Şikago, Türkiye-NATO ilişkilerinin geleceği açısından oldukça önemli sayılabilecek bir “gebelik” sürecine işaret eden zirve olarak şimdiden tarihe geçti desek, herhalde abartmış olmayız. Nitekim Şikago öncesi ve sonrası yaşanan gelişmeler, bir takım açıklamalar ve devam etmekte olan psikolojik operasyon bu hususta oldukça önemli mesaj ve sinyaller veriyor. Tabi ki anlayana, anlamak isteyene…
Açıkçası, alanda çok da başarılı operasyonlar yürütemeyen NATO, Türkiye konusunda oldukça mahir. Bunun temelinde de, Türkiye’nin NATO ya da daha yerinde bir ifadeyle ABD açısından sahip olduğu “müstesna” önem yatıyor! Son 60 yıllık “ortak tarihimiz”, buna şahitlik ediyor. Son örneklerden birisi de Malatya-Kürecik bağlamında devam etmekte olup, bizzat Obama tarafından deşifre edilmiş bir skandal olarak iç siyaseti meşgul ediyor.
Dönemsel gelişmelere bağlı olarak Türkiye yıldızının parlatıldığı ya da zayıflatıldığı ittifak ilişkilerinde, NATO’nun Ankara üzerinde doğrudan ya da dolaylı araçlarla gerçekleştirdiği bu operasyonlar, ne yazık ki “milli” ve “bağımsız” bir dış politika konusunda içeride ve dışarıda bir çok eleştiriye, endişeye ve güven sorununa yol açmakta.
Nitekim NATO etkisinin Türkiye üzerinde fazlasıyla hissedildiği dönemler, üçüncü ülkelerin (Ağırlıklı olarak da İslam dünyası buna dahildir. Hatta buna son dönemde Türk dünyasından bazı ülkelerin de dahil olduğu gözlemlenmektedir.) genelde Türkiye’den uzaklaştığı, buna karşılık Türk-Batı ilişkilerinde farklı bir süreç yaşanmaya başlandığı dönemlerde ise, Türkiye ve diğer ülkeler arasında çok daha farklı işbirliği süreçlerinin önünün açıldığı görülmektedir, D-8 örneğinde görüldüğü üzere.
Dolayısıyla NATO’nun Türk dış politikası üzerindeki “ipotek” etkisi ve Ankara ile ilgili “olumlu-olumsuz” “algı-imaj” boyutundaki belirleyici özelliği göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda Şikago Zirvesi’nde ortaya çıkan tablo, Türkiye’nin üçüncü ülkelerle olan ilişkisini derinden etkileyebilecek ve Türk dış politikası açısından Batı ile olan ilişkilerde “yarı bağımlılık” algısını kuvvetlendirecek türden bir görüntü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Nitekim, gerçeğin bu olmadığına yönelik sarf edilen kamufle rolü üstlenmiş bir takım “süslü” ve “anlamsız” kelimelerin de farklı seyreden bu algıyı durdurmaya ya da değiştirmeye yönelik girişimlerde kifayetsiz kaldığı dikkatlerden kaçmamaktadır.
NATO’nun artan maliyetler ve algı boyutu itibarıyla içine düştüğü durum, Örgüt içinde Türkiye’yi, Ankara’ya rağmen ön plana çıkartma ve sahaya sürme girişimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir diğer ifadeyle, 11 Eylül sonrası itibarıyla ABD önderliğindeki NATO’nun gerçekleştirdiği operasyonların maliyetler ve algı boyutunda bumerang etkisi yaşatan sonuçları, bu bloğu farklı bir strateji arayışına itmiş görünmektedir.
Burada operasyonların artan maliyetleri, küresel krizin Batılı ülkeler ve kamuoyunda yol açtığı derin tesirler ve anti Amerikancılık ya da Batı karşıtlığı kadar, Türkiye’nin Türk-İslam dünyasında yükselen profiline bir darbe vurma girişimi olarak da dikkate alınması gereken bir arka plan niyeti olarak değerlendirilmelidir.
Türkiye’nin, ABD’den ya da NATO’dan boşalan alanda, bunların “danışmanları” ve “yöntemleri” ile gerçekleştireceği operasyonlar, bu ülkenin bölgedeki geçmişine ve tarihsel misyonuna vurulacak en büyük darbelerden biri olacaktır. Dolayısıyla Batı, NATO üzerinden bir taşla bir kaç kuş vurmanın peşindedir. Bu konuda da kararlı ve “kurnaz” bir avcı gibi davranma eğilimi içerisine girmiştir.
Bu bağlamda Türkiye’ye bu zirvede “10 General Yıldızı verilmesi”, bundan sonraki süreçte “bizden birinin” önümüzdeki süreçte “NATO Genel Sekreteri” olacağının da en güçlü sinyallerinden birini oluşturmaktadır. Nitekim, NATO’nun düşünce kuruluşu Atlantik Konseyi tarafından R. Nicholas Burns başkanlığındaki bir heyetçe hazırlanan “Anchoring the Alliance” başlıklı raporun 8. ve 9. sayfalarında yer alan Türkiye başlığı, oldukça “çarpıcı” öneriler içermektedir.
Buna göre, Türk dış politikasını ve Türkiye’nin mevcut statüsünü içeride ve dışarıda değiştirmeyi hedeflediği anlaşılan raporda Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde NATO’nun güney kanadını başarıyla savunmasına rağmen, şimdiye kadar bu ittifakın lider kadrosunda yer almadığının ve herhangi bir Türkün NATO Genel Sekreteri görevine getirilmediğinin itiraf edilmesi ve yine, Türkiye’nin demokratikleşme reformlarını devam ettirmesi, İsrail ile ilişkilerini düzeltmesi, etnik ve diğer problemleri çözmesi durumunda, önümüzdeki 10 yıl içerisinde bir Türk NATO Genel Sekreteri tayin edilebileceği hususu oldukça önemlidir.
Türkiye’ye verilen gaza ve söz konusu “makam”ın diyetine bir de bu açıdan bakmakta fayda var! Pek tabi ki görmek, anlamak ve ona göre hareket etmek isteyenler açısından…
Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL
araştırmacı yazar
- Özgeçmişyazarı tanımak ister misiniz?
- Arşivyazarın diğer tüm makaleleri
- Mesajyazarla iletişim kurmak için
Bir yanıt yazın