Kur’an ayetlerinde ve Hz. Peygamber’in hadislerinde bulunmamakla birlikte; Sayın Başbakan’ın “Kürtaj cinayettir” çıkışından sonra, Başkan Sayın Mehmet Görmez vasıtasıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Kürtaj cinayettir ve haramdır” şeklinde görüş bildirmesi ve bu anlamdaki cinayeti fuhuş, zina ve tecavüz eylemlerinin sonucu olan hamilelikleri de kapsayacak biçimde geniş tutması, Türkiye’de yeni bir tartışmanın da fitilini ateşlemiş bulunmaktadır. Özellikle ana muhalefet partisi CHP, diyanetin bu şekilde görüş bildirmesini, siyasi otoriteye ve kanun yapıcılara verilen mesaj ve destek şeklinde nitelendirmiştir.
Diyanet’in, kürtaj konusundaki görüşünü, “hamilelik bir tecavüz eylemi sonucunda oluşmuş olsa bile bu işte çocuğun hiçbir kusuru yoktur ve anne açısından herhangi bir sağlık riski yoksa anne bu çocuğu doğurmak durumundadır” anlamına gelecek şekilde geniş tutması, ister istemez Diyanet’in kadına bakış açısının bilinmesini gerektirmektedir.
Diyanet’in bu bakış açısını anlamamıza yardımcı olan en tipik örnek Nisâ Sûresi’nin 34’üncü ayetine verilen anlamdır. Bu ayete verdiği anlamla Diyanet, bir anlamda dövme fiiline göz yumarak kadına yönelik şiddete çanak tutmaktadır! Zira geçmişte ve günümüzde Kur’an tercümesi yapan pek çok kişi ve kurum gibi Diyanet İşleri Başkanlığı da gerektiğinde kadınların (kocalarına başkaldıran ve sadakatsizliğinden şüphe edilen kadınların yola getirilmesi maksadıyla) kocaları tarafından dövülebileceğini savunmaktadır. Ancak aynı çizgide düşünenlerden farklı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı, eskiye göre bu konudaki tutumunda yumuşamaya giderek en azından kadına atılacak dayağa şekil vermeye ve dayağın şiddetini azaltmaya çalışmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en son Kur’an tercümelerinden birisinde söz konusu ayetin anlamı verilirken “kadına dayak” konusu, parantez içi eklemelerle şu şekilde yumuşatılmaya çalışılmaktadır: “…(bunlar fayda vermezse mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün…”(1).
Oysa Nisâ Sûresi’nin 34’üncü ayetinde “ve’dribû” şeklinde ve emir kipinde bulunan kelimenin aslı olan “Darabe-Daraba” fiili, “dövmek” ten başka anlamlara da gelmektedir. Ancak ulemâ, söz konusu fiilin başka ve Kur’an’ın indirildiği dönemdeki anlamlarını araştırmak yerine, birbirinden intihal yapmak ve kopya çekmek suretiyle sürekli aynı şeyi tekrarlamaktadır(2).
İşte bu kabil yaklaşımlar ve kadınlar hakkında rivayet edilen sözüm ona hadisler sebebiyle kadına yönelik şiddete ulema da umumiyetle seyirci kalmaya devam etmektedir. “Sözüm ona hadisler” tabirini bilinçli olarak kullandık. Çünkü bu hadislerin çoğu İsrailiyat ve Muharref Tevrat kaynaklı uydurma rivayetlerdir ki; bu uydurmaların pek çoğu bugün “Riyâz’üs-Sâlihîn” örneğinde olduğu gibi bazı Diyanet yayınlarında bile bulunabilmektedir(3).
Elbette Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi görüşü değildir ama şu vereceğimiz örnekler, pek çok Diyanet çalışanınca da benimsenen görüşlerdir. Üstelik bu görüş sahiplerinin büyük bölümü, halka birebir dini bilgi aktarmakla görevli olan, daha doğrusu halka doğru dini bilgi vermekle görevli olan müftü ve imamlardır. Dolayısıyla onlar, bu tür görüşleri umuma açık ortamlarda dile getirmekle görüşlerini Diyanetin kurumsal görüşü ve umum din adamlarının görüşleriymiş gibi halka sunmaktadırlar. Onlardan birisi şöyle demiştir vermiş olduğu vaaz sırasında:
“Dayımın kızı elimi öptü, komşu teyzenin elini öptüm, yok böyle şeyler. Nikâh düşer. Nikâh düşen kişinin elini öpemezsin. Bazıları diyor ki, ‘Benim kalbim temiz’. Senin kalbin ne kadar temiz olabilir ki? Senin kalbin Hazreti Peygamber’in kalbinden daha mı temiz? Peygamberimiz hiç kadınların elini öpmedi. Yanlış işler bunlar…El öpme konusunda genç oluyor, nikâh düşüyor. Ya da ‘uzaktan geldiler’ diye öpüşüyorlar. Fitneye meydan vermemek için dikkat edilmesi gerekir…”(4).
