Türkiye’nin 2023 Vizyonu ve Uluslararası İlişkiler
Anadolu Üniversitesi
22 Mayıs 2012
Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk
Anadolu Üniversitesi
İktisat Fakültesi Dekanı
“Ignoranti quem portus petat nullus ventus suus est”
“Hangi kapıya yöneldiğini bilmeyen hiçbir zaman uygun esen rüzgarı bulamaz.”
Lucius Annaeus Seneca
Türkiye, Tanzimat’tan bu yana Batı’ya yönelmiş dünyadaki tek Müslüman ülkedir. Ayrıca Türkiye, laik ve demokratik ilkeleri benimsemiş, Batı dünyası ile ortak sınıra sahip ve ona komşu, AB ülkeleri ile tarihi ilişkileri bulunan, dünya üzerinde mevcut 57 islam ülkesi arasında ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve sportif alanlarda en gelişmişler arasında yer alan, hayat tarzı olarak kendi kültürel değerlerini koruyarak Batı’yı seçmiş bir ülkedir.
Büyük Önder Atatürk’ün ifade ettiği gibi Türkler, Batı’ya yönelmiş bir millettir. Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde bu konudaki tercihini şöyle açıklamıştır: “Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edipte Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir?”
Atatürk’ün bu direktifi üzerine Türkiye Cumhuriyeti ilan edildikten sonraki tüm hükümetler Batı Dünyası ile olan ilişkileri geliştirmek için çaba harcamışlardır. Bu kapsamda Türkiye Cumhuriyeti, Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FİFA) 1923; Avrupa Konseyi 9 Ağustos 1949; Avrupa Yayın Birliği (EBU) 1950; Stratejik İhracatın Çok Taraflı Kontrolü Koordinasyon Komitesi (COCOM) 1953; Avrupa Sivil Havacılık Konferansı (ECAC) 1955; Eurochambers 1958; Avrupa Sanayici ve İşverenler Konfederasyonu Birliği (UNICE) 1958; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM, ECHR) 1959; Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) 14 Aralık 1960; Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (UEFA) 1962; Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT, OSCE) 25 Haziran 1973; Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) 15 Kasım 1974; Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine İlişkin Mali Çalışma Grubu (FATF) 24 Eylül 1991; Europol 1999; Avrupa Patent Ofisi (EPO) 1 Kasım 2000; Avrupa Telekomünikasyon Standartları Enstitüsü (ETSI) 14 Aralık 2011 ve bazı Avrupa Birliği Ajanslarına üye olmuştur. (S. Rıdvan Karluk, Uluslararası Kuruluşlar, Beta, İstanbul, 2007)
Türkiye için zaman zaman “Batıya giden gemide Doğuya koşan ülke” benzetmesi de yapılmıştır ama bunun doğru olmadığı Türkiye’nin üye olduğu Avrupalı ekonomik, askeri ve siyasi kuruluşlar tarafından ispatlanmıştır. Türkiye’nin dışında hiçbir Batı dünyası dışındaki ülke yukarıda sayılan Avrupalı kuruluşlara üye değildir.
Uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkilerde ülkelerin birbirlerini nasıl algıladıkları çok önemlidir. Bu algı, tarafların birbirlerine karşı tarihsel imaj ve kültürel birikimlerin etkisinden geçerek oluşur. Algılar bazen peşin yargılardan etkilenir ama algıların varlığı maddi gerçekliğin küçümsenmesi anlamına gelmez. Maddi gerçekliğe anlam kazandıran ise, o gerçekliğe taraflarca atfedilen önlemdir. Günümüzün küresel dünyasında algılar statik olmayıp hızla değişebilmektedir. Tarafların eylemleri algıları doğurur. Bu sebeple eylem değişince algı da değişebilir.
Türkiye’nin gösterdiği ekonomik performans ve izlediği aktif dış politika, ülkemizin Batı dünyasındaki algısının değişmesini sağlamıştır. Türkiye değişirken Batı’nın Türk dış politikası algısı da değişmektedir.NATO üyeliğinden sonra Türkiye, Batı Dünyası’nın sadık bir müttefiki olarak algılanmıştır. Türkiye’nin dış politikada belli değer ve ilkeler belirleyerek bunları uygulamaya koyması, son yıllarda ABD ve Avrupa Birliği’nde endişe doğurmuştur ama bu, bir eksen kayması anlamına gelmemektedir.
NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, ABD’nin Chicago kentinde NATO’nun en yüksek karar organı Kuzey Atlantik Konseyi’nin açılış oturumuyla 20 Mayıs’ta başlamıştır. NATO üyeleri arasında en fazla ilgi gören ülkeler arasında Türkiye bulunmaktadır. McCormick Kongre Merkezi’nde düzenlenen zirvede Türkiye’yi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz temsil etmektedir.
ABD’de üçüncü, başkent Washington dışındaki bir kentte ise ilk kez düzenlenen NATO zirvesinde, 28 NATO üyesi ülkenin yanı sıra Afganistan konusundaki oturumla birlikte 60 kadar ülke ve kuruluş da temsil edildiği için zirve, şimdiye kadarki en geniş katılımlı NATO toplantısıdır.
