SAYIN AS. PROF. DR. ORHAN CEKIC BEYIN YENI CIKMAKDA OLAN KITABINDAN BIR ALINTI “Çiftlikler meselesi…”
“Düşünce adamı kalıbı içinde dolaşan ne kadar insansı yaratık varsa, “fikir özgürlüğü maskesi” altında, Atatürk’ün karşısındadır. “O özgürlüğü ona kim ve nasıl vermiş?” işin o tarafına bakmaksızın. Kısaca söylersek ; Atatürk’ü , taşınır-taşınmaz tüm mal varlığını istismar ederek Atatürk’ü halkın gözünden düşürebileceğini zanneden zavallı aydınımsı kılıklı ultracahil yazar-çizer tayfasının, daha dogrusu bu yaratıkların ya beyinlerine giden damarlarda tıkanma vardır, yada damarların sonunda zaten bir “beyin” yoktur”. Sayın Orhan Cekic beye ayni görüsde olduğum , remarklari ve asagidaki yazisi için candan teşekkür ederim
Dr. Kayaalp Buyukataman,
Yonetim Kurulu Baskani
Turkish Forum – Dunya Turkleri Birligi
Kaya Bey,
Atatürk’ün Mal Valığı konusundaki bir yazımı, konunun güncelliği nedeniyle gönderiyorum.
Bu yazı, bitmekte olan bir kitabımın bir bölümüdür. Dostlarla paylaşmak istedim.
Orhan Çekiç
ATATURKUN MAL VARLIGI …
Çiftlikler meselesi…
Atatürk 1927 yılında Büyük Nutku’nu okuduğu C.H.P’nin 2.ci Kurultayı’nda, taşınır-taşınmaz tüm mal varlığını C.H.P.’ne bağışlayacağını duyurmuştu. Daha ileride, bu partinin artık devletle tamamen bütünleştiğini görerek fikrini değiştirmiş ve mal varlığını C.H.P’ye değil, Hazine’ye bağışlamaya karar vermişti. İşte 1933 yılında bu konuda ilk adımı atmış ve gereken hukuki hazırlığı yapmasını da Genel Sekreter’i Hasan Rıza Soyak’a emretmişti.(Soyak, Atatürkten Hatıralar, s.754).
Soyak Atatürk’ün bu emrinin yerine getirilebilmesinin olanak dışı olduğunu, Miras Hukuku’nda “mahfuz hisse” denen bir kavram bulunduğunu, buna göre kız kardeşi Makbule Hanım sağ olduğu için, mal varlığının % 25’inin Makbule Hanım’a ait olduğunu, o nedenle tümünü değil ama kendi tasarrufundaki %75 üzerinde dilediğini yapabileceğini uzun uzun anlatıp durdu.
Atatürk tatmin olmuyor, tüm varlığını milletine yani hazineye bağışlamak konusunda ısrar ediyordu. Son sözünü söylemiş;
“…Her neyse, bir çaresini bulmalı ve mutlaka benim istediğim gibi bir vasiyetname yapmalıyız. Sen bu işle meşgul ol…”demişti. Emir kesindi. (Soyak…)
Hasan Rıza bunun üzerine bir hukuk bilgini olan Saruhan (Manisa) milletvekili Mustafa Fevzi Efendi’ye danışmış, konuyu inceleyen M. Fevzi Efendi şu öneriyle gelmişti:
“ Miras Hukuku hükümleri çok açık. Oradan bir çıkış göremiyorum. Yalnız aklıma bir başka nokta geliyor: TBMM Gazi için özel bir kanun çıkartsın. Sorun herhalde o zaman çözülebilir.”
Atatürk’ün de uygun görmesi üzerine konu Meclis’e götürülmüş ve bu kanun çıkartılmıştı.
Kabul Tarihi: 12.6.1933, numarası: 2307.
Madde 1: Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin, Kanunu Medeninin 452. maddesi dairesindeki tasarrufları, mahfuz hisseler hakkındaki hükümden müstesna olup, bütün mallarında muteberdir.
Madde 2: Bu kanun neşri tarihinden itibaren muteberdir.
