DR. BEŞİR DOSTER
ATATÜRK diktatördü. Tartışmaya bile gerek yok. Ama öylesi bir diktatör ki halkının ilerlemesine, halkının mutluluğuna engel olan hiçbir kararın altında imzası yok.
ATATÜRK diktatördü. Ama öyle bir diktatör ki Anadolu’daki düşman işgaline karşı yaptığı ilk iş bölgesel kongreler aracılığı ile halkıyla bütünleşmek, ardından merkezi bir otoriteyle kurtuluşu ve kuruluşu yönlendirmek için Türkiye Büyük Millet Meclisinin oluşumun sağlamak olmuştur.
ATATÜRK diktatördü. Ama öyle bir diktatör ki, kurduğu, kurdurduğu kabinelerde görev alan bakanlar 30-35 yaşlarında idiler. Mahmut Esat, Mustafa Necati, Cemal Hüsnü, Dr. Reşit Galip gibi. Hatta genç bakanlar O’nun akşam sohbetlerine katılamadıklarından ötürü sitem edince ATATÜRK; “Ben size bu genç yaşınızda devleti teslim ettim, soframdakiler hayatlarını ömür boyu bana hasreden, öl desem ölecek insanlardır” demiştir.
ATATÜRK diktatördü. Ama öyle bir diktatör ki kendisiyle konuşmaya gelen bir yabancı gazeteciye sorar: “Sen hem diktatör olduğu için Hitler’i eleştiriyorsun, hem de diktatör olduğumu yazıp söyleyen herkese karşı beni savunuyorsun. Bu bir çelişki değil mi?” Gazetecinin cevabı ilginçtir. “Doğrudur. Hitler, devletini yıkan diktatördü, siz devlet kuran diktatörsünüz.“
ATATÜRK diktatördü. Ama öyle bir diktatör ki Ulusal Kurtuluş Savaşına birlikte başladığı paşalar, savaşın kazanılmasından sonra O’ndan ayrıldılar, karşısına geçtiler, eleştirdiler doludizgin. Öyle ki hızlarını alamayıp siyasi parti bile kurdular, devrimi ters yüz etmek bile istediler, O’nu ortadan kaldırmak isteyenlerin girişimlerine destek oldular.
Fakat O büyük diktatör, “Arkadaşlarımın ufku, muhayyilesi kurtuluştan sonraki Cumhuriyet Türkiye’sini, çağdaş, laik Türkiye kavramını kavrayamadı. Yolları açık olsun” diyerek omuz silkti. Nitekim yıllar sonra o muhalefet hareketinin başı “İçimizdeki en büyük kumandan O idi. O olmasaydı biz bu işi başaramazdık, fakat biz olmasaydık O işi başarır, memleketi kurtarırdı” diyecektir.
ATATÜRK yalnız adamdı. Dahilere yaraşır, dâhiyane bir yalnızlık. Ancak Bütün özgürler gibi yalnız, bütün yalnızlar gibi özgürdü. Sarayından ayrılmayan, köşkünden çıkmayan bir yalnızlık değildi onunki. Tersine sıkıldığında kapağı halkın arasına atardı. Öyle günü birlik gidip gelmelerle değil, günler, haftalar süren gezileri olurdu. Anadolu toprağı ile Anadolu insanı ile buluşmak en büyük keyfi, sevinci olurdu. Kars’a gelişindeki gezisi Ağustos ayının 20’sinde başlamış, Ekim ayının ortasında bitmiştir. Kırk günü aşkın bir süre. Bıkmaz, usanmaz, yorulmazdı o gezilerinde. Halkının içinde, halkının arasında olmak en büyük mutluluğu idi.
ATATÜRK’ÜN yalnızlığı bir Namık Kemal yalnızlığıdır.
Hani o büyük vatan şairi; “Görmeden ölürsem millette ümit ettiğim feyzi, Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun” demişti ya, öyle. “Bütün ömrünü hizmetine vakfettiği” ulusunun çağdaş, uygar, mutlu, yaratıcı olmasının umudu ve beklentisi içindeki bir yalnızlık.
ATATÜRK yalnız adamdı.
