KIBRIS PAZARI YAZILARI (GİRİT’TE 12’Yİ ÇALACAK SAAT VAR MIYDI?)
Hüseyin MÜMTAZ
Rauf Denktaş aynı zaman iyi bir yazardır. Birçok kitap ve makaleleri mevcuttur. Fakat “Baş Eser”i, “12’ye 5 KALA KIBRIS” isimli altmış yedi sayfalık küçük kitapçıktır. 1966’da Makarios tarafından zararlı faaliyetleri sebebiyle Ada’ya sokulmayarak Ankara’da ikamet mecburiyetinde kaldığı süre zarfında yazılmıştır.
Kitabın 14’üncü sayfası, “Enonis nedir?” başlığı altında Girit’e ayrılmıştır.
Denktaş, her yerde ve çeşitli vesilelerle, bitmez tükenmez bir gayretle Girit’i anlatır. Girit, aslında bir tükenişin başlangıcıdır. İmparatorluk için bir tükenişin fakat Yunan’lılar için ise Enosis’in başlangıcıdır.
Hâfız-ı beşer; hele ne hikmettir bilinmez, Cumhuriyet Türkiye’sinde aydının hâfızası Enosis’i sadece Kıbrıs’la alâkalı bir ideal olarak hatırlar. Girit; Ege’de bir yerlerde sadece bir Yunan adasıdır onun için.
Denktaş ise Girit ile Kıbrıs arasında bir kader köprüsü kurar ve Kıbrıs’ta aynı senaryonun aynı neticeyi vermemesi için çalışır.
Girit büyük bir hayâl kırıklığıdır, basiretsizliktir, bilgisizliktir, vurdumduymazlıktır. Şahsiyetsiz bir dış politikanın iflâsına en güzel misaldir. Ve bu vasfıyla Girit; herhalde ve mutlaka Siyasal Bilgiler eğitimi veren okullarda ders olarak okutulmak mecburiyetindedir. Zira sinsi Yunan politikasının, batılıların tartışmasız himayesinin, Yunan askeri taktiklerinin, propaganda stratejisinin tipik bir misalidir. Askerî sahada Osmanlı galip olduğu halde Girit; sulh masasında, batılıların himayesindeki Yunanistan’a karşı kaybedilmiştir.
Denktaş, işte bu çarkı durdurmaya çalışmaktadır Kıbrıs’ta.
Denktaş; “ben, Türkiye’nin AET için bizi feda etmeyeceğine inananlardanım”(1) derken aklında Girit vardır.
Girit 1897’den, 1910 yıllarının Balkanlar’ına geçelim. İmparatorluk çatırdamakta ve Balkanlar kan, barut ve ateş içindedir.
Teşkilât-ı Mahsusa liderlerinden Eşref Sencer Kuşcubaşı, Süleyman Askeri (2) ve Selim Sami Beyler Batı Trakya’da Bulgarların Balkan Harbi boyunca yapmakta oldukları zulümlere devam etmelerinden rahatsızdırlar. Eşref Bey, hâtıralarında hâdiseyi şöyle anlatır.(3)
“Bu zulümler bizi cidden harap ediyordu. Irkdaşlarınızı kurtarabilmek için hayatımızı rahatça ortaya koyabilme kararımıza rağmen sırf politika düşünceleri yüzünden elimiz kolumuz bağlı kalmamız bize çok ağır geliyordu. Enver Bey’le aramızda uzun ve mahrem bir görüşme oldu. Enver Bey dedi ki, Eşref Bey, nasıl hayırlı bir emr-i vâki ile Edirne’yi aldıysak, bu davayı da öylece halledeceğiz. Hükûmetin hâli malûm. Harbiye Nezareti’nin telâkki tarzı da malûm!.. Biz, Balkan harbi felâketi ile elimizden alınmış bu topraklarda müstakar bir idare kurabilirsek, hem zulümleri önler, hem de sulh masasında ağır basardık. Enver Bey bu fikrimizi kabul etti. Fakat şartı şu idi. Bunu, Osmanlı Devleti yapmıyordu. Gayri mesul olan bizler yapacaktık.”
