KIBRIS PAZARI YAZILARI (KIBRIS’TA SON OSMANLI)
HÜSEYİN MÜMTAZ
Denktaş, yüzyıllık bir yalnızlığı yaşamaktadır Kıbrıs’ta… 1878’in 12 Temmuz’unda İstanbul’dan Sami Paşa ile gönderilen Padişah fermânının, Ada’yı teslim almak üzere gelen İngiliz Amirali John Hay ile son Osmanlı Valisi Besim Paşa huzurunda okunduğu andan itibaren, o bitip tükenmek bilmeyen yalnızlığı yaşayan sadece Denktaş değil, fakat yüz şu kadar bin Kıbrıs Türk’üdür de aslında.
Tarihler, Besim Paşa’nın o sıcak Temmuz günü devir teslim töreninden sonra neler hissettiğini yazmıyor ne yazık ki!. İhtimaldir Paşa, palmiyelerin bile serinletemediği o Akdeniz gecesinde ve gecenin sabaha dönen bir vaktinde Lefkoşa’daki “Saray”ından Beşparmaklara, ötesindeki Anadolu’yu ve payitahtı görebilmek umuduyla bakarken meyus ve mahzun ve belki iki damla gözyaşı sakallarından süzülürken uyuyakalmıştır.
Ve yine ihtimâldir, yok ihtimâl değil muhakkak ki o gece ada’daki yüzlerce Türk köyünde gün batımı ile lambalar söndürülmüş, küçükler erkenden yatırılmış fakat büyüklerin yüreği Besim Paşa’ya eşlik etmiştir.
Denktaş bir misyonerdir. Fakat aynı zamanda son Osmanlı Valisi Besim Paşa’nın nâmus ve haysiyet mücadelesini yapan bir “Son Osmanlı”dır da.
Nasıl yapmasın ki!..
Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Vasiliu’nun Kıbrıs Cumhurbaşkanı sıfatıyla Astromerit’te düzenlenen bir mitinge katılması ve “mücadelemiz kuzeydeki topraklar ele geçirilene kadar devam edecektir” dedikten sonra Başpiskopos ve göstericilerle beraber sınırdaki Bostancı Türk köyüne doğru yürüyüş yapmaya kalkmasına rağmen ertesi gün, BM Özel temsilcisi Camillon’un gözetimindeki toplumlararası görüşmelere katılmak zorunda olması ve hiçbir şey olmamış gibi el sıkışmak mecburiyetinde kalması Denktaş’ın en büyük talihsizliği ve yalnızlığıdır.
Çünkü Besim Paşa da, İngiliz Amirali’nin elini sıkarken aynı şeyi hissediyordu.
Denktaş 1988’de, Anavatan Hükümeti tarafından Yunanistan’ın, Kıbrıs Rum’unun ve Dünya Kamuoyu’nun önüne, “anlaş” diye atılmıştır. Büyük bir ihtimalle Avrupa Topluluğu, daha az bir ihtimalle de Amerika ile askerî ve ekonomik yardımlar karşılığı ve belki de bilmediğimiz daha neler karşılığı, 1989 Haziran’ında Kıbrıs işinin bitirilmesi konusunda bir consensus’a varılmış ve Denktaş’a bu istikamette talimatlar verilmek istenmiştir.
Denktaş, Kıbrıs’ta işin içine girdiği otuz küsur senedir ve her şeye rağmen Türkiye aleyhine tek bir kelime söylememiştir. Harekâttan sonra Kıbrıs’taki komünist muhalefetin gemi iyice azıya aldığı, her türlü kötülüğün Türkiye’den geldiği konusunda kamuoyu oluşturmaya çabaladığı zamanlarda bile tek başına ortaya atılmış, oy düşünmeden Türkiye’yi savunmuştur. Bunun ne demek olduğunu ancak o zaman Kıbrıs’ta yaşayanlar bilir.
Dışarıda, bütün uluslararası forumlarda, Türkiye Cumhuriyeti’nin, uluslararası bağlantıları sebebiyle kesin tavır alamadığı Türk’lük aleyhindeki konularda sözünü, gözünü budaktan esirgememiştir.