Cumhurbaşkanı Gül’ün zirvede Fransa’nın yeni seçilen Cumhurbaşkanı François Hollande ile görüşmesi, Türkiye- Fransa ve Türkiye- AB ilişkilerinin geleceği açısından önemlidir. Çünkü Fransa Türkiye AB müzakere sürecini tıkayan iki ülkeden biridir. Ayrıca yeni Cumhurbaşkanı eski Cumhurbaşkanı Sarkozy gibi sözde Ermeni soykırımını desteklemektedir. Bu durum, iki ülke ve AB Türkiye ilişkileri açısından kırılgan bir nokta olup, eksen kayması için uygun bir ortam yaratmaktadır.
Türkiye’nin dünyada daha etkin bir rol oynamasını istemeyenler, eksen tartışması gibi yapay bir tartışma başlatmışlardır. 2023 yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisi içinde yer alma hedefi biraz iddialı olsa da, bazı araştırmalar Türkiye’nin ekonomik büyüklük (GSMH) açısından dünyanın ilk yirmi ekonomisi (12’nci büyük ekonomi) arasında olacağı tahmininde bulunmaktadır. ; EU ISS, Global Trends 2030,s.64; TÜSİAD, Vizyon 2050 Türkiye Raporu, 27 Eylül 2011.
İstanbul’da 10 Haziran 2010 tarihinde düzenlenen 3. Türk-Arap İşbirliği Forumu çerçevesinde Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan Dışişleri Bakanlarının bir araya gelerek imzaladıkları bildiri ile uzun vadeli stratejik ortaklığın geliştirilmesi ve ekonomik entegrasyona doğru ilerlenmesi için Yüksek Düzeyli Dörtlü İşbirliği Konseyi (YDDİK) kurulmuştur. Fakat Suriye’deki son gelişmeler bu girişimin başarı şansını yok etmiştir. Bu tip girişimler, hiçbir şekilde Türkiye’nin yüzünü doğuya çevirdiği anlamına gelmemekte ve eksen kayması olarak da yorumlanmamaktadır.
1950 yılında Adnan Menderes Hükümeti döneminde TBMM kararıyla Kore Savaşı‘na Birleşmiş Milletler komutası altında ABD ve Güney Kore‘nin yanında çarpışmak üzere asker gönderilmesiyle Batı dünyasının askeri kanadı NATO ile başlayan ilişkiler hızla gelişmiştir. Kuzey Atlantik Anlaşması’na Londra’da 17 Ekim1951 tarihinde düzenlenen bir Protokol ile Türkiye ve Yunanistan‘ın da katılımları onaylanmıştır. Böylece Türkiye, 18 Şubat 1952 tarihinde NATO’ya üye olarak Batı dünyasının askeri koruma şemsiyesi altına girmiştir.
4 Nisan 1949 tarihinde Washington Anlaşması ile kurulan NATO, bir kollektif savunma örgütüdür. Kurucu Anlaşma’nın beşinci maddesi Türkiye açısından önemlidir. Bu madde, herhangi bir üyeye saldırıldığında, bu saldırıyı tüm üyelere karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul etmektedir. Nitekim ABD’nin NATO Daimi Temsilcisi Ivo Daalder, ”Türkiye’ye Suriye’den ya da başka herhangi bir yerden bir saldırı olması halinde, NATO’nun 5’nci maddesinin işletilmesinin değerlendirilebileceğini” söylemiştir. )
ABD Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations: CFR) Amerika’nın önde gelen düşünce kuruluşlarından biridir. Barack Obama, George W. Bush’tan başkanlık görevini almadan önce Obama’ya Ortadoğu’da yol haritası çizen “Dengenin Yeniden Kurulması: Sonraki Başkan İçin Ortadoğu Stratejisi” (Restoring The Balance: A Middle East Strategy For The Next President) Rapor’u CFR ile Brookings Enstitüsü (Saban Center)ortaklaşa hazırlamışlardı. Rapor, Obama için Ortadoğu ve Türkiye konusunda bir yol haritası oluşturmuş, Türkiye’nin arabuluculuğunda devam eden İsrail ile Suriye dolaylı görüşmelerinin barışı sağlamaya katkıda bulunduğuna işaret etmiştir.
Dış İlişkiler Konseyi bu defa 8 Mayıs’ta New York’ta, ABD eski Dışişleri Bakanlarından Madeleine K. Albright ve ABD’nin eski ulusal güvenlik danışmanlarından Stephen J. Hadley’in eş başkanlığını yaptığı, CFR uzmanı Steve A. Cook direktörlüğünde toplam 23 uzmandan oluşan çalışma grubunun hazırladığı “Türkiye-ABD İlişkileri: Yeni Ortaklık” (U.S.-Turkey Relations A New Partnership) başlıklı raporu açıklamıştır.
23 uzman arasında Soner Çağatay, (Washington Institute for Near East Policy), Nur O. Yalman, (Harvard University) ve bir Kırım Türkü, Osmangazi Üniversitesi’nde Yrd. Doç. olan Naci Bayraçlı’nın yeğeni Elmira Bayraşlı da vardır. )
Rapor, yeni ortaklık kavramına açıklık getirmeye çalışmakta, Türkiye’nin son 10 yılda dış politikada önemli bir aktör olduğuna dikkati çekmektedir. İran’ın nükleer programı konusunun çözülmesi için Türkiye’nin sunduğu katkı, Irak ve Suriye ile son zamanlarda yaşadığı sorunlara rağmen istikrarın sağlanması konusundaki çabaları ve Ortadoğu’da model olarak gösterilmesi, Afganistan’dan Pakistan’a, Kafkaslar’dan Balkanlar’a ABD ile birçok noktada ortak bir vizyonu paylaşmasıRapor’da öne çıkan olumlu tespitlerdir.
