Siyasi iktidarın Açılım sürecini açık ve net bir şekilde destekleyen Fethullah Gülen ve cemati, bu açılım sürecinin önünde engel olarak nitelediği MHP ve ülkücü harekete ağır hakaretlerde bulundu.
Ülkücüleri “toplumu ruhsuzlaştıran guruh” “milletin kökünü kazan zümre” olduğunu dile getiren Fethullah Gülen, kendi resmi sitesinde ülkücülerin ülkenin huzurunu bozan “eli kanlı insan bozmaları” olarak niteledi.
Fethullah Gülen’in bu açıklaması üzerine ülkücü sitelerden Gülen ahkkında sert mesajlar verilirken, birçok bloglarda Fethullah Gülen’e “CIA Ajanı, Amerikanın beslemesi” şeklinde ithamlarda bulunduğu görüldü.
Fethullah Gülen’in resmi sitesinde ülkücülere hakaret içeren “Kaos Ancak Kaos Doğurur” başlıklı yazı aynen şöyle;
“KAOS ANCAK KAOS DOĞURUR”
Son günlerde Türkiye yine bir kaosun içine çekilmek isteniyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye, üçyüz seneden beri sürekli kaosun içine çekilmek istenmektedir. Güçlü bir Türkiye ile başa çıkamayacaklarını çok iyi bilen dış güçler, Anadolu insanını ruh ve mana köklerinden kopararak ve maziden tevarüs ettiği o zengin mirastan uzaklaştırıp aslına yabancı hale getirerek ona en büyük kötülüğü yapmaya çalışmaktadırlar. Bu tür entrika ve tuzaklar yeni değildir. Şu kadar var ki, zamana göre bu taarruz, bu plan ve bu komplolar da farklı farklı olagelmiştir. Değişen şartlar, mevcut konjonktür, o an rağbet gören silahlar, revaçta olan oyunlar ve hud’alar… nisbetinde millet ruhuna saldırının ve entrikaların da şekli değişip durmuştur. Aslında, bu entrikalar tarihinin başlangıcı ta sekiz asır öncesine gitmektedir ama özellikle son üç asırdır işlenen şenaatler suyun yüzüne vurmaktadır.
Kurt Gövdenin İçinde
Ayrıca, eskiden tehlike daha çok dışarıdan geliyordu; Birinci Cihan Harbi’nde, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi düşman belliydi ve düşmanlık da açıktan açığa cereyan ediyordu. Mesela, İstanbul’u işgal ettikten sonra Şam’da Selahaddin’in mezarının tekmelendiği haberini de alan İngiliz General “Ey Selahaddin, Haçlı Seferleri daha yeni bitti!” demek suretiyle şecaat arzederken sirkatini söylüyor; Osmanlı’nın mağlubiyetini İslam’ın sonu, haçın zaferi olarak ilan ediyordu. Dolayısıyla, o günlerde bu millete kastedenler belliydi, âşikardı. Fakat, bir dönemden sonra saldırılar içeriden gelmeye başladı. Nur Müellifi’nin yaklaşımıyla, “eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz.. çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder.” Evet, artık, “Türk Milleti” diyen, “vatan, ülke, ülkü, bayrak” sözlerini dilinden hiç düşürmeyen ve hatta “din, iman, Kur’an” fedaisiymiş gibi arz-ı endâm eden bir sürü eli kanlı insan bozması var meydanlarda. Bunlar “millî ruh” diye diye milletin önüne kuyular kazıyorlar, “ruh kökü”nden bahsederken milletin kökünü kesiyorlar ve toplumu ruhsuzlaştırarak, kalbsizleştirerek kimseye sezdirmeden en sinsi planlarını uygulayabiliyorlar.