Madde 3: Bu kanunun hükümlerini icraya, İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
Tüm mal varlığının ulusa yani hazineye ait olduğu, 1933’te çıkarılan işte bu yasayla hüküm altına alınmış oluyordu. (Soyak, )
İntikallerin tamamlanması ise 12 Haziran 1937’de bitmişti.
x x x
Özel yasa çıkarttırarak kendine özel çıkarlar sağlayan devlet adamlarına, dünyanın her yerinde dün de, bugün de rastlanıyor, yarın da rastlanacak…Ama özel yasa çıkarttırarak nesi var nesi yok milletine bağışlayan devlet adamına ne Atatürk’ten önce, ne de sonra bir daha rastlanmadı. O, bu konuda da “Tek Adam” olduğunu tüm dünyaya göstermişti ve 1933’ten itibaren O’nun artık bir dikili ağacı bile yoktu.
Kâğıt üzerinde nice mal-mülk sahibi görünüyor olsa da…
Ne Atatürk’müş ama!…
x x x
Atatürk’ün bu cömert davranışı karşısında Başbakan İnönü Meclis’te uzun bir konuşma yapmış, millet adına Atatürk’e şükranlarını sunmuş, ardından 13 milletvekili daha konuşmuş, yüzlercesi de çektikleri telgraflarla memnuniyetlerini dile getirmişlerdi.
O ise son derecede sakin, adeta yaptığının duyulmasından utanır gibiydi.
Seyahatte olduğu Trabzon’dan yanıt verdi:
“ Yapılan vazifedir. Mustafa Kemal…”
Aynı gün bir açıklama daha yapmıştı:
“ Ben günü geldiğinde milletime en değerli varlığımı, canımı vereceğim…”
Bu demeçten kimse bir şey anlamadı. Durup dururken şimdi neden “canını vermekten” falan bahsediyordu ki!
Bu sorunun yanıtını bir tek kendisi biliyordu: Hatay Meselesi.
Hastaydı ve bunu yakın çevresi hariç kimse henüz bilmiyordu.
Ya O Hatay’ı alacaktı, ya da Hatay O’nu…
Tıpkı Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul için söylediği gibi…
x x x
Bu taşınmaz mallarının hazineye devri konusu üzerinde bu kadar durmamın bir özel nedeni var:
Bir zamanlar Refah Partisi’nde (?) Hasan Mezarcı adında bir milletvekili vardı: Müftü emeklisi olan Mezarcı, her konuşmasında bir fırsat yaratır ve bitmez tükenmez bir kinle Atatürk’e saldırır dururdu. Bu yüzden hüküm giymiş, hapis yatmışlığı da vardı. Kini biraz da oradan geliyordu.
O günlerde her hafta Pazar akşamları Radyo Best FM’de, “Atatürk’ün Yolunda Bir Arpa Boyu” programında, canlı yayında Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşımızı, Cumhuriyetin kazanımlarını anlatıyordum. Programı yapan, ODTÜ’lü, Alper adında, görme özürlüsü yüreği Atatürk sevgisi dolu bir gençti.
Bir gün beni aradı ve “… hocam” dedi, “bu haftaki programda Atatürk’ün mal varlığını açıklar mısınız? Hasan Mezarcı, Antalya’da yaptığı bir konuşmada ‘ Atatürk bu kadar mal varlığını nasıl elde edebilmiş? Her ilde bir köşk; bahçeler, çiftlikler, tarlalar…Bu değirmenin suyu nereden gelmiş? O günkü Meclis ipotek altındaymış, kimse kalkıp da bu hesabı soramamış, işte şimdi ben soruyorum. Biri bana bunu açıklasın’ demiş. Siz bu açıklamayı bizim programdan yapar mısınız?”
Peki demiştim ve o günkü programı tümüyle bu konuya ayırmıştım.
Zavallı Mezarcı, Atatürk’ün zaman zaman ziyaret ettiği yerler belediyelerinin kendisine “yörenin bir şükran ifadesi olarak” hediye ettikleri köşkleri kendi parasıyla satın aldığını sanıyor, bu paranın kaynağını soruyordu. Oysa Atatürk nezaketen kabul ettiği bu köşklerin tümünü ilk fırsatta belediyelere iade etmiş, buraları o belediyeler tarafından ya “Atatürk Evi” olarak muhafaza edilmiş veya müzeye dönüştürülmüştü.
