Eskiden böyle paşalı, sultanlı korular yoktu, sevda tepesine çıkılırdı. Kır kahveleri gibiydi. Sevdalılar birbirini rahatsız etmesin diye geniş aralıklı, kıymıkları ele batan, şekilsiz tahta masaları vardı. Gazoz ya da çay içilirdi, Belki bira da vardı. Rengarenk ampülleri varmıydı tam hatırlamıyorum.
Bir gün birdenbire tepeye çıkan yolun başında bir kapı görmüştük. Bir kaç denemeden sonra kapının artık açılmamak üzere kapandığına kanaat getirince gitmeyi bıraktık.
Türkiye’yi çok seven kral, madem içine bir baraka dahi yapamıyor kapıyı açık tutsaydı ne olurdu? Kral o gün kapıyı kapatırken sevda tepesi aşklarının bitmesini bir kaç on yıl bekleyeceğini biliyordu. Kapı açık kalsaydı, bugün aşklarını orada yaşayan sevdalılar inşaat iznini almasını engellerdi.
Sevda tepesinin mezbelelik olmasının imar iznine gerekçe gösterilmesi ise tümüyle hatalı. Almanya’da çimlerini bir hafta kesmezsen komşular şikayet eder ve ceza alırsın. Hatta başımıza geldiği gibi çalıları kuşların yumurtlama mevsiminde budarsan gene ceza alırsın. Avrupa’dan alındığını düşündüğüm kanunlar, AB uyum yasaları ve benzeri uygulamalar düşünülünce, kral arsasının çevreyi rahatsız eden moloz, pislik, görüntü kirliliği ve benzeri sorunlarını çözmekle mükelleftir. Aksi takdirde cezası ile birlikte masrafları öder. Eğer çevrenin göremediği şekilde her tarafı kontrolsüz bitki örtüsü sarmışsa da, istanbul’lu şehrinin böyle bir nefes alma alanı olduğu için sevinmelidir.
Sonuç da demem odur ki, Kral Türkiye’ye milyarlar vereceğine, sevdalısına tepesini verse idi daha iyi olurdu. Helalinden bir de Türk vatandaşlığı verirdik kendisine, ilerde gerekirse Türkiye’de kanunlara uygun olarak yaşayabilmesi için.
Yazıları posta kutunda oku