Elbette ki, herkesi potansiyel vatan haini görmek, herkesten kuşkulanmak ve hatta paranoyalara girerek “bu ülke hepimize yeter” mülahazasına bütün bütün kapanmak yanlıştır; evet, işi öyle bir paranoyaya vardırmamak gerekir. Fakat, Türkiye’de ne zaman işler iyiye doğru gitmişse hemen bir provokasyonlar silsilesinin sahneye sürüldüğü de açıktır. Hiç unutmuyorum, daha altmışlı-yetmişli yıllarda dinlediğim bir ekonomi profesörü bu hususa dikkat çekiyor ve “Türkiye ne zaman az belini doğrultur, bir kısım engebeleri aşar ve bazı konularda da olsa dünya ile rekabet edecek hale gelirse, dış mihraklar hemen harekete geçirilir, içerideki bir kısım odaklar tahrik edilir; anında ülkede bir terör atmosferi oluşturulur ve her şey elden gidiyormuş gibi bir hava estirilir.” diyordu.
Bugün de dünden farklı değil. Bazıları yine kıyamet senaryoları yazıyor ve o çok korkunç oyunlarını sahneye sürüyorlar. Hüccetiye’de ve sosyologların ‘binyılöncülüğü’ diye andıkları akımlarda söz konusu olduğu gibi, bazıları Mehdi’nin, İsa-Mesih’in gelişini dünya dengelerinin tamamen bozulmasına bağlıyor ve dünyayı kurtaracak kişi veya düzenin gelmesi için yeterince kan akmasının lüzumuna inanıyorlar. Böyleleri, karanlıktan medet umuyor, düzenin kaostan çıkacağını sanıyor ve dolayısıyla da yeryüzünün herc ü mercle, fitne ve fesatla dolması gerektiğini düşünüyorlar. Aslında bu, bir hezeyandır, bir cinnettir. Bu saçmalıklara inanan kimseler ya hırs, kin ve nefret duygularıyla gözlerini kör etmişler, görmüyorlar.. ya da bunlardan herbiri acilen tedavi görmesi gereken bir akıl hastası. Heyhat ki, bu akıl hastaları bugün dünyanın pekçok yerini kan gölüne çevirdikleri gibi bizim ülkemizi de kanlı bir arena haline getirmek için her yolu deniyorlar. Zaten, millet az belini doğrultunca ve dünyaca biraz kabul edilir hale gelince hemen bir gâile çıkarma işine girişenlerin halinin ne akılla, ne mantıkla, ne insafla, ne milli hislerle ve ne de dini heyecenla izah edilmesi mümkün değildir.
Bu kaos ortamı nasıl aşılır?
Demokrasi kültüründen bîhaber bazı hazımsız ruhlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların demokratik hak ve hürriyetlerden istifade etmelerini çekemiyorlar. Hele bir de bunlar, dine mesafeli duran kimselerse, halkın dinî vazifelerini yerine getirmesine, kendi duygu ve düşüncelerini seslendirmesine, insanların kendilerini ifade etmelerine asla tahammül gösteremiyorlar. Dolayısıyla, içlerindeki bu hazımsızlık sebebiyle sürekli müdahale duygularıyla dolup boşalıyorlar, müdahale düşünceleriyle oturup kalkıyorlar. Şayet umumi hava istedikleri gibi bir müdahalaye müsait değilse, hemen bir sürü kavga sebebi icad ediyor, ne yapıp edip kötü emelleri için zemin hazırlıyorlar. Kargaşaların, kavgaların ve anarşinin gölgesinde yeni bir fevkalâde hale zemin oluşturuyor ve o fevkalâdeliği kullanarak gönüllerine göre bir düzen tesis etme hayalleri peşinde koşuyorlar.
Ancak, onca acı tecrübeden sonra hala anlayamadıkları bir husus var: Ne fizikî dünyada ne de sosyal hayatta kaostan nizam doğar. Hilkati inkâr edenler, abiyogeneze kâil olanlar ya da evrime inananlar kaostan nizama doğru gidildiğini iddia etseler de günümüzdeki tecrübeler kaosun nizam doğurmadığını gösteriyor. Tabiatın temel yapısı buna aykırıdır ve kaosla yalnızca yeni kaoslara gidilebilir. İçtimai hayatta da, provokasyonlara girilerek, halk tahrik edilip sokaklara dökülerek ve kan döktürülerek asla asayiş sağlanamaz, nizama yürünemez. Aksine, kargaşadan, sadece kargaşa doğar.