Çünkü o yıllarda 100 yıl sonraki Türkiye’nin resmini çizecek birileri yoktu çevresinde. O nedenle hem yalnız, hem tek adamdı.
ATATÜRK rakı da içerdi.
Ama Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında ve önemli ülke sorunlarının tartışıldığı günlerde ağzına içki koymamıştır. Fakat İzmir’i işgal güçlerinden 9 Eylül’de kurtarmış, 10 Eylül’de Konak’ta rakısını içmiştir. Hatta lokantanın perdeleri kapatmak isteyen garsona “Çocuk! Perdeleri aç, açık tut. Milletim beni gerçek yüzümle görsün” demiştir.
Ben o sarhoş Cumhuriyeti, böylesi mümin bir Cumhuriyete bin defa tercih ederim…
YETTİ BE!..
Önemli Not!!! Bunun yazarı Dr. Beşir Doster nöroloji uzmanı görevindedir.
80 yaşlarında olmasına rağmen çok bilinçli ve kibarlığıyla nesli tükenmiş bir insandır.
„Terörle mücadele suçmu?“
Deniz Harp Okulu eski Komutanı E. Tuğamiral Türker Ertürk Ulusal Kanal’de değerlendirdi ….
https://www.youtube.com/watch?v=HV2spiwijkA
https://www.youtube.com/watch?v=jqCQklTwgpI
<
p class=”MsoNormal”> ======================================================
mailto:[email protected]
Sabiha Gökçen Ata nın bu özelliğini şu sözleriyle anlatmıştır:
‘Şu bilinmelidir ki, Gazi Paşa nın sofrası asla bir işret alemi yeri, bir vakit geçirme, bir zaman öldürme yeri değildi..
O bu sofrayı adeta bir okul haline sokmuştu. Dünya sorunlarının, yurt sorunlarının, ilmin, felsefenin, sanatın, insanlık idealinin ve uygar Türk Ulusu nun geleceğinin sabahlara kadar tartışıldığı bir okuldu bu sofra… Aydınlıklarla, iyi niyetlerle dolu bir sofra.
Bununla beraber Ata nın sofrası, bazılarının sandığı gibi, tüm devlet işlerinin müzakere edildiği yer de değildi.
Atatürk, sofrasında dedikodu mevzularının konuşulmasına da asla müsaade etmezdi.
Akşam sofrasında, iltifat etmek istediği beş-on arkadaşını etrafına toplamak, onlarla sohbet etmek ve böylece iyi bir gece geçirmek, tek eğlencesiydi. Onlara geçmiş hadiselerden bahseder, olaylar nakleder, sırasına getirerek hoş öyküler, maceralar anlatırdı. Bu, onun için bir zevkti.‘
İyi çalışmalar saygı ve sevgiler
Murat Binzet
mailto:[email protected]
Sabiha Gökçen Ata nın bu özelliğini şu sözleriyle anlatmıştır:
‘Şu bilinmelidir ki, Gazi Paşa nın sofrası asla bir işret alemi yeri, bir vakit geçirme, bir zaman öldürme yeri değildi..
O bu sofrayı adeta bir okul haline sokmuştu. Dünya sorunlarının, yurt sorunlarının, ilmin, felsefenin, sanatın, insanlık idealinin ve uygar Türk Ulusu nun geleceğinin sabahlara kadar tartışıldığı bir okuldu bu sofra… Aydınlıklarla, iyi niyetlerle dolu bir sofra.
Bununla beraber Ata nın sofrası, bazılarının sandığı gibi, tüm devlet işlerinin müzakere edildiği yer de değildi.
Atatürk, sofrasında dedikodu mevzularının konuşulmasına da asla müsaade etmezdi.
Akşam sofrasında, iltifat etmek istediği beş-on arkadaşını etrafına toplamak, onlarla sohbet etmek ve böylece iyi bir gece geçirmek, tek eğlencesiydi. Onlara geçmiş hadiselerden bahseder, olaylar nakleder, sırasına getirerek hoş öyküler, maceralar anlatırdı. Bu, onun için bir zevkti.‘
Bir yanıt yazın