Sami Bey Enver Bey’e dedi ki, ‘-Karşımızda, eli kolu bağlı ve kendi haline terk edilmiş asgarî 50.000 Türk var. Bunları kucağa ve bıçağa karşı müdafaasız bırakmak, denaetin en aşağısıdır. Makedonya’ya kadar yolumuz açıktır. Böyle zillet içinde yaşamaktansa ölüm her halde daha şerefli ve huzurludur. Beyefendi.. Burada şahsıma bağlı 100 arkadaşım var. Bunlar ırkdaş ve dindaşlarının mâruz kaldığı zulme baş eğecek insanlardan değildirler. Bendeniz yarın Allah kısmet ederse sabahtan yola çıkıyorum efendim!…’ Hepimiz cidden müteessir idik. Nihayet karar verdik. Seçkin 800 kişilik akıncı müfrezeleri ile dört koldan ilerleyecek, hayatta kalabilmiş yerli Türkleri silahlandıracak, hiç olmazsa Bulgar çetelerini korkutacak, zulme son verecektik. Fakat hâdiseler umduğumuzdan iyi tecelli etti. Kader bize müstakil bir hükûmet kurduracak kadar güldü.”
Devlet; milletler arası sahada zor duruma düşmesin diye devlete “Liva-ı ihtilali” kaldırarak, kelleyi koltuğa alıp bir avuç serdengeçti ile Balkanlara saldıran 20’nci asrın bu kahraman akıncılarının talihleri başlangıçta hakikaten yaver gider. Garbî Trakya Müstakil Devleti’ni kurarlar.
Fakat Osmanlı Hükûmeti, Bulgarlar ile bir anlaşma imzalamıştır. Edirne’nin Osmanlı’ya bırakılmasına karşılık Garbî Trakya’da kurulan Türk Devleti fesih edilecek ve bölge, geri Bulgarlara verilecektir.
Bu maksadı temin ve yeni Devletin kurucularını ikna için Cemâl Paşa Başşehir Gümülcine’ye gitmek ister. Maksadı tahmin eden Eşref Bey, şu haberi gönderir. “Kendileri Devlet-i Osmanî vatandaşıdır. Garbî Trakya’da müstakil bir hükümet vardır. Osmanlı Pasaportu ile gelsinler. Pasaportsuz gelirlerse tevkif ederim. Bunu yapacağımı da bilir.”(4)
Bir neticeye varamayan Cemâl ve Talât Paşa’lar Enver Paşa’ya müracaat ederler. Enver Paşa’nın cevabı şudur:
“Arkadaşlarım bana itimat etmişler, canlarını ortaya koymuşlar, bir şeref mücadelesi yapmışlar, bu inanılmaz muvaffakiyete mazhar olmuşlar, yüzbinlerce Türk’ü Bulgar çizmelerinden halâs ederek, Garbî Trakya’da bir de müstakil devlet tesis etmişlerdir. Şimdi ben kendilerine ne diyebilirim.”(5)
Nihayet şuna karar verilir; Talât Paşa, Eşref Bey’i davet edecek ve vaziyeti kendisine anlatarak büyük ümitlere beşlik olan Balkanlar’ın göbeğindeki yeni Türk Devleti’ni kendi eliyle, elinden kurtardığı düşmana, Bulgarlar’a teslim etmeye razı edecektir.
Öyle de olur. Devlet-i Âlinin menfaatleri her şeyin üzerindedir. Eşref, Süleyman ve Sami beyler içleri kan ağlayarak, birer canlı cenaze halinde payitahta dönerler.