Bununla beraber İran’ın nükleer programı konusunda yaşanan istikrarsızlıklar, İsrail ile Türkiye arasındaki sorunlar, İslam’ın siyasi yaşamdaki etkisi konusunda dış dünyadaki kaygının varlığını sürdürmesi Rapor’da yer alan olumsuz tespitlerdir.Türkiye’nin bu sorunları giderecek önlemlere başvurması Türkiye’den istenmektedir.
ABD Başkanı Obama ile Başbakan Erdoğan arasındaki görüşmelerin daha kurumsal ve kalıcı bir şekilde yaygınlaştırılması ve kalıcı hale getirilmesi de Rapor’da yer almaktadır.ABD ile Türkiye arasındaki ilişki Obama’nın Türkiye ziyaretinde TBMM’de yaptığı konuşma bugüne kadar “stratejik ortaklık” olarak tanımlanmıştı. Fakat o günden sonra ilişkiler “model ortaklık” olarak isimlendirilmeye başlanmıştır. Rapor’da stratejik ortaklık ve model ortaklık tanımının ötesinde, ilişkinin öncelikle ne olduğunun tanımlanması gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Türkiye’nin önemli bir ülkesi olan ABD ile ilişkileri gelişirken, NATO’nun Avrupa Kanadı’nı oluşturan Avrupa Birliği ile ilişkilerde son dönemde bir durgunluk gözlenmektedir.Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) tarafından 10 Mayıs’ta açıklanan Avrupa’da Türk Dış Politikası Algısı (European Perceptions of Turkish Foreign Policy) Rapor’una göre Avrupalıların Türk dış politikası algısı rasyonel temellere dayanmaktadır. Avrupalılar, Türkiye’nin bölgesinde giderek artan etkinliğinden ve yapıcı rolünden memnuniyet duymakta ve Türkiye’nin çok yönlü diplomasisinin küresel bir aktör olmayı hedeflediğine vurgu yapmaktadır.
SETA’dan Müjge Küçükkeleş, son dönemde dünya kamuoyunda Türk dış politikası hakkında yapılan tartışmalar çerçevesinde “Türkiye nereye gidiyor?” sorusundan yola çıkılarak yapılan araştırmanın amacının, Avrupalı entelektüellerin (karar alıcılar, siyasetçiler, akademisyenler, uzmanlar, gazeteciler) son on yılda izlenen Türk dış politikası hakkındaki algılarını ortaya koymak olduğunu söylemiştir.
İngiltere, Fransa ve Almanya’da toplam 32 derinlikli mülakat gerçekleştirerek yapılan çalışma, sadece üç ülke ile sınırlandırılmış olması sebebiyle Avrupa kamuoyunda var olan genel algıyı yansıtmaktan çok, karar alma süreçlerini etkileyecek aktörlerin algısını ölçmeye yöneliktir.
SETA Dış Politika Direktörü Talip Küçükcan, Avrupa’daki Türk dış politikası algısının olumlu olduğunu vurgulamış, Türkiye’nin dış politikası ile ilgili soru işaretlerinin de olduğunu söyleyerek Türk dış politika yapıcılarının söylemlerinde daha dikkatli olmaları gerektiğini belirtmiştir. Küçükcan, Türk dış politikasına kültürel ya da ideolojik bir perspektiften çok daha rasyonel ve objektif bir bakış açısının hâkim olduğunu açıklamıştır.
2003 yılında Türkiye’nin Irak işgaline onay vermemesiyle birlikte özellikle ABD’de öne çıkan eksen kayması tartışmalarının Avrupa’da pek karşılık bulmadığını söyleyen Küçükcan, Türkiye’nin Ortadoğu politikalarının ideolojik değil rasyonel bir yaklaşım olarak algılandığını, Arap ülkelerindeki ayaklanmalarla birlikte, Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine “model ülke” olarak gösterildiğini hatırlatmış ve yeni Osmanlıcılık tartışmalarının çok ciddi bir tartışma konusu olmadığı bulgusuna ulaştıklarını açıklamıştır.
Türkiye’nin son yıllarda bölgesinde göstermiş olduğu diplomatik aktivite, bazı kesimlerce ülkenin eksen kayması yaşadığı ve hatta İslamlaştığı şeklinde yorumlanmaktadır. Oysa Avrupalılar , eksen kayması ve Yeni Osmanlıcılık gibi Türk dış politikasında dini faktörleri ön plana çıkaran yaklaşımlara önem vermemektedirler. ABD kökenli Time Dergisi’nin, 18 Nisan’da yayınlanan sayısında 2012 yılının en etkili 100 ismi arasında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğluve Başbakan YardımcısıAli Babacan da bulunmaktadır. NBC News´un Kahire muhabiri Ayman Mohyeldin Davutoğlu ve Babacan´dan Yeni-Osmanlılar(Neo -Ottomans) olarak söz etse de, bu algı yanlıştır.