Atatürk, kendine hediye edilenler bir yana dursun, kendi parasıyla edindiklerini bile ya Yalova’da, Mersin’de olduğu gibi yöre köylüsüne veya yukarıda belirtildiği gibi hazineye bağışlamıştı. Örneğin, o günlerde bataklık olan bugünkü Etimesgut’un tüm arsalarını, bedelini ödeyerek parsel parsel satın almış, ıslah ettirmiş ve buralara Rumeli’den göç eden muhacir hemşerilerini yerleştirmişti. Aynı şeyi Yalova için de yapmıştır ve Yalova’ya ilk gidişinin nedeni, bu bölgeye yerleştirilen Rumeli göçmenlerinin durumunu görmek içindir.
Ama zavallı Milletvekili Mezarcı bunlardan habersizdi. Ya da bilmezden gelerek Atatürk’e saldırıyordu. Ondan aldığımız son haber-görüntüde ise yerleştiği Köln’ün bir mahallesinde, komşusu Kaplan kendini Halife ilan etmiş, çevresine İslâmiyeti güya yayarken, Mezarcı da bir diğer mahallede “Mesih”liğini ilan etmekle meşguldü. Beline kadar uzattığı saçlarını bir de sarıya boyatıp, üstüne de uzun kaftanını giyince İsa’ya da benzemişti doğrusu. Ciddi ciddi beklenen Mesih olduğunu ilan etmişti, Müslümanlar bir yana, şimdi de Hıristiyanları kurtarmakla meşguldü…
Almanlar bir Kaplan’a, bir Mezarcı’ya bakıp, Türkler için ne düşünmüşlerdir acaba?
.
x x x
Bu konuda bir diğer acı deneyimimi ise, kültür düzeyi oldukça yüksek olduğunu tahmin ettiğim bir topluluk önünde yaptığım konuşmadan sonra yaşadım:
“ İyi ama…” dedi, muhatabım, “ Son günlerini yaşıyordu. Öleceğini anlamıştı. Çoluk çocuğu da yoktu, eşi de!. Bu bağışları fazla abartmamak lâzım…Öyle değil mi?”
Yanılıyordu, hayır öyle değildi.
Atatürk’ün, yaptığı bağışlara temel olan yasayı Meclis’ten rica ederek çıkarttırdığı tarih 12 Haziran 1933’tür…Yani, Cumhuriyet henüz 10 yaşındadır. Hastalıktan hiçbir emare elbette yoktur, çünkü hasta değildir. Henüz 52 yaşında, dünyanın en yakışıklı erkeği, dünyanın adından en çok bahsedilen, en karizmatik, en gıpta edilen lideridir. Tümü birer sömürge haline düşüp Hıristiyan ülkelerine boyun eğen tüm İslam Dünyası’nın ise övünç kaynağıdır, göz bebeğidir.
Bugünkü yobaz taifesi o günkü yayınları o nedenle izlemez, görmezden gelir. Çünkü o zaman bu kadar rahat, Atatürk aleyhine yazamaz.
Joseph Stalin, Adolf Hitler, Benito Mussolini, Franko gibi çağdaşları arasından kolayca fark edilen, diğer tüm liderler tarafından da sevilip sayılan, saygı gören bir
önderdir. Her Cumhuriyet Bayramı’nda kendisini ziyaret edip elini sıkabilmek için Asya’dan, Avrupa’dan liderler yarış içindedirler… Oysa O hiçbir yere gitmez…Böyle bir kişi, 5 yıl sonra öleceğini hesaplayarak, 1933’de bu yasayı çıkarttırmış olabilir mi?
Bu soruya hâlâ “evet” yanıtını verebilecek ya da bu konuyu güya istismar ederek Atatürk’ü halkın gözünden düşürebileceğini zanneden zavallı aydınımsı kılıklı ultracahil yazar-çizer tayfası çıkarsa, biliniz ki bu yaratıkların ya beyinlerine giden damarlarda tıkanma vardır, yada damarların sonunda zaten bir “beyin” yoktur.
O yüzden zaman zaman karabatak gibi ortaya çıkar, Atatürk’e duydukları nefretin sara nöbetleri altında, kimi zaman basında, kimi zaman ekranlarda, debelenip dururlar.
