Belki de futbol finallerinin en mucizevi geri dönüşlerinden biri olarak anılan Liverpool-Milan arasındaki 2005 tarihli Şampiyonlar Ligi finali, sinemaya uygun bir başarı-irade-umut hikayesinin merkezine dönüştürülüyor burada. “Babam İçin”, futboldaki ‘şans faktörü’nü Will adlı kurmaca bir çocuk karakterin gözünden masalsı bir anlatıyla kavrayıp hafif dini-baskıcı dokunuşlarla sararak düzenlemiş. Liverpool taraftarının meşhur ‘Asla Yalnız Yürümeyeceksin’ tezahüratını ise tesadüfi bir birlik beraberlik düşüncesiyle sarıp doğru tespitlerle yürüyen bir taraftar filmi için kullanmış. Böylece Carragher formalı bir çocuğun aşkına, tutkusuna, umutlarına, direnişine ve hayallerine doğru hüzünlü bir yolculuğun sözünü vermiş. Şüphesiz futbol kültüründen yakaladığı tonu ve diliyle hatırlanacak bir film “Babam İçin”.
Futbol filmleri, çeşitli formüllere ve hikayelere açılsa da fazla hedef büyütmeden ilerleyen bir alan. Onun kaynağını da şu sıralar daha ziyade İngiltere ve Güney Amerika temelli ‘taraftar filmleri’ oluşturuyor. Bu eğilimin ‘sosyal mesele’si güçlü bir tabana açıldığı da reddedilemez bir gerçek. Ellen Perry ise bu ilk kurmaca filminde doğru bir ekiple çalışarak böylesi bir projeye el atmış.
Taraftar umudu ile maç motifi iç içe geçirilmiş
Bir bakıma “Daha İyisi Can Sağlığı”nın (“Purely Belter”, 2000) Newcastle-Sunderland maçına gitme hayalleri kuran fakir çocuk karakteri ile “Avrupa’da Bir Gün”ün (“One Day in Europe”, 2005) ‘önemli maç günü’ mizansenini iç içe geçirmiş. Bunun sonucunda çocuk gözünden masalsı, naif ve umut dolu bir serüven duygusuyla yol almış. Yönetmenin hedefi 25 Mayıs 2005’te İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadyumu’nda gerçekleşen Liverpool mucizesinin sinemasal karşılığını bulmakmış aslında.
Zira hatırlanacağı üzere maç öncesinde ‘fark atar’ diye düşünülen Milan, ilk yarıyı 3-0 önde kapatmış, ikinci yarıya ‘Asla Yalnız Yürümeyeceksin’ tezahüratı eşliğinde çıkan Liverpool, skoru 3-3’e getirmişti. Bu dönemin teknik direktörü olan Rafael Benitez mucizesinin taraftar coşkusuyla bileşimi de gerçek anlamda efsaneleştirildi sonrasında. Çünkü Şampiyonlar Ligi’nde mücadele etse de Liverpool genelde İngiltere’de üçüncü veya dördüncü olan bir ‘başaltı’ takımı olarak bilinir. Yani İngilizce ‘dark horse’ kelimesinin karşılığıdır.
Taraftar filmlerinin ‘Harry Potter’ı diyebilir miyiz?
Burada ise bu durum, annesini kaybetmiş, babasını kaybetme arifesinde, bir öksüz-yetim okulunda ‘din’ odaklı eğitilen Will Brennan’ın ‘başarı’, ‘irade’ ve ‘hayallere ulaşma’ hikayesine dönüşmüş. Uzun lafın kısası İngiliz sinemasında ‘taraftar filmi’nden çıkan ‘sosyal öykü’ye odaklanıp ‘futbol’ gerçeklerini ve zekasını kaybetme duruşu burada daha farklı bir boyuta transfer edilmiş.
Sinemaskop çalışan yönetmen Perry, futbol taraftarlarının Harry Potter’ı gibi bir temsil kazandırmış bu karaktere. Açılışı noel arifesinin ‘büyü’sünü arkasına alan bir barda yapan yönetmenin, bunun devamında sürekli pastel ve parlak renkleri öne çıkardığı dikkat çekici bir ‘bakış açısı’ izlediği kesin. Bu masalsı duruşun, ‘babanın ölümü’nde de aktif bir gerçekçiliğe zıplaması ‘dozunda etki’ yaratırken ilk 40 dakikadaki ‘yol öncesi bölüm’ fazlasıyla işlemiş.
Mini bir medyum ya da hayalleri üzerine çeken bir merkezi karakter
Annesiz, babasız kalan ve rüyasında yarı finaldeki Liverpool galibiyetini tıpkısının aynısını gören bir karakterin, mini bir medyumun ışığında beklenenler ne peki? Elbette Liverpool-Chelsea maçında Luis Garcia’nın hala çizgiyi geçip geçmediği tartışılan golü misali bir ‘hayali merkez’e dönüşmesi… Liverpool’un taraftarlarıyla iç içe olmasından, futboldaki şans faktöründen ve ‘top yuvarlaktır’ düşüncesinden beslenen eserin de bu yolda onun ‘Tanrı’ ve ‘tesadüfler’ tarafından itilmesiyle ilerlediği görülebiliyor. Yönetmenin amacı naif karakterin gözünden mucizevi tesadüflerle Londra-İstanbul arasındaki mesafenin katedilmesine odaklanmak olmuş. Bunun başlangıcında biletlerin ‘Meryem Ana heykeli’nin elinden alınması da elbette ‘dramatik çatı’nın yürümesine olanak tanıyor.