Türkiye’nin 2023 vizyonu tartışılırken,son yıllarda izlenen aktif dış politika sebebiyle Türkiye’nin dış politikasında bir eksen kayması var mı sorusu gündeme gelmiştir. Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin(TÜSİAD) Görüş Dergisi Ağustos 2010 tarihli sayısında dış politikadaki eksen kayması tartışmalarını ele almış ve “Sarkaç doğuya kayıyor: Türkiye sürüklüyor mu, sürükleniyor mu?” kapak sloganıyla çıkmıştır. )
Görüş Dergisi’ne açıklamalarda bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu öncelikle eksen kelimesine bakmak gerektiğini belirterek çok kutuplu olunabileceğini, fakat çok eksenli olunamayacağını şöyle vurgulamıştır: “Türkiye’yi anlamlı kılan sahip olduğumuz tarihi birikimle yarattığımız müdahil olabilme kabiliyetidir. Biz müdahil olabilme kabiliyetimizi kullandığımız zaman bir pozisyon oluşturuyoruz. Eksen kayması tartışması da bu noktada başlıyor. ‘Siz etken olmayın, müdahil olmayın, siz karışmayın, siz söyleneni yapın’ deniyor.”)
Soğuk savaş sırasında bir eksenden söz edilebileceğini ifade eden Davutoğlu, ancak şu anda dünya siyasetinin son derece dinamik ve sürekli hareket halinde olduğunu, bu kadar dinamik bir zeminde pozisyon sahibi olmak için bir duruşun olması gerektiğini şöyle açıklamıştır:
“Eskiden duruşu yukarıdaki aktörler, süper güçler belirliyordu. Siz de o duruşa intibak ediyordunuz. İki kutuplu düzende bu anlaşılabilir bir şeydi. Büyük güçler vardı, küresel güçler vardı. Değişik kategoriler pozisyon belirliyor, siz de onlara intibak gösteriyordunuz. Ama şimdi her şey değişti. Orada sizin sözünüz olmalı ki pozisyonunuz olsun….Eksen kaymasından kast edilen, ’pozisyonu onlar belirlesin Türkiye de uyum sağlasın’ ise, bu Türkiye’ye ve Türkiye’nin kapasitesine yakışan bir davranış olmaz. O pozisyon da bizim pozisyonumuz olmaz. Çünkü şimdi Türkiye’nin bütün pozisyon belirlemesi gereken konular herkesten çok Türkiye’yi ilgilendiriyor…”
Görüş Dergisi’ne bir makale ile katkıda bulunan TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner ise yeni küresel dengeler kapsamında Türkiye’nin dış politika eğilimlerini değerlendirmiştir. Türkiye’nin dış politika gelişmelerinin gerçekten önemle izlenmeyi ve tartışılmayı hak edecek nitelikte olduğunu ifade eden Boyner, 2009 yılı başında Davos’ta yaşanan Erdoğan-Peres tartışması, Ermenistan açılımı, komşu ülkeler politikası, ABD ile ilk defa büyükelçi çekme aşamasına ulaşan 24 Nisan krizi ve son olarak Türkiye ile Brezilya’nın BM’nin İranambargo kararına karşı tutumunun, geleneksel parametreler çerçevesinde ele alınmayacak bir çeşitlilik içerdiğini şöyle belirtmiştir:
“Kürede değer yaratma eğilimi bariz bir şekilde Doğuya kayıyor. Dünyanın değer yaratan alanları artık nispi olarak Türkiye’nin batısından doğusuna doğru ilerlemiş durumda. Üstelik bu gelişmede hiç şaşırtıcı bir unsur yok. Soğuk savaş dönemi sonrasında ticari bir oyuncu haline gelen Rusya, enerji piyasasında söz sahibi olan Karadeniz ve Hazar Denizi ülkeleri, her yıl Anglosakson dünyasının 5-6 katı büyüyen bir Güney Doğu Asya her koşulda Doğu-Batı üretim ve tüketim dengesini şüphesiz kaydıracaktı…2008 yılı itibariyle ortaya çıkan küresel kriz, bu Batı-Doğu salınımını daha da hızlandırdı ve saydamlaştırdı. Doğu’da büyüme önemli bir kayıp söz konusu olmadan devam etti; üstelik bölgenin önemli bir bölümünde piyasa ekonomisi kuralları, bağımsız merkez bankası, müdahaleli olmasına rağmen dalgalı kur ve disiplinli kamu maliyesi anlayışı da geçerliydi veya kontrollü bir geçiş için emniyetli bir aşamadaydılar.”
Türkiye’nin bulunduğu bölgede Soğuk savaş dönemi dış politikasının belirlediği kısıtlamalar ortadan kalktıkça, ekonomik açıdan hak ettiği rolü oynamaya başladığını ve bölgede önemli bir güç haline dönüştüğünü Boyner şöyle açıklamıştır:
“Bu ölçekte anlaşılır bir gelişmeden bahsetmek mümkün: Türkiye için, ekseni kayan dış politikadan ziyade küresel refah dengesine uyum gösteren bir dış politikadan bahsetmek gerekiyor…Yani ekonomik birimler olarak, tüketici, işveren, işçi olarak, Türkiye’yi sürdürülebilir yatırım ve ticaret kanallarından uzaklaştıran dış politika tercihlerini benimseyemeyiz. İran’ın ürettiği nükleer gücün barışı mı/savaşı mı getireceği konusu şüphesiz önemlidir, ancak Türkiye açısından risk ne kadar bölgesel ne kadar küreseldir? Bunları bilmek pek mümkün değil, uzmanlık alanımız hiç değil. İsrail ile ilişkilerde yaşanan kopma, dolaylı olarak Ermenistan probleminin çözümsüz kılabilir mi? ABD ile ilişkiler gerilirse, NATO’da Yunanistan – Türkiye dengesi değişir mi? Bu konuların hiç birisinin yanıtını tam olarak bilmiyoruz…Ancak iyi bildiğimiz birkaç konu var: Birincisi, Batı-Doğu salınımı sürecinde, Türkiye’yi bölgesel güç olma düzeyine taşıyan temel öğe, bölge ülkelerine göre neredeyse bir asırlık farkla kurma yoluna girdiği, demokrasi, laiklik ve piyasa ekonomisine dayalı sistemdir.”