Maalesef, bazıları bu gerçeği görmezden gelerek herc ü merclere sebebiyet vermeye çalışıyorlar. İnsanların meselelerini sokakta halletmeyi deneyecekleri bir ortam oluşturmaya gayret ediyorlar. Toplumu, ölenin niçin öldüğünü, öldürenin de niçin öldürdüğünü bilemeyeceği bir fitnenin içine atmaya uğraşıyorlar. Bir kısım şaşkın ve zavallı tetikçiler bulup hazırlıyor, bir sürü vaatlerle kafalarına girerek onları acımasız birer katil yapıyor, belki de değişik uyuşturucularla hedeflerine kilitleyerek ruhlarına terör havasını hakim kılıp cinayetler işletiyorlar. Sonra da üç-beş tane sergerdanı daha çıkarıyor, onlar vasıtasıyla halkı biraraya topluyor, kitle psikolojisini değerlendirerek yığınları taşkınlıklara sevk ediyorlar…
Ne acıdır ki, son üçyüz senelik tarihimizde biz buna defalarca şahit olduk. Bazı uğursuz yeniçerilerin kendi hükümdarlarını al-aşağı etmelerinde, Hâfız Paşa gibi dünya çapındaki serdarlarını, nice devlet adamlarını mıncıklaya mıncıklaya öldürmelerinde hep aynı sahneleri gördük. Şimdi yapılan şeyler de bir manada onun devamıysa, aynı azgınlıklar günün formatıyla devam ediyor demektir. Format değişikliği de, sadece halk “aynı şeyler oluyor” demesin diye, aynı anarşinin farklı şekilde takdiminden başka bir şey değildir.
Bu kaos ortamının aşılması için, “demokrasi, insan hakları, cumhuriyet” diyenlerin bunlara öncelikle kendilerinin inanması lazım. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ilk defa telaffuz edilirken “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir” şeklinde söylenen, bugün “Egemenlik milletindir” cümlesiyle vurgulanmak istenen husus demokrasidir. Bu söz, hâkimiyetin bir kısım gizli kaba kuvvet temsilcilerinin elinden alınıp millete verilmiş olduğunu belirtmektedir. Şayet, ülkemizde bir demokrasi anlayışı varsa, bu anlayışa göre, arzular ve istekler sokakta ya da herhangi bir kavga mahallinde değil sandıkta, mecliste ortaya konur ve gerçekleştirilmeye çalışılır. Madem öyledir, ister resmî ister gayr-i resmi herkes, kendisini sandıkta ifade etmeli ve demokratik üslupla konuşmalıdır. Kendi değerlerinin doğru olduğuna inananlar, komplo ve entrikalarla milleti sindirmeye çalışacaklarına, demokrasi ahlakına göre davranmalı, politikalarını ona göre yapmalı; varsa doğrularını ortaya dökerek halkı ikna etmeli ve onların aldanmasına meydan vermemelidirler. Böylece, hedeflerine demokratik çerçevede gitmeli ve milletin gönlünde de yer edinmelidirler.
Böyle kaos ortamlarında provokasyonlar da oluyor. Hemen bütün hadiselerin akabinde tetikçilerin ya da azmettiricilerin dindar kimseler olduğu iddia ediliyor. Hatta onların bazılarının size sempati duyan kişiler (!) olduğu söylenerek mutlaka adınız da işin içine karıştırılmaya çalışılıyor? Bu konudaki mütalaalarınızı alabilir miyiz?
Dine ve dindara karşı hasımca davranan küçük bir azınlık her fırsatta bunu yapıyor ve hem hedef şaşırtmaya çalışıyor hem “çamur at izi kalsın” politikası uyguluyor hem de inananlara karşı kin ve nefretlerini bir kere daha ortaya koyuyorlar. Aslında, bizim hep nizamın ve intizamın yanında olduğumuza bu millet şahittir. Anadolu insanı, değil bir insanın kanını dökmek bir karıncaya bile basmayacağımızı çok iyi bilir. Bize kötülük yapanlara bile hep iyilikle mukabele etmeye söz verdiğimizi, dövene elsiz, sövene dilsiz ve her zaman gönülsüz olduğumuzu onlarca defa dile getirdiğim gibi, her karesi halkın gözleri önünde geçen hayatım da bunun delilidir.