Bu gibilerin bu ruh hastalığına günümüz tıbbı henüz bir tedavi yöntemi bulamamıştır.
x x x
Hasan Mezarcı ve benzerlerinin bilmediği veya bilmezden geldiği nokta şuydu:
Atatürk her konuda ulusuna örnek olmaya çabalıyordu. Bu nedenle memleketin dört bir yanından, çoğu zaman kıraç ve kimi zaman da Ankara’daki gibi bataklık çiftlik arazisi satın alıyor, büyük uğraşlar sonucu buralarını cennete çeviriyor, tarlaya traktörü sokarak makineli tarımın önemini yöre köylüsünün gözüne sokmaya çalışıyordu.
İyi de bu topraklar onlarca yıldan bu yana, savaşlar yüzünden ekim-bakım görmemişti ki!. Köylü ise elindeki sabanı bırakmış, süngüsünü kapmış, Galiçya’dan Filistin’e, Yemen’e; Kafkaslardan Çanakkale’ye; yetmemiş İnönü’ye, Sakarya’ya, Dumlupınar’a, vatan hizmetine koşmuştu. Şehit düşeni canını, sağ döneni ise Ankara’nın her feryadında elindeki kalanı cömertçe vermekten çekinmemiş, varını yoğunu tüketmişti. Köylü yoksuldu.
-“Eyyi deyyon, güzel deyyon emme…o traktor dediğin makineye güç yeter mi heç Paşam!” deyiveriyorlardı, bu konuyu nerede açsa.
O zaman hep aynı şeyi anlatıyordu:
-“ Kolayı var. Hepiniz bir araya gelecek bir kooperatif kuracaksınız. Traktörü kooperatif alacak, tek tek sizler değil. Sonra da hepinizin tarlalarına sırayla bu traktör girecek. Kısa zamanda veriminizin de gelirinizin de arttığını göreceksiniz…”
Böylece kooperatif kurulmasına öncülük ediyor, 1 numaralı üyeliği kendisi alıyor, bu yoldan da köylüye örnek oluyordu. Kendi çiftlikleri başarılı bir düzeye geldiğinde de bunları o yörenin köylerine b a ğ ı ş l ı y o r d u. (Mersin örneği, kooperatif üyelik foto.).
x x x
5 Eylül 1938, Pazartesi:
Atatürk bu karında biriken suyun ancak iğneyle vücuttan çekilip alınabileceğini, ilaç ve benzeri yöntemlerle bu işin olamayacağını kavramıştır. Doktorlar bunu söylemese de, kendi sezgisiyle bu sonuca varmıştır. Yalnız bir endişesi vardır: Ya iğne karına girerken bağırsaklardan birini delerse!
Bu ihtimal onu derhal harekete geçmeye sevkeder. Vasiyetini derhal yazmalıdır. Su alınmadan önce bu ihtimal dikkate alınmalı, vasiyet işi bitirilmeliydi.
Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı odasına çağırdı. Güneşli bir sonbahar sabahıydı.
İçeride olup biteni Soyak ileride şöyle anlatacaktır: (Soyak,753).
“ Odaya girdiğimde Büyük Adam yatağında, başı biraz yüksekte, arka üstü yatıyordu. Odayı solgun bir güneş kaplamıştı…Yüzü fildişi rengindeydi; çehresi zayıfladıkça irileşen o güzel mavi gözleri denize ve Üsküdar sahillerine dalmıştı…
“Odaya girdiğimi hissedince başını bana doğru çevirdi; yatağın ayak tarafında bir yer göstererek oturmamı işaret etti ve her zamanki sualini tekrar etti: ‘Ne haber?..’
“Son 24 saat zarfında günün iç ve dış meselelerine dair gelen haberleri hülâsa ettim; düşünceli ve heyecanlı görünüyordu…Buna rağmen, bilhassa görüşünü teyid eder mahiyette olan dış haberleri dikkatle dinledi; bu haberlerle ilgili bazı şeyler sordu ve kısa cümlelerle mütalâalarını söyledi.