Ekonomik çıkarların Türkiye’nin dış politikasını şekillendiren en önemli faktör olduğu SETA Rapor’unda yer almaktadır. Avrupalılar Türkiye’nin dış politika alanında yoğun faaliyet yürütmesinden ya da bağımsız hareket etmesinden rahatsızlık duymamakla beraber, Türkiye’nin kullandığı dilden ve bağımsızlığını ifade biçiminden biraz tedirgin olmaktadırlar.
Türkiye’nin Batı’nın çifte standartlarına yönelik Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar gibi Batılı olmayan bölgelerde seslendirdiği sert eleştiriler zaman zaman Türkiye’nin bir ortak değil, ‘‘rakip güç’’ olarak algılanmasına yol açmakta, Ortadoğu’daki Batı karşıtı aktörler ve gruplarla sıkı ilişkileri ise Türkiye’nin Avrupa’da ne tür bir ortak olacağı konusunun sorgulanmasına yol açmaktadır.
Türkiye’nin Arap Baharı sürecinde izlediği siyaset Batı dünyasını rahatsız etmese de Avrupa, Türkiye’nin bölgenin geleceğinde ne türlü bir rol oynaması konusunda henüz karar vermiş durumda değildir. Diğer taraftan Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde hak ettiği yeri alamaması, ülkede Avrupa’ya karşı bir güvensizlik yaratmaktadır.
Türkiye’nin dış politika algısı karar alıcılar arasında Avrupalı aydınlara göre daha az olumludur. Nitekim ABHaber’e göre (13.05.2012) Almanya’nın ARD televizyonunda Menschen bei Maischberger adlı programa katılan Richard von Waizsäcker (eski Alman Cumhurbaşkanı) Peter Scholl Latour (Gazeteci Yazar, oryantalist) Arnulf Baring (tarihçi) Jakob Augstein (Gazeteci, Der Spiegel) Sarkozy sonrası AB’nin ele alındığı programda program sunucusunun Türkiye’nin ekonomik performansı ve bölgesinde artan etkinliği ile AB üyesi olabilir mi sorusunu, hep birlikte Türkiye AB üyesi olamaz şeklinde cevaplandırmışlardır. Bu anlamda Türkiye’nin, bazı Avrupalı ülkelerince (Fransa ve Almanya) bölgesinde ve gelecekte de Avrupa Birliği ve dünya siyasetinde potansiyel bir rakip olarak görülmesi mümkündür.
Avrupa’nın ekonomik krizle boğuştuğu bir dönemde Türkiye sergilemiş olduğu ekonomik performansı sürdürmeye devam ederse, dış politika alanında etkili olmaya devam edebilir. Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda AB’nin göz ardı edemeyeceği bir dış politika ortağı olma ihtimali yüksektir. Bunun için şimdiye kadar imajını belirleyen İslam ve göç korkusu gibi rasyonel olmayan faktörlerin etkilerini azaltma konusunda daha çok çaba harcaması gerekmektedir.
Avrupa Parlamentosu üyesi, Muhafazakar ve Reformcular Grubu Başkan Yardımcısı İngiliz Parlamenter Geoffrey van Orden İktisadi Kalkınma Vakfı’nın 14 Mayıs’ta düzenlediği “Türkiye-AB İlişkilerinde Yapıcı İyimserlik: Yeni bir İvmeye Doğru” adlı panelde yaptığı konuşmada, Türkiye’nin bugünkü siyasi ve ekonomik durumu ile AB’nin görmezden gelemeyeceği bir ülke olduğunu ve AB karşısında güçlü bir konumda bulunduğunu açıklamıştır.
Türkiye’nin AB’ye katılımı önünde birtakım engellerden bulunduğunu açıklayan Orden, Fransa’da Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin yerini François Hollande’a bırakmasının ilişkilere esneklik getireceğini ve yeni Fransa Cumhurbaşkanının Türkiye’nin üyeliği konusunda Sarkozy’e göre daha olumlu olduğunu açıklamıştır.
Van Orden, Türkiye’yi AB’nin dışında bırakmanın akıl dışı olduğunu ifade ederken, Türkiye ile Yunanistan ve Bulgaristan gibi bazı AB üyelerinin arasındaki kültürel benzerliklere dikkat çekmiş, AB ülkelerinde yaşayan milyonlarca Müslüman, Hindu, Budist ve Sih olduğuna değinerek, Türkiye’nin AB üyeliğine din veya kültürel sebeplerle karşı çıkanları eleştirmiştir.