Daha önce de zikrettiğim bir hadiseyi müsadenizle hatırlatmak istiyorum: Camilerde vaazlar verip hutbeler okuduğum dönemdeydi. Bir gün bir arkadaşımız “Hocam, sizi o minberde ne zaman görsem her an alnınızdan bir kurşun yiyecekmişsiniz gibi geliyor bana; alnınızdan bir kurşun yemiş de kanlar içinde boylu boyunca uzanmışsınız gibi görüyorum sizi ve çok korkuyorum” demişti. Gayet sakin bir tavırla ona dedim ki; “Ben hep o tehlikeyi bilerek ve onu bekleyerek çıkıyorum minbere.” İşte o günlerde bile, cami kürsüsünden beni sevenlere şöyle demiştim; “Şayet bir gün beni bu kürsüde öldürürlerse, cesedimi bir kenara atın ve başınız önde asayişin, emniyetin temsilcileri olarak evlerinizin yolunu tutun. Eğer, öyle bir anda kalkıp bir yanlışlık yapar ve mukabelede bulunursanız, size hakkımı helal etmem; iki elim iki yakanızda kalsın, Allah huzurunda sizinle hesaplaşırım!” Evet, benim yaşamamı ya da ölmemi değil önce milletin huzurunu düşündüm ve altmış küsur senelik hayatımda asayişi ihlal edecek bir harekette bulunmadım, güven atmosferinin delinmemesi için elimden gelen her şeyi yapmaya çalıştım.
Mesela, Üsküdar’da vaaz ediyordum. İstihbarat görevlileri cami kürsüsünün altına bomba konmuş olduğunu söylediler. Ben öyle bir ölümü şehadet sayarım. Fakat, camide panik olur, insanlar canlarını kurtaramazlar; sonra halk tahrik edilip sokağa dökülür… gibi mülahazalarla vaaz etmekten vazgeçtim. Belli bir dönem sonra, yine va’z u nasihata başladım, Süleymaniye Camii’nde de aynı suikastın hazırlandığı haberini aldım. Halkın can güvenliği ve asayişin temini için oradaki vaazlarıma da son verdim.
Evet, genel üslubumuz budur bizim: Elimizden geldiğince hep emniyet ve güvenin temsilcileri olduk. Kargaşa ve anarşiye taraf olmaktan hep uzak bulunduk. Şerrinden emin olmaya çalışsak da, bizi ısıran bir karıncayı dahi öldürmedik, her canlının hayat hakkı olduğuna inandık. Başkaları, bizim başka şekilde hareket edeceğimizi, başka türlü düşüneceğimizi, onlar için farklı mülahazalara gireceğimizi zannediyorlarsa, demek ki onlar Müslümanı hiç tanımamışlar. Demek ki, onlar birkaç tane canlı bombaya bakıyor ve sadece birkaç teröriste göre hüküm veriyorlar. İslam’dan nasipsiz insanların tavırlarıyla şöyle veya böyle İslam’a gerçekten gönül vermiş insanları karıştırıyorlar. Oysa, bilerek teröre bulaşanların hakiki Müslüman olamayacağını defalarca ifade ettim. Cinayetin çok kötü bir cürüm olduğunu, Kur’an-ı Kerim’de bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmeye eş tutulduğunu ve din adına cinayet işleyenlerin İslam’ın dırahşan çehresini kararttıklarını, kimsenin de buna hakkı olmadığını onlarca kez dile getirdim. Dahası, bizim inancımıza göre, tek tek şahısların hiç kimseyi cezalandıramayacağını, cezalandırmanın devlete, devlet kurumlarına ait olduğunu da bilmem kaç defa şerhettim. Fakat, maalesef, fesada kilitlenmiş bazı kimseler birkaç kötü örneğe bakarak bizi de öyle görüyor, öyle yorumluyor ve öyle göstererek güya intikam alıyorlar.