“Maruzatım bitince, sağ elini bana doğru uzattı; doktorlar katî lüzum olmadıkça kuvvet sarf etmesini menettikleri için hareketlerine yardım ediyorduk; elini tuttum, doğruldu, yatağın içine bağdaş kurarak oturdu…Birkaç dakika yine denize ve karşı kıyılara baktı; belliydi ki heyecanını yenmeye çalışıyordu. Gözlerini bana çevirdiği zaman, uzun kirpiklerinin ıslandığını fark ettim. Bütün hastalığı boyunca benim yanımda gösterdiği yegâne zaaf, -eğer bu ulvî sükûnete zaaf demek caiz ise- bu idi; sonra başını önüne eğdi ve ağır ağır konuşmaya başladı:
‘ Bu yolda konuşmak benim için de, senin için de ağır bir şey; ama başka çaremiz yoktur; konuşmaya mecburuz çocuk! Hani seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik; hatta bunun için de hususi bir kanun çıkarılmıştı…Şu vasiyetname meselesi…Bugün, yarın o işi bitirmeliyiz. Nasıl olsa bir gün karnımdan su alınacaktır; ne olur, ne olmaz…Bağırsaklardan biri delinebilir, başka bir arıza olabilir; herhalde ihtiyatlı olalım’ dedi.
“ Gerçekten bunu beş-altı seneden beri ara sıra görüşüyorduk. Uhdesinde kalmış olan bütün menkul ve gayrimenkul malları, partisine bırakmak niyetinde olduğunu söyler, buna göre bir vasiyetname hazırlamamı emrederdi. Zaten bunu daha 1927 senesindeki Parti kongresinde de ifade etmiş ve sonradan, yukarıda izah ettiğimiz gibi, çiftliklerle bazı binaları hazineye devretmiş bulunuyordu.
“Daha sonra CHP yerine, mal varlığını Hazine’ye yani doğrudan millete bağışlama yoluna gitmiş ve TBMM’nin çıkardığı 12 Haziran 1933 tarih ve 2307 no’lu yasayla da bu gerçekleştirilmişti.
Şimdi Soyak’ı dinlemeye devam edelim:
“Bu kanun çıktıktan sonra da vasiyetname tanzimini birer suretle ihmal etmiştik. Bunda benim büyük kusurum olduğunu itiraf ederim. Ne bileyim; taşıdığı mânâdan olacak, böyle bir vesika tanzimine elim bir türlü varmıyordu ve her konuşuldukça bir vesile ile ileriye atıyordum.
‘Hani seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik’ sözleriyle Atatürk bana işte bunları hatırlatıyordu.”
“Şimdi o sevgili ve kıymetli vücudun fâni alemdeki günlerinin sayılı olduğunu, bu çok acı hakikati biliyordum ve öyle bir vesikanın tanzimine artık katî lüzum olduğuna da çoktan Kani olmuştum; buna rağmen sarsıldım; içimden yumak yumak bir şey kabarıp boğazımı tıkadı, güçlükle cevap verdim:
“Emrinizi sırf öteden beri düşündüğümüz bir şey olmak itibariyle dinliyorum; yoksa buna şimdi hiç lüzum yoktur. Yapılacak şey çok basit bir ameliyedir; buyurduğunuz tehlike katiyen varit değildir…”
Oysa Atatürk son derecede gerçekçidir.
“Her ne ise”, der, şimdi lüzum münakaşasını bırakalım da bunu behemehal yapalım; mal olarak nemiz varsa derhal bir listesini yapıp bana getir!..”
“Odadan çıktım, büroma indim. Defterlere ve kayıtlara bakarak istediği listeyi yaparken ben de sükûnet bulmuştum. Tekrar yanına girdiğim zaman kendisini hâlâ aynı vaziyette buldum; listeyi aldı, tetkik etti:
‘ Bunları ikiye ayıracağız. Bir kısmı hayatta bulunduğumuz sürece üzerimizde kalması lâzım gelenlerdir; para, hisse senedi, Çankaya’daki Köşkle eşyaları gibi…Yapacağımız vesikaya işte bunları koyacağız; diğerlerini yani Çankaya’dan başka yerlerdeki evleri ve emlâki, Ankara’ya avdet eder etmez, mahallî belediyelerine veya diğer kurumlara verir, muamelesini de yaptırırız’ buyurdu ve vasiyetname hakkında düşündüğü esasları not ettirdi. ”
Hasan Rıza, vasiyetin her maddesi kaleme alınırken, Atatürk’ün bu maddelere ilişkin olarak yaptığı açıklamalararı da (vasiyet dışında) kaydetmişti :
“Para ve hisse senetlerinin İş Bankası tarafından nemalandırılması şartını ifade ederken:
‘İş Bankası Celal Bey’in (Bayar) nezareti altında çok iyi çalıştı ve başarılı neticeler aldı; Celal Bey yaşadıkça daima banka ile alâkadar olacaktır; onun için bu kaydı koyalım !”emrini ilave etti.