Bir diğeri ise şöyle demiştir vermiş olduğu vaazda:
“Eşini çalıştıran adamın biri gelerek, karısının kendisini patronu ile aldattığını söyledi. Bakın, karılarınızı çalıştırmayın, günaha girersiniz. Çünkü kadının 9 nefsi var. Hangisine hakim olsun. Erkeğin tek nefsi var ve buna hakim olabiliyor. Bunları kendim uydurmuyorum. İslam’ın emrini tebliğ ediyorum”(5).
Peki, şahsen yakından tanıdığım ve işim icabı kendisiyle teşriki mesai yapma durumunda kaldığım din adamlarından birisi olan, sonraki yıllarda İstanbul Müftü yardımcılığı da yapan din adamının şu görüşlerine ne dersiniz(Din adamı, Isparta’da düşen Atlasjet uçağının hostesi Mümine Bulut’un cenaze namazını kıldırırken merhumemin tabuta dayalı fotoğrafını kaldırttıktan sonra etmiştir bu lafları):
“Yüksek sesle ağlamak, yüzünü gözünü yırtmak bizim dinimizin yasak ettiği cahiliye âdetidir. Kadınların sesi dört duvar arasından dışarıya asla çıkmayacak. Kadın sesi dört duvar arasından çıktı mı bu hayâ perdesinin yırtılmasıdır, Allah korusun. Çocuklarınızı mutlaka sabah namazına kaldırın. Çocuklarınızı sabah namazına kaldırmadınız mı kıyamet günü onun hakkını veremezsiniz. Televizyonları fazla seyretmeyiniz göz nurunuz, yüz nurunuz gitmesin”(6).
Abdullah hocam, tamam anladık, “Yüksek sesle ağlamanın, yüzünü gözünü yırtmanın bizim dinimizin yasak ettiği cahiliye âdeti” olduğunu biliyoruz da diğer abuk sabuk lafları neden ettiniz? Bizim hanımlar halen devlet memuru olarak çalışıyorlar ve haliyle sesleri dört duvarın dışına çıkıyor. Şimdi onlar haya perdesini yıkmış mı oluyorlar? Şimdi biz hayasız mı olduk Sayın Abdullah Cihangir? Cenazenin başında Sabah Namazı hakkında bilgi vermeye neden ihtiyaç duydunuz? Böyle bir abukluğa nasıl imza attınız? Şimdi çalışan kadın eşleri, babaları ve kardeşleri olarak tutup sizi mahkemeye versek haklı olmaz mıyız? Allah sizi bildiği gibi yapsın hoca. Ne yazık ki; bu toplum dinini sizin gibi yobazlardan ve sizin gibi yobazları istihdam eden kurumlardan öğrenmek zorunda bırakılmıştır…
Bakın bu ülkede Diyanet İşleri Başkanlığına kadar yükselmiş ve dini bilgi konusunda otorite olarak görüşlerine başvurulan kişilerden birisi olan Prof. Dr. Süleyman Ateş nasıl bir abukluğa imza atmış bulunuyor. Onun abukluğu, bir yandan “Bugün elimizde bulunan Tevrat ve İnciller tahrif edilmiştir. Bu sebeple onların yerine kaim olmak üzere son kitap olarak Kur’an, son peygamber olarak da Hz. Muhammed gelmiştir” demesinden, öbür yandan da Muharref Tevrat’ta yazanları doğru kabul edip bu bilgileri yazdıklarına kuvvet kazandırmakta kullanmasından ileri gelmektedir. Şöyle diyor bir yazısında Ateş hoca:
“Hz. Peygamber’in çok eşliliği o zamanın toplumsal kabulüdür. Doğaya da uygundur. İslâm’dan önceki peygamberler de çok eşle evlidirler. Hz. Süleyman’ın bin tane karısı vardı. Babası Davud da yüz kadınla evliydi. Bunları Tevrat yazıyor. İslâm geldiği zaman toplumda çok evlilik egemendi. Bir adam istediği kadar kadınla evlenebilirdi. Peygamberimiz de 13 kadınla evlenmiştir Kendisi vefat ettiği zaman geriye dokuz hanımı kalmıştır. Ancak bu evlenmeleri, evliliği dört kadınla sınırlayan ayetin inmesinden önce olmuştur.”(7)
Tevrat’ın ve Süleyman Ateş’in söylediklerinin doğru olduğunu kabul edecek olursak; karşımızda Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman adında iki peygamber mi yoksa (tövbe hâşâ) 100 ve 1000 keçilik sürüyü döllemekte kullanılan tohumluk iki teke mi duruyor belli değildir. İsminin başında Profesör titri de bulunan kocaman bir adam hiç çekinmeden işte bu tür abuk sabuk bilgileri doğru bilgi diye halka aktarabiliyor iyi mi?