Yolun ortasında biletlerin sahte çıkması, cüzdanın çalınması gibi şeyler de kolaylıkla ‘kırmızı’nın yani ‘tutku’nun ya da ‘günah’ın rengini öne çıkarırken, Liverpool bedenini doldurmaya yarayan leziz bir portrenin araçlarına dönüştürülmüş. Notre Dame Kilisesi’nde ‘din’ yüklenen Fransa bölümünün “Cennet Batıda” (“Eden à l’Ouest”, 2009) ve “Temmuzda” (“Im Juli.”, 2000) misali bir ‘tesadüfler odaklı yol filmi’ başlangıcına benzediği de söylenebilir. Fransa’da bir ‘Amélie memleketi’ göndermesiyle gelen üstü açık kırmızı araba ve tesadüfi karşılaşma patlaması da ilginç elbette…
Bülent Korkmaz yıldız mı?
Bu durum da Liverpool mucizesinin yalnız kalan öksüz tiplemenin mucizevi yolculuğu ile bütünlenip umutların, hayallerin ve başarının böylesi bir düşünceye ile futbol kültürüne uyarlanmasını sağlamış. Gerçek anlamda taraftarlık meselesinin temeline inen yapıtın, odasında takımının fotoğraflarıyla, sırtında Carragher formasıyla yol alan Will ile tempolu bir yolculuğa dönüştüğü söylenebilir.
Zaten filmde kullanılan ‘Milan’da Kaka, Nesta, Shevchenko var’a karşılık gelen ‘bizde de Hyypiä, Carragher ve Gerrard var’ tümcesi bile bu mucizenin iyi işlenmiş omurgasını anlatmaya yetiyor. Yıldızlara karşı savunmanın sigortaları, bir bakıma Carragher gibi ‘takım ruhu’ ve ‘askerlik’ ile dolan bir Liverpool bağlılığını ortaya çıkarmak için kullanılıyor. Takımın Bülent Korkmaz’ı işlevi gören bu karakter kuşkusuz bu mucizenin, şans ya da uğur dönüşümünün, bu konudaki ‘Will’in ya da iradenin etkisinin merkezine yerleştirilmiş.
Bilgi, mantık ve dağınıklık sorunları var
Aslında bu süreçte doğru bir sinema dili oluşturan yönetmenin, bütüne ulaşırken birkaç detayı yanlış planladığı söylenebilir. Öncelikle Zukic’in Bosna Hersek hikayesinin ana örgüyü dağıtan bir hamle olduğu kesin. Onun yanında biletin sahte çıktığını anlatan sahnede çeyrek finaldeki ‘kulüp bileti’ ile karşılaştırılması, bir ‘futbol piyasası bilgisizliği’ sıkıntısını beraberinde getirmiş. Zira bizim bildiğimiz final biletlerini Uefa basarken, ondan önceki turlarda iki takımın da sahasında maçlar olduğundan biletlerin sorumluluğu kulüplerde. Bu da devreye münferit bilet şirketlerini (bizdeki biletix gibi) sokabiliyor. Zaten karşılaştırılan biletin rengi beyazken, final biletinin rengi kırmızı. Bunun ilginç bir şekilde stadın girişinde alınan biletin yeniden ‘alarmsız kırmızı ilk biletin aynısı’ olmasıyla birlikte inkar edilmesi de dikkatlerden kaçmıyor. Bu konuda bilgisel anlamda bir kafa karışıklığı olduğu kesin.
Bu parantezi kapatınca birkaç mantık boşluğunu da eklemeliyiz. Ana çatıyı hakkıyla oluşturan mucizevi tesadüflerin ‘kamyonun altında kalma’ sahnesinde ‘bu kadar da değil’ dedirtmesinin yanında sanki İnterpol tarafından aranıp kahramanlaştırılan Will’in bütün ülkelerde isminin çıkması, senaryosal anlamda çok havada kalmış gibi. Hollywood mizanseninden yükselen aksiyon düşüncesi birazcık ‘yapıştırma’ durmuş anlayacağınız. Filmin ‘hayali dünyası’nın böylesi bir ‘yan akış’a ihtiyacı da yok kanımca.
Ancak yine de “Babam İçin” masalsı anlatılı bir taraftar filmi olarak bir yükselişin, bir anti-omurganın devamını sunmayı becermiş. Bunu başarıyla sinema diline çevirip umut, hayaller, mucizeler ve şans faktörü üzerine futbol lügatından doğru kavramları arşınlamış. Bunu yaparken dramatik yapıda belli mantık boşlukları, bilgi hataları ve yanlış yöne sapmalarla birazcık sendelemiş. Ama her şeye rağmen alanında hatırlanacak bir esere dönüşmekte sıkıntı çekmemiş.
FİLMİN NOTU: 5.5
Künye:
Babam İçin (Will)
Yönetmen: Ellen Perry
Oyuncular: Perry Egleton, Damien Lewis, Kristian Kiehling, Bob Hoskins, Rebekah Staton,
Süre: 102 Dk.
Yapım Yılı: 2011
Kerem Akça – Habertürk