“İsmet İnönü’nün çocuklarına ait maddeyi dikte ederken de,
‘…Kendisine bir hal olursa, kardeşi-Hasan Rıza Temelli– çocuklarına bakmaz” buyurmuştu.
X x x
Hasan Rıza’nın bu konuda yazdıklarından, oldukça sıkıntılı olduğu anlaşılmaktadır:
“Vasiyetname açılıp yayınlandıktan sonra, İsmet İnönü’nün çocuklarına ait bulunan madde üzerinde türlü yersiz yorumlar yapılmış, ‘hatta bunlara tarafımızdan Atatürk’e daha evvel İnönü’nün ölmüş olduğu’ söylendiğinden, böyle bir vasiyette bulunma zorunluluğunu duyduğu yolunda bazı dedikodular da katılmıştır.” diye yazmaktadır.
Görüldüğü gibi, güya Hasan Rıza daha önceleri Atatürk’e İnönü’nün öldüğünü söylemiş de, bunun üzerine Atatürk İnönü’nün çocuklarına vasiyette yer vermişmişmiş…
Buna tepki olarak Hasan Rıza Soyak şu açıklamayı yapıyor:
“Gerçek olan şudur: Atatürk herkesin iyiliğini isteyen, buna çalışan, politika icaplarıyla özel münasebetlerini titizlikle ayırmayı bilen, arkadaşlıklarına ve dostluklarına içten bağlı, çok mert ve vefakâr bir insandı. Diğer yandan İnönü o sıralarda safra kesesi iltihabı gibi tehlikeli bir hastalık geçiriyor ve Atatürk bununla yakından ilgileniyordu. Emriyle hergün sıhhî durumu hakkında malûmat alıyor, kendisine arzediyorduk. Hatta hastalığına rastlayan bir gelişinde, Prof. Fissenger’i de Ankara’ya göndermiş, tedavisiyle alâkadar etmişti.”
“Atatürk’ün sıhhî durumuna dair Başbakanlığa gönderdiğimiz raporların birer sureti de yine (Atatürk’ün) emriyle İnönü’ye veriliyordu. Bu suretle birbirleri hakkında muntazaman malûmat alıyorlardı. Ara sıra vasıtamla mektuplaşıyorlardı da…”
İşte her olayın en yakın ve canlı tanığı, üstelik de vasiyetnamenin notlarını bizzat tutan
Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün vasiyetin her maddesini yazdırırken yaptığı açıklamaları da böyle gözlerimizin önüne sermektedir.
Bununla da kalmamakta, bu vasiyet açıklandıktan sonra, Atatürk’ün İnönü’nün çocuklarına da vasiyette bir katkıda bulunuyor oluşunu, “…Atatürk İnönü’yü öldürttü de o nedenle çocuklarına da pay ayırdı…” şekline büründüren dedikodulara yanıt veriyor ve onları yalanlıyor.
Gerçekten de iki lider arasındaki yakınlığı ve kardeşliği bir türlü hazmedemeyen bir kesim, bugün dahi böyle bir yalanı körüklemekten geri durmaz. Bundan akıllarınca İnönü üzerinden siyasal bir rant sağlamaya çalışır. Oysa:
Fiessenger Savarona’ya geldiği gün, dikkat edin aynı gün, Atatürk kendi muayenesini yaptırmadan, daha ayağının tozuyla onu Ankara’ya gönderir ve şeker hastası olup şimdi de safra kesesinden yatmakta olan İnönü’nün muayenesini öne aldırtmıştır.
Atatürk’ün sağlık durumuna ilşkin raporlar hükümete gönderilirken, bir kopyası da, gene Atatürk’ün emriyle İnönü’ye gönderilmekte, böylece her iki lider de birbirlerinin sağlık durumu hakkında yakından bilgi sahibi olmaktadırlar.
Savarona’ya gelmek istediğini Sabiha Gökçen vasıtasıyla bildiren İnönü’ye Atatürk:
“Zaten hasta. Tehlikeli olabilir. Şimdi gelmesin, istirahat etsin…” yanıtını göndermiştir.