Benzeri örnekleri çoğaltmak elbette mümkündür. Ancak şimdilik yeterli görüyoruz. Bu durumda, başta geçtiğimiz günlerde verilen ve henüz tazeliğini koruyan “Kürtaj Fetvası” olmak üzere; Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından zaman zaman çeşitli konularda verilmiş bulunan fetvaları, zevahiri kurtarmak için ve göstermelik olarak verilmiş fetvalar olarak görmekte faydalar vardır. Demek oluyor ki; Diyanet İşleri Başkanlığı, çoğu kere fikri başka, zikri başka bir kurum hüviyetine bürünebiliyor. Yani açıkçası takıyye yapıyor.
Çünkü bir tarafta “Dayımın kızı elimi öptü, komşu teyzenin elini öptüm, yok böyle şeyler. Nikâh düşer. Nikâh düşen kişinin elini öpemezsin…” diye vaaz veren Diyanet çalışanı bir müftü, öbür tarafta “…Kendisi elini uzatmadıkça tokalaşmak için kadınlara el uzatılmaması ve emrivâki yapılmaması, kadınların tokalaşmaya zorlanmaması, kadını tokalaşmak için erkeğe elini uzatması halinde tokalaşılması hemen hemen bütün kültürlerde yaygın bir nezaket ve âdâb kuralıdır…Kadın ve erkeğin birbirleriyle tokalaşmasının dinî hükmü ise, konunun bir diğer boyutudur. Elbette ki bu tür konularda örf ve âdetin, gelenek ve törelerin oluşumunda dinin birinci derecede etkisi vardır. Aynı yargının tersi de mümkündür; yani toplumların kültür ve geleneğinde mevcut çekimserliğin giderek dinî bir atmosfere taşınmış olması da muhtemeldir. Böyle bir davranışın dinen günah, mekruh veya haram olduğunu söyleyebilmek için bunun din açısından gerekçelerini ortaya koymak gerekir. Özetle belirtmek gerekirse, kadın ve erkeğin tokalaşmasını yasaklayan bir âyet olmadığı gibi Hz. Peygamber’in bu yönde herhangi bir sözü de yoktur. Resûlullah’ın kadınlardan biat alırken onlarla tokalaşmadığı doğrudur. O dönemde erkekler arasında musafaha âdeti bulunsa da kadınlarla erkeklerin tokalaşmaları gibi bir âdet mevcut değildi. Böyle olunca Resûl-i Ekrem’in bu uygulaması onun kadınlarla tokalaşmayı câiz görmediği yani var olan bir âdeti ilga ettiği şeklinde değil de, kadınlarla biatlaşmada toplumun kültürüne uygun bir usulü uyguladığı şeklinde anlaşılmalıdır. Bu sebeple, bu yöndeki rivayetlerden sarih bir yasaklama hükmü çıkarmak doğru olmaz..”(8) şeklinde görüşler ortaya koyan bir Diyanet İşleri Başkanlığı var.