Orden, bugünün AB’sinde en fazla endişe ile karşılanan konuların başında göçün geldiğini belirtmiştir. Bulgaristan’ın AB üyesi olmasından önce 8 milyon Bulgarın AB’ye göç edeceği gibi rakamların ileri sürüldüğünü oysa Bulgaristan’ın toplam nüfusunun 7 milyon olduğunu ve ülke AB’ye girdikten sonra gerçekleşen göçün sadece 50.000 dolayında kaldığını, Türkiye’nin AB’ye girdiğinde nüfusu en fazla olan üye devlet olacağını ve bu durumun Almanya gibi bir ülke tarafından endişe ile karşılandığını, Türkiye’nin üye olduğu takdirde, AB Konseyi’nde Almanya’dan daha fazla oy ağırlığına ve Avrupa Parlamentosu’nda da en fazla üyeye sahip olacağını açıklamıştır.
Alman yayın kuruluşu Deutsche Welle, Stefan Füle’nin son İstanbul ziyaretine ilişkin haberinde, Fransa’da Türkiye’nin AB üyeliği karşıtı Nicolas Sarkozy’nin seçimde koltuğunu kaybetmesinin, Türkiye’nin Avrupa Birliği umutlarını artırdığını belirtmiş, “Pozitif gündem ile de halen askıda olan önemli 8 müzakere başlığında, Türkiye ile AB müzakereler sürüyormuş gibi teknik çalışmaları sürdürülecek. Siyasi tıkanıklık aşıldığında, Türkiye birçok başlıkta müzakereleri kapatmaya yaklaşmış olacak” yorumunu yapmıştır.
DW, haberinde Türkiye’nin AB Daimi Temsilcisi Büyükelçi Selim Yenel’in değerlendirmelerine de yer vermiştir. Büyükelçi Yenel, “Pozitif gündem kapsamında, Türkiye ile AB arasında, siyasi diyalog, enerji, terörle mücadele, Türk vatandaşlarına vize muafiyeti gibi konularda da daha yoğun işbirliği hedefleniyor. Ancak son sözünü üye ülkelerin söyleyeceği ve Rum Yönetiminin 1 Temmuz’da AB Dönem Başkanlığını üsteleneceği için 2013 yılı başına kadar ciddi sonuçlar alınması beklenmiyor. Eğer Rumlar bu inatlarını sürdürürlerse ve tek başlarına bu şekilde devam ederlerse, o zaman bu dönem başkanlığı süresince biz Türkiye olarak, Komisyon ile, Konsey ile, Dış İlişkiler Servisi ile, Parlamento ile ilişkilerimizi sürdüreceğiz. Ama Dönem Başkanlığı ile ilişkilerimiz hiç olmayacak. Zaten Lizbon Antlaşması’ndan sonra da Dönem Başkanlığı’nın rolü azaldı Dolayısıyla, fazla bir temas yeri zaten olmayacak. Bizi bir toplantıya çağırırlarsa, bu toplantıya kendileri başkanlık edeceklerse, ya da adanın kendi taraflarında bu olacaksa, biz buna katılmayacağız.” demiştir.
Türkiye’de eksen tartışmalarının doğmasına zemin hazırlayan gelişme, Türkiye – AB ilişkilerinin bir çıkmaz sokağa girmesidir. Türk kamuoyu artık Türkiye’nin bir gün AB üyesi olacağına inanmamaktadır. Devlet Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış pek çok AB vatandaşının Türkiye’ye karşı saldırgan ve olumsuz tavrından, Türkiye’ye karşı reddedici tutumla iç politikada puan toplamak isteyen siyasetçileri sorumlu tutmaktadır.
1999-2005 yıllarında kamu oyunun yaklaşık yüzde 80’i tam üyeliğe destek verirken, bu oran son yıllarda yüzde 50’ler düzeyine gerilemiştir.Ankara Üniversitesi, Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin 2010 yılında yaptığı ankete göre, Türk halkının yüzde 32,8´,i AB üyeliğinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini düşünmekte, yüzde 83,9´u, AB’nin Türkiye’ye karşı güvenilir ve samimi davranmadığına inanmaktadır.
Türkiye’nin AB’ye ortak üyelik için yaptığı başvurunun (31.07.1959) üzerinden 53, 14 Nisan 1987 tarihinde o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu üzerinden 25, gümrük birliğinin gerçekleşmesinin (31.12.1995) üzerinden 16, adaylık statüsü kazanmasının (12.12.1999) üzerinden 13, müzakerelerin başlamasının (3 Ekim 2005) üzerinden 7 yıl, Avrupa Birliği Kapısında Türkiye kitabını yayınlamamın üzerinden de 10 yıl geçmiştir. Bu süre içinde Avrupa Birliği 15 üyeden 27 üyeye ulaşmıştır. Hırvatistan’ın 1 Temmuz 2013 tarihinde AB’ye katılımıyla üye sayısı 28’e çıkacaktır. Sırada Sırbistan dahil Balkan ülkeleri ve İzlanda vardır.
Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanlarının 17 Aralık 2004 Zirvesi’nde aldığı karar doğrultusunda Türkiye 3 Ekim 2005 tarihinde AB’ye katılım müzakerelerine başlamıştır. Bu karar alınırken, Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerinin yeterli ölçüde karşıladığını belirten tavsiye kararı dikkate alınmış ve Türkiye’nin AB üyelik sürecinde son aşamaya girilmiştir. Tarama Süreci 20 Ekim 2005 tarihinde başlamış ve 13 Ekim 2006’da sorunsuz biçimde tamamlanmış, belirlenen takvime bağlı kalınmıştır. (S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği ve Türkiye, Beta, İstanbul, 2007)
11 Aralık 2006tarihli AB Genel İşler Konseyi’nde Dışişleri Bakanları 8 başlıkta müzakerelerin başlatılmamasını öneren 29 Kasım 2006 tarihli Komisyon Tavsiyesini kabul etmiştir. Böylece Komisyon Türkiye’nin Ek Protokol’e ilişkin taahhütlerini yerine getirdiğini doğrulayana kadar, Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne yönelik kısıtlamalarını ilgilendiren politika alanlarını kapsayan 8 başlığın açılmayacağı ve geçici olarak kapatılmayacağı kararlaştırılmıştır. Bu başlıklar şunlardır: Malların Serbest Dolaşımı, Yerleşim Hakkı ve Hizmet Sunma Serbestisi, Mali Hizmetler, Tarım ve Kırsal Kalkınma, Balıkçılık, Ulaştırma Politikası, Gümrük Birliği, Dış İlişkiler.
Fransa’da tam üyelik öngördüğü gerekçesiyle 5 müzakere başlığının açılmasını veto etmiştir. Kıbrıs sorunu ve eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin engellemeleri sebebiyle süreç bugün donmuş durumdadır.
AB ile müzakerelerde şimdiye kadar 13 başlık müzakereye açılmış, bunlardan sadece Bilim ve Araştırma başlığı geçici olarak kapatılmıştır. Müzakereye açılan başlıklar şunlardır: Bilim ve Araştırma, İşletme ve Sanayi Politikası, İstatistik, Mali Kontrol, Trans-Avrupa Ağları, Tüketicinin ve Sağlığın Korunması, Fikri Mülkiyet Hukuku, Şirketler Hukuku, Bilgi Toplumu ve Medya, Sermayenin Serbest Dolaşımı, Vergilendirme, Çevre, Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı Politikası.
Türkiye Avrupa Birliği arasındaki siyasi ilişkiler istenilen ölçüde gelişmez ve müzakere sürecinde istenilen ilerleme sağlanamazken, ekonomik ilişkiler hızla ilerlemekte ve ekonomik bütünleşme “de facto” olarak gerçekleşmektedir. 16 Mart tarihinde ajansların verdiği habere göre Türkiye geçen yıl Japonya’yı geride bırakarak Avrupa Birliği’nin 6’ncı büyük ticaret ortağı olmuştur. Türkiye, AB’nin yedinci en büyük ticari ortağı, AB ise Türkiye’nin en büyük ticari ortağıdır. Türkiye’nin toplam ticaretinin yarısı AB ile gerçekleşmekte ve Türkiye’deki doğrudan yabancı yatırımların yaklaşık yüzde 80’i AB’den gelmektedir.
AB’nin geçen yıl en büyük ticaret ortağı 444,8 milyar Euro ile ABD’dir. Bu ülkeye 260,6 milyar Euro’luk ihracat gerçekleştiren AB karşılığında 184,2 milyar Euro’luk ithalat yapmış ve ABD ile olan ticaretinden 76,3 milyar Euro’luk fazla vermiştir. Çin Halk Cumhuriyeti 428,3 milyar Euro’luk ticaret hacmiyle ikinci sırayı alırken AB’nin bu ülkeye ihracatı 136,2 milyar Euro’ya çıkmıştır. Çin’den 292,1 milyar Euro’luk ithalat gerçekleştiren AB’nin bu ülkeye karşı verdiği dış ticaret açığı 155,9 milyar Euro’ya düşmüştür.
AB’nin üçüncü büyük ticaret ortağı 306,8 milyar Euro ile Rusya olurken ihracatı 108,4 milyar, bu ülkeden ithalatı 198,4 milyar Euro’ya çıkmış ve Rusya’ya karşı 89,9 milyar Euro dış ticaret açığı vermiştir. AB’nin Türkiye’nin önünde sıralanan diğer büyük ticaret ortakları 212,9 milyar Euro ile İsviçre ve 140,1 milyar Euro ile Norveç’tir. Sıralamada Türkiye’yi 116,5 milyar Euro ile Japonya, 79,7 milyar Euro ile Hindistan, 73,5 milyar Euro ile Brezilya ve 68,6 milyar Euro ile Güney Kore izlemiştir.
AB istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre geçen yıl Türkiye AB pazarına ihracatını bir önceki yıla göre yüzde 12 artışla 47,6 milyar Euro’ya çıkarmıştır. Buna karşılık ithalatı yüzde 19 artışla 72,7 milyar Euro’ya ulaşmış ve AB ile ticaret hacmini geçen yıl yüzde 16 artırarak 120,3 milyar Euro’ya yükseltmiştir. Türkiye, bir önceki yıl 103,6 milyar Euro’luk ticaret hacmiyle AB’nin dış ticaret ortakları arasında 7’nci sırada bulunuyordu. Türkiye geçen yıl AB’nin en çok ihracat yaptığı 5’nci ve en çok ithalat yaptığı 7’nci ülkesi idi.