Gerek Hasan Rıza, gerekse Sabiha Gökçen vasıtasıyla zaten mektuplaşmaktadırlar. Kimi zaman Atatürk, Başbakan Bayar vasıtasıyla da İnönü’ye selamlarını göndermektedir. İşte bunlardan birine İnönü’nün 9 Ağustos günü verdiği yanıt şöyledir:
“Sn.Soyak,
İstanbul’dan aldığım havadisler pek sevindiricidir. Sevgili Atatürk’ün ateşi çok şükür düştü. Birkaç günde kuvveti yerine gelir. Hayatımızda heyecanlı bir sevinç tekrar başladı; çok şükür.
Dr. Aras bana Atatürk’ün cihan değer selamlarını getirdi. Atatürk’e en derin saygılarla minnetlerimi ve en samimi afiyet dileklerimi takdim ederim. Bir münasip fırsatta yüce huzurlarınıza arz ederseniz size çok teşekkür ederim. Sevgilerle, selamlar…
İsmet İnönü”
Bu mektubun Atatürk’e arz edilmesi üzerine, O’nun emriyle Genel Sekreter tarafından İnönü’ye teşekkür, sevgi ve iyi dileklerini bildiren bir cevap yazılmistir. (A.H.II, s.756).
Gene, üstelik 5 Ekim gibi hastalığın iyice ilerlemiş olduğu bir dönemde, Atatürk’ün Bayar vasıtasıyla İnönü’ye gönderdiği selam ve sevgiye mukabil, İnönü aşağıdaki yanıtı göndermişti:
“Sevgili Atatürk! Muhterem Celal Bayar bana sizin selamınızı getirdi. Çok sevindim. Sizin bir an evvel sağlığınıza kavuşmanız yegâne ve en samimi dileğimdir. İki mübarek ellerinizden, sevgili ve can verici yüzünüzden, doymadan binlerce öperim, Sevgili Atatürk, Büyük Atatürk, Velinimetim Atatürk!” (A. V. İ., C. 11.XI.1986). (El yazısıyla olan orijinal mektubu koy.).
Bütün bu gerçekler karşısında, bütün bunları görmezden gelip, hâlâ ve ille de (aralarında bir kopma vardı-hayır yoktu) çekişmesi bugün kime ne yarar sağlar, anlamak gerçekten çok zor ama gerçek anlattığımız gibidir..
X x x
Biz tekrar vasiyet meselesine dönelim:
Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün not ettirdiklerini yasal şekle uydurmak ve müsvedde olarak hazırlayıp getirmek üzere, izin alıp odadan ayrılır. Bu metne hukuka uygun bir format vermek gerekmektedir. Bunun için de bir hukukçuyla görüşmelidir. Atatürk’ün de tanıdığı, Kocaeli Milletvekili Avukat Selahaddin Yargı ile görüşür ve vasiyetin Atatürk tarafından ve el yazısıyla yazılıp bir zarf içine konulması ve kapatılması, sonra da bir notere verilmesi gerektiğini öğrenir.
Noter olarak da bu görevi 6. Noter İsmail Kunter’e vermeyi uygun görürler. Daha sonra konuyu Prof.Dr. Neşet Ömer İrdelp’e açarlar. Zamanı geldiğinde İsmail Kunter, sanki Dr. İrdelp tarafından Atatürk için davet edilmiş bir hekimmiş gibi Dolmabahçe’ye getirilecektir. Saraydakileri telaşlandırmamak için böyle bir yol tutulmuştur.
Atatürk’ün not ettirdiklerini Avukat Yargı ile birlikte, “müsvette vasiyet” haline getirirler. Soyak bu müsvetteyi daha sonra büyük harflerle daktiloda yazar ve el yazısıyla yazması için Atatürk’e sunar.
Atatürk metni dikkatle inceler, “ Derhal yazalım, kapıyı kapa, içeri kimse girmesin!” der.
Şimdi yatağın ortasında oturmaktadır. Önüne ayaklı yemek tablasını çekmiş, bunu yazı masası gibi kullanmaktadır. Yazmaya başlar. Hasan Rıza, yatağın sağ yanında, ayakta durmaktadır.
Çok sakindir. Sanki bir dostuna göndereceği notu kaleme alıyor gibidir. Ama dikkatlidir. Zaman zaman yazdıklarını bir kez daha okuyup, bazı sözcükleri çizer, sadeleştirir, yeniden yazar.