Bir tarafta “Eşini çalıştıran adamın biri gelerek, karısının kendisini patronu ile aldattığını söyledi. Bakın, karılarınızı çalıştırmayın, günaha girersiniz. Çünkü kadının 9 nefsi var. Hangisine hakim olsun. Erkeğin tek nefsi var ve buna hakim olabiliyor. Bunları kendim uydurmuyorum. İslam’ın emrini tebliğ ediyorum” diyen Diyanet çalışanı bir İmam-Hatip var, diğer tarafta da “Kadın ticaret ve borçlar hukuku alanında erkeklerin sahip olduğu bütün hak ve yetkilere sahiptir…”(9) diyen ve “Dinimizin insanlar arası ilişkilerde ve ticarî hayata ilişkin koyduğu açıklık, dürüstlük, güven, doğru sözlülük, sözünde durma, şart ve akitlere bağlı kalma, karşı tarafın zayıflığı, bilgisizliği ve sıkıntıda olmasını istismar etmeme gibi genel ilkelerine bağlı kalmak şartıyla, erkek ve kadın herkes helal ve meşru yollardan kazanç elde etme hakkına sahiptir…Bu bakımdan İslâm’da kadının, kamu görevi yapmasını yasaklayan açık, kesin ve bağlayıcı bir nas yoktur. Bu itibarla, gerekli fıtrî donanımı haiz, liyakatli kadınların devlet başkanlığı da dahil, her türlü yönetimde görev almasında dinî açıdan bir sakınca yoktur…”(10) şeklinde fetva veren Diyanet İşleri Başkanlığı duruyor. Türk halkı ise işte böyle bir kurumun vereceği bilgilerle vicdanını temizlemenin gayretindedir. Ne diyelim; herkese kolay gelsin…
13 Haziran 2012
__________________
1-Dr. Halil Altuntaş-Dr. Muzaffer Şahin, Kur’an-ı Kerim Meâli, s, 83, DİB Yayını, Ankara, 2001,
2-Arapça “Darabe” fili ve Türkçe karşılığı olan “Vurmak” fiillerinin anlamları konusundaki çalışmalarımız için bkz. Ömer Sağlam, Kadına Dayak Allah’ın Emri (mi)dir, s, 57-101, Özel Yayın, Ankara, 2009,
3-Ömer Sağlam, age, s, 128-129, 15 ve 16 nolu dipnotlar.
4-19.12.2007 tarihli Milliyet Gazetesinde bulunan “Müftüden ‘Kadın eli öpmeyin’ vaazı” başlıklı haber.
5-30.12.2007 tarihli Akşam Gazetesi, “İmamdan Çıldırtan Vaaz: Kadını Çalıştırmayın” başlıklı ve Ercan Öztürk imzalı haber, s. 4,
6 bk. internet adresinde bulunan 25.03.2008 tarihli ve “Yine o imam” başlıklı, internet adresinde bulunan 26.03.2008 tarihli ve “Kadının sesi 4 duvar arasından çıkmayacak” başlıklı ve internet adresinde bulunan 26.03.2008 tarihli ve “İmam, babayla vedalaştırmadı!” başlıklı haberler,
7- Prof. Dr. Süleyman Ateş, “İslâm geldiği zaman toplumda çok evlilik vardı” başlıklı makalesi, Vatan Gazetesi, 28.12.2007,
8- Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. H. Yunus Apaydın, İlmihal, c. 2 (İslâm ve Toplum), s. 477-478, TDV. İSAM Yayınları, İstanbul, 1999,
9- Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ve arkadaşları, age. s. 318. Eserde konu ile ilgili olarak şu bilgilere de yer verildiği görülmektedir:
10-Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun “Kadınların İş Hayatında ve Yönetimde Yer Almaları” konusunda vermiş olduğu karar (yaygın deyimle fetva), adı geçen kurulun 24.10.2002 tarihinde yapmış olduğu toplantıda görüşülmüş ve netice olarak (02.06.2003 tarihli) şu karara varılmıştır:
a) İslâm’da, erkeklere tanınan temel hak ve hürriyetlerin, aynı derecede kadınlara da tanındığına, kadın olmanın, hak ve fiil ehliyetini daraltan bir sebep olmadığına,
b) İslâm’ın öngördüğü temel prensip ve hükümlere, genel ahlak kurallarına uyulmak kaydıyla, kadın – erkek herkesin, çalışma, ticaret yapma ve iş hayatına katılma hakkına sahip olduğuna,
c) Gerekli fıtrî donanımı haiz, liyakatli kadınların devlet başkanlığı da dahil, her türlü yönetimde görev almasında dinî açıdan bir sakınca olmadığına,
Karar verildi.
Bir yanıt yazın