Elmalarla Kabakları Karıştırmak; Yahut Kıbrıs ve Karabağ’ı
Karabağ’ın çevre bölgesiyle birlikte Ermenistan tarafından işgalinin 20. yılındayız. Anlaşmazlık Yukarı Karabağ’ın Azerbaycan’dan bağımsızlığı ve Ermenistan ile bir koridor tesisi talebiyle başladı. Ancak geçen 20 yıl zarfında çok daha geniş bir bölge işgal altında olup bu işgal statüko haline gelmiştir. Bazı hariciyecilerimizin Karabağ’da (Yukarı, Dağlık) çözümsüzlükten kaybettiğimiz gibi Kıbrıs’ta da kazandığımız türü iddiaları beni çileden çıkarmıştır. Sıradan bir insanın böyle saçmalaması normaldir. Ancak ömrünü diplomaside geçirenlerin adeta elmalarla kabakları aynı tabağa koymasına sessiz kalamayız.
Bir dış politika konusunda öncelikle mevcut durumun tespiti önemlidir. Bundan, tarafların mutabık kaldıkları belgeler, sözleşmeler kastedilir. Kıbrıs sözkonusu olduğunda 1959’da İngiltere ile birlikte Türkiye ve Yunanistan’ın imzaladıkları Londra anlaşması vardır. Buna göre 1960’da Kıbrıs Anayasası hazırlanmış ve bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştur. Rum kesimi Türklere de bir takım haklar ve anayasal yetkiler veren bu anayasadan hoşnut olmamış ve her fırsatta değişiklik istemiştir. Türk tarafının kendilerini yok etme hedefi güden talepleri kabul etmemesi üzerine bu anayasal düzen 1963’den itibaren Rumlar tarafından yok sayılmıştır. Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak (Enosis) için birçok örgüt kurulmuştur. Nihayet 1974 darbesi ile yönetimi ele geçiren terör örgütü Türk katliamına başlayınca Türkiye mevcut uluslararası sözleşmenin verdiği yetki ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üç garantöründen biri olarak adaya müdahale etmiştir.
Bu tespitlerden herbireri Kıbrıs meselesi konusunda Türk tarafının haklılığı için tek başına yeterli gerçeklerdendir. Türk tarafının lehine olan durum askeri güçten çok uluslarlarası hukuktan kaynaklanmaktadır. Buna karşın toplumsal hafızadaki genel problemleri burada da yaşanmakta olup, 1974’ü milat zanneder hale geldik. 1974’te yok edilmek istenen Kıbrıs Cumhuriyeti’ne hayatiyet kazandırmak üzere Türkiye çıkarma yaptı. Buna karşın o tarihten beri hatalı politikalar sayesinde Rumlar, Uluslararası Hukuk tarafından varlığı kabul edilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sahibi, Türk tarafı ise ayrılıkçı bir taraf durumuna geldi. Bugün için Rum tarafı AB üyesi olup aynı zamanda ABD ve genel olarak batı ile ileri derecede işbirliği kurdu. Aynı zamanda Rusya da ekonomik, siyasi, askeri konular dahil uluslararası alanda Rumların hamisi durumuna geldi.
Yukarı Karabağ, daha 1989’da Azerbaycan’dan bağımsızlığını ilan etme teşebbüsünde bulunda. Bu talep kabul edilmedi. Moskova her fırsatta Ermeniler lehine gelişmeleri desteklediği halde, özerk bölgeler kapısı açılınca nerede duracağını kestiremediğinden prensip olarak bu talebe karşı çıktı. 1991’de SSCB dağıldığında yürürlükte olan 1936 Sovyet Anayasası’na göre Karabağ, Azerbaycan’a bağlı özerk bir bölgedir. Almatı Deklarasyonu ile SSCB dağılıp BDT kurulurken cumhuriyetler, anayasal statüleri ile sınırların değişmemesinde uzlaştılar.
Tıpkı Kıbrıs konusunda olduğu gibi Karabağ konusunda da statükoyu bozanlar karşı taraf yani Ermenilerdir. Yeni bir sözlşme de yapılmış değildir. Ermenistan tarafı burada fiilen işgalci olarak 20 yıldır Karabağ ve çevresini kontrol etmektedir. Burada da Ruslar Türk tarafının karşısında olup fiilen askeri kontrolü sağlmaktadır. Ermenistan-Rusya arasındaki askeri antlaşmalarla bölge adeta bir Rus üssü haline gelmiştir. Statükoyu bozarak bölgeyi Ermenistanlaştırmak isteyen taraf Ermeniler olduğu halde başta ABD ve AB kurumları olmak üzere batı 20 yıllık işgale karşın Minsk Süreci’nde havanda su dövmektedir. Buna karşın Bakü sokakları “Karabağ Canımız, Feda Olsun Kanımız” türü sloganlardan geçilmez haldedir. Fakat bu kadar hukuksuzluk, soykırım, antlaşmalara aykırı çıkışlara karşı milletlerarası arenada ciddi hukuki çıkışlar görülmemektedir. Halbuki Bakü yönetimi, profesyonel hukuk ekibi kuracak paraya ve iradeye de sahiptir.
Tekrar belirtmek gerekir ki Türkiye’nin Kıbırıs’a müdahalesi Milletlerarası sözleşmeler ile anayasal düzenin verdiği görevin gereğidir. Kurulu cumhuriyeti Rum tarafı yıktığı halde, yeniden ortak bir irade ile devlet kurulması için Türk tarafı her fırsatta yapıcı olmuş, uluslararası planları desteklemiş, ancak Rum tarafı Türklerin anayasal varlığını kabul eden hiçbir girişime yanaşmamıştır. Adadaki Türk varlığını yok etmek veya Rumlaştırmak konusundaki iradeyi her fırsatta uygulamaya koymuş, buna karşı Türkiye garantörlük hakkını kullanmış ve bu hak çerçevesinde adada bulunmaktadır. Makul bir sözleşme ile adadan çekilmeye hazırdır.
Milletlerarası alanda haklar, borçlar, yükümlülüklerin ne olduğu kadar bunları savunmak da bir görevdir. Kıbrıs, Yukarı Karabağ veya diğer konulardaki genel ve özel sözleşmelerden doğan haklarınızı siz savunmazsanın kimse sizin yerinize bu işi yapmaz. Her devlet, kendi hakkını fazlasıyla savunurken genellikle karşı tarafınkini görmezlikten gelir. Bizde ise hemen her konuda karşı tarafın çarpıtılmış hakları dev aynasından görülür, fakat kendi hukuki haklarımız adeta yok sayılır. En son Diyanet İşleri Başkanımızın Patrikhane ziyaretinde de bu acı tabloyu gördük. Patrikhane, Ruhban Okulu’nu kendisi kapatmadı mı? Ruhban Okulu açılsın, Atina’ya cami yapılsın diyor sayın reisimiz. Halbuki şöyle demesi gerekmez mi?: “Türkiye’nin her tarafında kiliseler açık. Atina’da da cami yapılmasını talep ediyoruz.” Ayrı bir konu.
[email protected]
Bir yanıt yazın