Girit’ten sonra bu ikinci büyük hayâl kırıklığıdır. Suç, kaderde değildir. Devlet’i idare edenlerin basiretsizliğindedir. Nitekim zamanın Bulgar Hariciye Nazırı Geşof, “Eğer Türk Hükûmeti, Garbî Trakya’da kurulan hükûmeti kendi eliyle yok etmemiş olsa idi, büyük devletler bu tampon devleti muhakkak tanıyacaklar ve Türk’ler Balkan’lardan çıkmamış olacaktı. Biz bu neticeden endişe ettik.” (6) diyecekti.
Denktaş; işte Kıbrıs’ın yeni GİRİT, yeni bir BATI TRAKYA olmaması için uğraşmaktadır.
Her fırsattan istifade ile “Türkiye’nin tesirli garantisini ihtiva etmeyecek hiçbir çözümü, plânı katiyen kabul etmeyiz” derken inandığı kimseler, Süleyman Askerî, Eşref Sencer Kuşçubaşı ve Selim Sami bey gibileridir.
Denktaş’ın söylediklerine, bu safhada kimin neyin tarafından hangi amâle hizmet için ortaya atıldığı bilinmeyen manasız bir Haziran – 1989 miadı biçildiği andan ve Vasiliu’nun alenen “Evet, silâhlanıyoruz” dediği andan itibaren dikkat etmek, kulak kabartmak ve değerlendirmek icabetmektedir. Hâttâ “12’ye 5 kala KIBRIS” adlı kitabını yeniden okumak, mevcudu kalmadığı için yeniden bastırmak ve dağıtmak icâb etmektedir.
“Kıbrıs Türk’ü hakkını korumak için haklarının garantörü olan Türkiye’den, Anavatan’dan yardım ve destek istemektedir. Bu yardım ve destek bugüne kadar yeterli bir şekilde yapılmamıştır. Bunu söylerken nankörlük etmiyoruz. 1963 Aralık ayından itibaren Türkiye’nin Kıbrıs için yaptıklarını minnetle anarız. Fakat bu yardımlar yeterli olmamıştır. Meşrû yoldan çıkmayalım endişesi içinde bu yardımların şekli ve nevi kısıtlanmıştır. Yunanistan adaya on – onbeş bin kişilik bir işgal ordusu çıkartabilirken Türkiye meşru yoldan şaşmayarak, âtıl kalmıştır. Yunanistan her türlü silâh ve malzeme yardımı ile Kıbrıs Rum’larını takviye ederken Türkiye’nin bu yönden yardımı devede kulak kalmıştır. Yunanistan Rum gençlerini Yunan topraklarında her türlü harp aracını kullanacak şekilde korkusuzca yetiştirirken Türkiye bundan da kaçınmıştır… Kıbrıs davası Türk – Yunan mücadelesi olmuştur. Megali İdeacılar bu mücadelenin sonunu, yeni mücadeleler için bir başlangıç olarak kullanacaklardır. Bunu bilmemiz gerekir.”(7)
“Yunan’lılar Girit mücadelesini Enosis bayrağı altında yürütülürken Girit’in Yunanistan’a ilhakı ile bu mücadelenin bitmeyeceğini de açıklamakta bir sakınca görmüyorlardı. Hedefimiz, Girit’ten sonra Oniki Ada’lar, Epir, Kıbrıs, İzmir ve Konstantinopolistir diyebiliyorlardı. Yunanistan’ı Büyük İskender’in imparatorluk kurduğu topraklara yaymak Yunan Megali İdeasının şaşmaz hedefi olmuştur.