Fakat buna karşılık Türkiye’de her iktidar, yeni palazlanan her üst seviye bürokratı “Kıbrıs işini bari ben halledeyim” niyetiyle ve “yahu biraz taviz versek ne olur?” düşüncesiyle hep vermiş, fakat Türk’lerin bu basit zekâsını çözen Yunanlı’lar karşısında hiçbir şey alamamıştır.
Son zamanlarda müttefiklerimizin (!) de ikili antlaşmalarda isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmek için öne sürdükleri tek konunun Kıbrıs’ta taviz oluşu, bu ilkel mantığın neticesidir.
Ve Denktaş her şeye rağmen bıkıp usanmadan Kıbrıs meselesini değişen her hükümete, konu ile ilgili asker-sivil her bürokrata anlatmıştır. Her hükümet, meşrebine göre, dünya görüşleri zıt siyasî danışmalar tayin etmiştir. (Orhan Aldıkaçtı, Turhan Feyzioğlu, Mümtaz Soysal) Denktaş, “Yahu bunların birinin kara dediğine öbürü ak diyor” diye düşünmemiştir.
Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk’ünün en büyük talihi Kıbrıs’ta Denktaş’ın olmasıdır.
Ama Denktaş’a da biraz yardım etmek icap eder.
Fakat bu yardım Denktaş’ı Esenboğa Havaalanında yapayalnız bırakmakla olmaz. Kasım başında Arafat’ı Esenboğa’da önceden şart koştuğu gibi ve o zaman sadece bir teşkilât başkanı olduğu halde Özal karşılamıştır.
Millî vicdan unutmaz ama, kamplarında Türkiye aleyhinde faaliyet gösteren teröristleri yetiştirip barındırdığını unutsak bile Arafat nihayet toprağı ve başşehri olmayan (işgal altında diyemezsiniz zira daha önce bir Filistin Devleti yoktu ki…) bir halkın lideridir.
Ama Denktaş, iyi veya kötü, beş yıldır yaşayan, milleti, vatanı, hükümranlığı olan, yani devletler hukukundaki, devlet olmanın temel şartlarını yerine getiren ve BM’e üye birçok devletçikten daha büyük bir devlettir.
Dolayısı ile aynı Türkiye gibi güneyindeki adalara paraşütçüleriyle müdahale eden Hindistan’ın (Maldiv ve Sri Lanka) tepki göremediği ve hala bağlantısızların bayraktarlığını yaptığı dünyamızda yeni ilan edilen Filistin Devleti’ni 24 saat geçmeden yirmi küsur devletin tanımasına rağmen 5 yıllık KKTC’yi Türkiye’den başka kimsenin tanımamasının ayıbı herhalde KKTC’den ziyade Türkiye’nindir.
Mesela Denktaş’ı Arafat’tan sonra Kasım’ın 17’sinde Ankara’ya gelişinde protokolde sırası Başbakan’dan bile sonra gelen bir Konsey üyesi karşılamıştır. KKTC Başbakanı Eroğlu’nun müteaddit gelişlerinde en fazla Bakan Tenekeci karşılamaktadır. Ve yine meselâ Türkiye, tanıdığı KKTC ile imzaladığı Sosyal Güvenlik ve İşbirliği anlaşmasını 2 yılı aşkın bir süre geçtiği halde Meclis’inden geçirmemektedir. Bu ne demektir biliyor musunuz? Türkiyeli Türk Kıbrıs’ta çalışırsa, hizmetleri oradaki sosyal güvenlik kurumlarında, yahut Kıbrıslı Türk, Türkiye’de çalışırsa yine hizmetleri Türkiye’de nazarı itibara alınmamaktadır. Tahminen 60.000 Türkiyeli Kıbrıs’ta ve 100.000 Kıbrıslı Türkiye’de bu yüzden mağdur durumdadır. Ama aynı Türkiye meselâ Hollanda, Almanya, Belçika, İsveç ile bu tür anlaşmalar yapmış durumdadır.
Yani bazılarının en çok sevdikleri deyimle “dünya konjonktrü” içinde İsveç’li bana Kıbrıs Türk’ünden daha mı yakındır?
Ne dersiniz, Denktaş’a el uzatmalı mı?
(TÜRKYURDU – Aralık 1988, Sayı: 23)
Bir yanıt yazın