Sen de Gel!..
Bütün bu olumsuzluklar karşısında bize neler düşmektedir?
Daha baştan kabul etmek gerekir ki, saldırmak ve ısırmak bazılarının tabiatı haline gelmiş. Ne yapalım, Cenâb-ı Hak, bize insanları ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş! Öyleyse, bu yolun çileleri karşısında sabretmemiz ve hemen hafakanlara girmememiz lazım. Zaten, bizim inancımıza göre, misliyle mukabele etmek zâlimce bir kaidedir; dövene elsiz, sövene dilsiz ve kalbsizlere karşı bile gönülsüz davranmak ise mesleğimizin en önemli esaslarındandır.
Evet, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler; bazıları kendi karakterlerinin gereği olarak ona buna saldırırken ve önlerine geleni ısırmaya çalışırken, bize de kendi karakterimize saygılı olmak ve nezih üslubumuzu korumak düşer. Üslubumuz bizim namusumuzdur, manevi şahsiyetimizdir, aynamızdır. Biz şimdiye kadar hep sevgi türküleri söyledik; sevgi deyip güldük, sevgi deyip ağladık, hep muhabbet çiçekleri dermeye çalıştık; sadece nefretten nefret ettik, kimseye karşı düşmanlık beslemedik ve hele asla kan dökmeye yeltenmedik; sokaklara dökülüp anarşi çıkarmayı vatana millete ihanet saydık, hep emniyet ve güvenin yanında yer aldık. İnşaallah bundan sonra da bu üslubumuzu koruyacak ve herkese gönlümüzü açık tutacağız.
Hani derler ki; bazıları Mevlâna Celaleddîn Rûmî hazretlerine ağızlarına ne gelirse söyler ve ona hakaret ederlermiş. Yine bir gün bir saygısız adam, “Sen inançsızlara bile kucak açıyorsun, onlarla biraraya geliyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun… Böyle yapmakla dinin izzetine dokunuyor, İslam’ın onurunu iki paralık ediyorsun.” türünden bir düzine hakaretle dolu bir mektup göndermiş. Hazret, mektubu açıp okumuş, tebessümle kağıdın arka tarafını çevirmiş ve tek cümle yazıp geri göndermiş. Hazreti Mevlânâ o tek cümlede “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” demiş. İşte, bizim mukabelemiz de ancak bu kadar olmalı ve herkes gönlümüzde kendisine ayrılmış bir sandalye bulabilmelidir.
Şu kadar var ki, ülkemizin sulh ve huzur atmosferine kavuşmasını çekemeyen, bu gönüllüler hareketinin en hayırlı faaliyetlerini bile dinamitlemeye gayret eden ve anarşiye yelken açıp milletin huzurunu bozmak isteyenlerin şerlerinden bir türlü emin olamıyorsak, onlara karşı bir çaremiz de duaya sarılmak ve onları Allah’a havale etmektir. Bazen içimden “Allahım, ilk atalarının haklarından geldiğin gibi bu devrin Ebû Cehillerinin, Utbelerinin, Şeybelerinin… de haklarından gel!” şeklinde beddua edesim geliyor. Fakat, öyle bir meselede bile üslubumu korumaya çalışıyor ve ben şöyle dua ediyorum: “Allahım, onların da hidayetlerini murad buyuruyorsan, Sen’den başka Hâdî yoktur, hidayet eyle ve onları da insanlık ufkuna yükselt, kalblerine mülayemet ver; din düşmanlığını içlerinden sök at, vatan ve millet sevgisiyle gönüllerini mâmur kıl. Fakat, şayet murâdın bu değilse ve onların da buna liyakatleri yoksa, o zaman haklarından gel ve bizi şerlerinden emin eyle.”
Yazının linki için tıklayınız:
İSTANBULHABER AJANSI