Enosis deyip geçmeyelim. Enosis, Türk Vatanı’nın bütünlüğüne yöneltilmiş bir dâvadır. İzmir bunun için işgal edilmiştir. Yunan Orduları Anadolu’ya Enosis dâvasının tahakkuku için saldırmışlardı. Bugün Kıbrıs’un Yunanistan’a ilhakı bu dâvanın bir sonucu olacak değildir. İmroz, Bozcaada derken başımıza daha nice gaileler çıkabilecektir. Kıbrıs Türk’ü 1878’den bu yana Enosis’e karşı mücadelesini yürütürken bu duygularla, bu inançla hareket etmiştir. Bu gün Kıbrıs cephesinde Türkiye’nin milli bir davası kahramanca müdafaa edilmektedir. Yunanlıların ve Kıbrıs Rum’larının Enosis’i tahakkuk ettirmek için girişmiş oldukları mücadeleyi iyi değerlendirmek Türk’lük dünyasının geleceği için şarttır.” (8)
“Türkiye’nin ilk ilgisi, Kıbrıs’a ilk yardımı 1948’de başlar. Kültür yardımı adı altında yapılan bu yardımlar Kıbrıs Türk’lüğünün cankurtaran simidi olmuştur. Bu yardımları başlatanları ve devam ettirenleri Kıbrıs Türk’ü minnetle, şükranla anmaktadır ve anacaktır.
Yunanistan’ın 1878’den itibaren Kıbrıs Rum’larına yapmaya başladığı yardımı Türkiye ancak 1948’de başlatabilmiştir. 1948’lere kadar Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgilenmemesinin tarihi sebepleri vardır. Bunları geçelim… Fakat, Kıbrıs Türkleri’ adayı niye terk ettiler, diyenler vardır. Sırası geldiğinde onlara cevap vermemiz gerekecektir. Kıbrıs davasını bilmek, anlamak ve bu davaya heyecanla sarılmak için bu sebepleri bilmek ve bu soruları cevaplandırmak gerekir.
Fakat bu ilgi ve yardımlar evvelden tayin edilmiş milli bir plân, milli bir program gereğince yapılmamıştır. Bu yardımlar, milli bir hedefe ulaşabilmemizi sağlayacak çapta değildir. Bu yüzden de alınan verim, yardımlar nispetinde olmamıştır.
1965 yılında Sayın Suat Hayri Ürgüplü’nün, Türkiye Kıbrıs meselesinde ne istediğini bilmiyor sözleri, içimizde derin izler bırakan bir hakikattir. 1955’den bu yana Türkiye, Kıbrıs meselesinde ne istediğini bilmemiş, milli bir siyasetle ne istediğini tesbit etmemiştir. Bütün çalışmalar programsız olmuştur. Milli bir hedef güdülmemiştir. Hâdiseler Türkiye’yi Kıbrıs meselesine itmiş ve esen rüzgâra göre yelken açan bir siyaset takib edilmiştir. Bugün saat oniki’ye yaklaşırken, Türkiye’nin halâ belirli bir Kıbrıs siyaseti mevcut değildir.
Kıbrıs Türkü’nün en büyük kuvveti anavatana kayıtsız şartsız bağlı olmasındadır. En büyük zaafı da anavatanı yönetenlere kayıtsız şartsız inanmış bulunmasındadır. Bu yöneticilerin beyanlarını, sözlerini, millî bir siyasetin ifadesi olarak kabul etmelerindedir. Kıbrıs Türkü için anavatan her şeydir. Ve Kıbrıs dâvasında son sözü söyleyecek olan odur. Bu kayıtsız şartsız inancı bir neticesi olarak zaman zaman Kıbrıs Türkleri inkisar-ı hayâle uğramışlardır.”(9)