Mânevi kızlarının isimlerini belirtirken bakar ki hepsinin soyadları var ama Afet’in yok. Afet üzülmesin diye hepsini sadece ismen belirtir, soyadlarının üstlerini çizer. Sabiha hariç. Çünkü ondaki “gökçen” , bir soyaddan ziyade yaptığı görevden dolayı verilmiş bir unvan gibidir.
Bir maddede “vefatlarına kadar” diye bir ifade geçmektedir. Çizer, “yaşadıkları sürece” olarak düzeltir. Bir vasiyette de olsa kimseye ölümü hatırlatmak istemez. Oysa kendisi ölüme bir soluk mesafededir.
Kız kardeşi Makbule’nin oturduğu eve ilişkin olan maddede “ikametine müsaade edilecektir.” şeklinde olan hükmü, “emrinde kalacaktır” şeklinde düzeltir. Ancak Makbule evlenir de çocuğu olursa, bu ev miras yoluyla çocuğuna geçemez. Çünkü Atatürk o evi millete (hazineye) bağışlamıştır.
Bir ara Soyak, dinlenmesi için ara vermesini rica eder, “ hayır hayır, başladık bitirelim” yanıtını verir. Sonunda Vasiyetname şu şekli alır:
ATATÜRK’ÜN VASİYETİ:
Taşınır ve taşınmaz mallarımı Cumhuriyet Halk Partisine aşağıdaki şartlarla, terk ve vasiyet ediyorum:
1- Para ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından faizlendirilecektir.
2- Her seneki faizden, bana nispetleri şerefi saklı kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule’ye ayda 1.000 , Afet’e 800, Sabiha Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki 100’er lira verilecektir.
3 -Sabiha Gökçen’e bir ev de alınabilecek ayrıca para verilecektir.
4- Makbule’nin yaşadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.
5- İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek öğrenimlerini tamamlamaları için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.
6- Her sene faizden arta kalan miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil Kurumlarına tahsis edilecektir’’ (Vasiyetname 6 Ekim 1938 günü Dolmabahçe Sarayı’na çağrılan İstanbul Altıncı Noteri’ne Atatürk tarafından teslim edilmiştir. Vasiyetnamenin Ankara Üçüncü Sulh Hukuk Hakimliğince açılışı: (28 Kasım 1938).(A.V.,s..9-11 , 20-21 , 52; A.H.II,s.752-760).
Şimdi, herkes çevresine bir baksın bakalım. Acaba dünyadaki hangi lider, ülkesine, Atatürk’ün kendi ülkesine yaptığı kadar yararlı olabilmiş, katkı sağlamış, tüm varlığını ulusuna bu denli adamıştır. Böyle birini tanıyor musunuz? Hayır!.
Belli çevrelerin ifadeleriyle milyarlarca lira değerinde olan varlığından öz kız kardeşi Makbule’ye ayda sadece 1000 lira bırakmış ama kardeşinin geri kalan yaşamının garantisi olabilecek hiçbir şey bırakmamış. Makbule’nin oturduğu evi bile milletin evi yapmış. Ve Makbule 1956 yılında Gülhane Hastanesi’nde ölürken, İstanbul ve Ankara belediyelerinden yardım edilmiş. O bin lira zamanla artık pula döndüğü için. Oysa Sabiha Gökçen 1953 yılında İş Bankası’na başvurarak 1938 yılındaki 600 TL’nın 1953 yılındaki karşılığını talep etmiş ve kabul edilmiş ama “Makbuş” bunu yapmamış.
Bana yeryüzünde bir tane Müslüman devlet adamı veya insan gösterin ki, buna benzer bir tutum sergilemiş olsun.
Atatürk’e saldıranların nefretinin bir kaynağı da işte bunlardır. Bu taifeye bir bakın, ne kadar fırsatçı, soyguncu, hırsız, arsız varsa Atatürk düşmanıdır.
Düşünce adamı kalıbı içinde dolaşan ne kadar insansı yaratık varsa, “fikir özgürlüğü maskesi” altında, Atatürk’ün karşısındadır. “O özgürlüğü ona kim ve nasıl vermiş?” işin o tarafına bakmaksızın.
Adeta bu Atatürk karşıtlığını, kendilerine bir kimlik edinmek için, kendilerini önemli göstermek, bunun sağlayabileceği rantı bölüşmek için yaparlar.
Ve…onlar hep “insansı” kalırlar…
As. Prof. Dr. Orhan Çekiç
Yazıları posta kutunda oku