kadar ön plana çıkartıyor.
Türkiye üzerindeki tepkilerin ve oyunun temelinde ise, Selçuklu-Osmanlı coğrafyası ağırlıklı yürütülen bu güç mücadelesinde Ankara’nın sahip olduğu belirleyici rol ve buraya yönelik orta-uzun vadeli hedefleri yatıyor.
Dolayısıyla, “Büyük Oyun”u anlamadan ve bu kapsamda biraz tarih çalışmadan üçüncü üzerinde fikir yürütmek, pusulasız bir şekilde okyanuslara açılmaktan farksız olacaktır. Özellikle de Türkiye açısından…
Bunun için de “İkinci Büyük Oyun”u ya da “Yeni Büyük Oyun”u dinamikleri, aktörleri, hedef alanları, yöntem ve araçları itibarıyla bilmek şart! Bu da bizi öncelikle “Büyük Oyun”a sahne olan 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başlarındaki uluslararası siyasi ortam ile İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarıyla Soğuk Savaş’ın başlangıcı olarak kabul edilen kısa dönem arasında yaşanan gelişmeleri (özellikle de Türkiye açısından Ortadoğu boyutu itibarıyla) çok iyi analiz etmeye zorluyor.
İşte o zaman tarihin tekerrürü ya da oyunun değişmeyen mantığı ve bu oyun içinde devletlerin sahip oldukları konum-rol çok daha iyi anlaşılabilecektir. Bir diğer ifadeyle “Oyun Kurucu Ülkeler” ile, “Oyun Kurduğunu İddia Edenler” arasındaki ayrım ve ilişki daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.
Nitekim bu son kriz bizlere “oyun” merkezli bir tanımda dört çeşit devletin varlığını bir kez daha ortaya koymuştur. Bunlar; “Oyun Kuran”, “Oyuncu”, “Oynanan” ve “Oynatılan” devletler olmakla birlikte, bunların yanında bu tür devletlerle içdeş (oyunun kuralı gereği) iki tür oyuncunun varlığından daha bahsedilmektedir; “Oyun Bozan” ve “Misafir Oyuncu” devletler…
Peki, Türkiye bunlar arasında hangisine dahil?
Aslında bir bakıma cevabı belli bir soru bu. Çünkü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bu sualin yanıtını çok öncesinden vermişti. “Stratejik Derinlik Projesi” kapsamında Ankara’ya yeni bir vizyon çizmeye çalışan ve bu noktada Türkiye’yi “Bölgesel Güç” ilan ederek, “Oyun Kurucu” ülkeler sınıfına dahil eden Davutoğlu, Türkiye’yi Ortadoğu bölgesi ağırlıklı inisiyatif alan bir merkez ülke olarak takdim etmekteydi.
Oysa, “oyun kurucu” ülke olmanın en temel anahtarlarından biri “kriz çözücülük”tür. Nitekim Bakan Davutoğlu da başlangıçta bölgenin hatta dünyanın tüm krizlerini çözmeye talip bir çıkış sergilemişti. Suriyeli bir meslektaşım o günlerde bu durumu şöyle izah etmekteydi: “Suriye’de Türkiye’nin bu yeni rolünü bilen karı kocalar, aralarındaki krizin çözümü için Davutoğlu’nu çağıralım diye aralarında latife bile yapıyorlar.”
Peki sonuç? Daha açık bir şekilde sormak gerekirse, Bakan Davutoğlu bugüne kadar giriştiği kaç arabuluculuk faaliyetinden başarıyla çıktı? “Kriz çözücülük” iddiasıyla ortaya çıkan Ankara, bugüne kadar, özellikle son dönemde karşı karşıya kaldığı kaç krizi başarıyla atlatabildi? Örneğin; “Mavi Marmara”, “Libya”, “Doğu Akdeniz”, “Irak”, “Ermenistan”, “Azerbaycan”, “Suriye” vb. bazlı krizlere nasıl yakalandı, başlangıçta nasıl bir tepki verdi, sonrasında ne oldu? Yeni kriz dalgalarına, örneğin Rusya, İran vb. gibi ne kadar hazırlıklıdır? Bu kriz dalgalarını hangi enstrümanlarla savuşturmayı (pardon atlatmayı) hesap etmektedir?
Ve daha da önemlisi; normal şartlarda “oyun kurucu” bir ülkenin kaçta kaçı bu kadar çok krizle muhatap olmaktadır? O zaman şu soruyu bir kez daha kendimize sormamız gerekiyor; “Türkiye, yukarıda sayılan ülkeler arasında gerçekte hangisine dahildir?”