“Kıbrıs bizim canımız, feda olsun kanımız – marşını söylüyor gençlik… Girit geliyor gözümün önüne. O zaman da –Girit bizim canımız, feda olsun kanımız- diyerek mitingler tertiplenmişti. Girit şimdi Yunan bayrağı altında. Girit için ölen Türkler’in mezarları da yok olmuş. Türkiye’ye göç edenlerin içinde bir acı, bir yas devam edip gidiyor gizlice. Bayrak için düşenlerin ve bayrağın peşinden gidenlerin bitmeyen hikâyesidir bu. Acaba Kıbrıs?…
Düşünmek istemiyorum.”(10)
“Kıbrıs’ı 1571’de aldığımız farkında olmamışız. 1878’de verdiğimizin yasını tutmamışız. Bayraklarından uzak, bayraklarına hasret Kıbrıs Türkleri ile ne zaman ilgilenmişiz ki, şimdi Kıbrıs’ı kaybetmekten korkalım. Yunan tarihine bakınız. Kıbrıs’tan, yunan diye bahseder. Coğrafya kitapları Kıbrıs’ı Yunan Adası diye gösterir. Edebiyatlarında Kıbrıs önemli bir yer tutar. Ve Yunanistan 1878’de öğretmenler, ajanlar göndermek sureti ile Enosis bayrağını açmış olmakla öğünür.”(11)
Türkiye’nin; Girit ve Batı Trakya’da olduğu gibi Kıbrıs’ta da ahdi tarihî ırkî mesuliyetleri vardır. Yüzlerce yıl önce uç beyi olarak oralara gönderdiği akıncılarının çocuklarını; hasbel kader tâbiyeti altında kalmış oldukları devletlerin insafına yahut insafsızlığına terk edemez, bana ne, diyemez.. İşin içinden sıyrılamaz. Türkiye, Anavatandır.
Tarihten ders alınmalıdır. Hata olmamalıdır ki belki bir defa olduğu zaman mazûr görülebilir. Fakat aynı hata hem de aynı düşmanın aynen kullandığı taktik ve tekniklere karşı yapılırsa artık bunun adı basiretsizlik, bilgisizlik, haysiyetsizlik olur.
Denktaş’ın, “Türkiye AET için bizi feda edemez” veya “Türkiye’nin tesirli garantisi olmayan hiçbir çözüm kabul edemeyiz” deyişine kulak verilmesi lâzımdır. Girit ve Batı Trakya misâlleri Kıbrıs’ta tekrarlanmamalıdır. Bunun için de evvelâ Anavatan kamuoyunun davaya sahip çıkması, Kıbrıs’ı sadece mahdut sürelerle gidilip bavullar doldurarak gelinen bir serbest Pazar olarak görmemesi lazımdır.
TÜRK DÜNYASI TARİH DERGİSİ, Kasım 1989, Sayı: 35
_______________
(1) “Günaydın Gazetesi” 20 Şubat 1989
(2) Süleyman Askerî, 13 Nisan 1918’de Irak’ın güneyinde İngilizlere karşı savaşmakta olan birliğini sedyeden sevk ve idare ederken geri çekilmek zorunda kalmış fakat çekilmektense intiharı tercih etmiştir. Yarbay rütbesinde idi.
(3) Cemal KUTAY, Türkiye Hürriyet ve İstiklâl Mücadeleleri Tarihi, Cilt 17, S. 10019.
(4) Cemal KUTAY, Türkiye Hürriyet ve İstiklâl Mücadeleleri Tarihi, Cilt 17, S. 10016
(5) Cemal KUTAY, Türkiye Hürriyet ve İstiklâl Mücadeleleri Tarihi, Cilt 17, S. 10016
(6) Cemal KUTAY, Türkiye Hürriyet ve İstiklâl Mücadeleleri Tarihi, Cilt 17, S. 10028
(7) Rauf DENKTAŞ, Onikiye Beş Kala KIBRIS 1967, s. 9 ve 10
(8) Rauf DENKTAŞ, Onikiye Beş Kala KIBRIS 1967, s. 15
(9) Rauf DENKTAŞ, Onikiye Beş Kala KIBRIS, s. 17
(10) Rauf DENKTAŞ, Onikiye Beş Kala KIBRIS, s. 21
(11) Rauf DENKTAŞ, Onikiye Beş Kala KIBRIS, s. 33
Bir yanıt yazın