Türk ve AB ekonomilerinin giderek bütünleştiği AB’nin 12 Ekim 2011 tarihli Türkiye 2011 Yılı İlerleme Raporu’nda da şu ifadelerle yer almıştır:“AB’nin Türkiye’nin toplam ticareti içindeki payı 2009 yılında yüzde 42,6 seviyesinde iken, 2010 yılında yüzde 41,7’ye gerilemiştir… AB ülkeleri kaynaklı doğrudan yabancı sermaye girişleri -gayrimenkul ve diğer yatırımlar hariç- 4,356 milyar Euro’dan 4,723 milyar Euro’ya çıkmıştır…Sonuç olarak, AB ile ticari ve ekonomik bütünleşme yüksek seviyelerde seyretmeye devam etmiştir.”
Mali yardım konusunda Türkiye’ye, 2011 yılında Katılım Öncesi Mali Yardım Aracından (IPA) yaklaşık 781,9 milyon Euro tahsis edilmiştir. 2011-2013 Çok Yıllı Endikatif Planlama Belgesi taslağı, Haziran 2011’de Komisyon tarafından kabul edilmiştir. AB’nin desteği, yargıdaki ve kolluk hizmetlerindeki siyasi reformlarla doğrudan ilgili kurumlara, öncelikli alanlarda AB müktesebatının kabul edilmesi ve uygulanmasına ve ekonomik, sosyal ve kırsal kalkınmaya odaklanmıştır. 2011 yılında, uygulama aşamasına geçilmiş ve fonların kullanımı artmaya başlamıştır.
Türkiye, aşağıdaki AB programlarına ve ajanslarına aktif olarak katılmaktadır: Yedinci Araştırma Çerçeve Programı, Gümrük 2013 Programı, Fiscalis 2013 Programı, Avrupa Çevre Ajansı, Rekabet Edebilirlik ve Yenilikçilik Çerçeve Programı (Girişimcilik ve Yenilikçilik Programı ile Bilgi ve İletişim Teknolojileri Politikası Destek Programı da dahil), Progress Programı, Kültür 2007 Programı, Hayat Boyu Öğrenme ve Gençlik Eylem Programı. IPA fonları, bu programların çoğunda katılım maliyetlerinin bir kısmını karşılamak amacıyla kullanılmaktadır.
Türkiye AB ilişkilerinin gelişmesinin önündeki en büyük engel Kıbrıs’tır. Bir zamanlar eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın ifade ettiği gibi AB üyeliğinin yolu Diyarbakır’dan geçmemektedir. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, 16 Aralık 1999 tarihinde Başbakan Yardımcısı olarak gittiği Diyarbakır´da “Avrupa Birliği´ne üyeliğimize giden yolun Diyarbakır´dan geçtiğine inanıyorum” demişti.Kıbrıs , Türkiye AB ilişkilerinin gelişmesinin önünde bir engel olmamalı ve Almanya, Fransa ve Avusturya da Güney Kıbrıs’ın arkasına sığınarak Türkiye’ye karşı çifte standart uygulamaktan vazgeçmelidir.
AB Türkiye’ye üyelik için tarih vermelidir. Müzakereler somut bir katılım tarihi verilmeksizin ucu açık bir şekilde yürütülmemelidir. Eğer siz AB üyesi olamayacaksanız, o zaman neyi müzakere ettiğiniz sorusu gündeme gelir. Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılı olan 2023’ün Türkiye’ye üyelik tarihi olarak belirlenmesi düşüncesindeyim. Çünkü AB´de 2014-2020 bütçe döneminde, Türkiye’nin üyeliğini dikkate alan bir bütçe planlaması yapılmamış, açıkçası Avrupalılar Türkiye’yi 2014-2020 arasında üye olarak görmemişlerdir.
AB’nin iki lokomotif ülkesi Almanya ve Fransa, Türkiye AB sürecinin iç politika malzemesi yapmamalıdırlar. Avrupa Komisyonu’ndan bir bürokrat ABHaber’e Türkiye-AB ilişkilerinin bazı AB üyesi ülkelerde iç politika malzemesi yapılmasının kötü örnek olduğunu belirtmiştir: “Ya bu kararı almayacaksınız .Veya aldıysanız kendi kararınızı tartışmaya açmayacaksınız. Türkiye ile müzakerelerin başlatılması kararının altına imza atıp hayır ben görüşümü şimdi değiştirdim deyip seçim meydanlarında AB-Türkiye müzakere sürecine karşı çıkmak ne kadar doğru.”
ABHaber’e göre (14.04.2012) Deutsche Welle, Türkiye´nin tam üyelik başvurusuna bulunduğu tarihten bu yana 25 yıl geçtiğini, bu zamanda mutsuzluğun ön plana çıktığını belirterek Yeşiller Partisinin AP Milletvekili Reinhard Bütikofer’un ´´AB bir Hıristiyan Kulubü ise Türkiye dışarda demektir´´ görüşünü dile getirmiştir.AP Milletvekili Alman CDU´lu Elmar Brok ise, “Bence AB mevcut haliyle Türkiye gibi büyük bir ülkeyi kaldıramaz. Bu, AB´nin fazla genişlemesi anlamına gelir” görüşündedir.
Kıbrıs’ta, Rumların AB dönem başkanı olacağı 1 Temmuz’a kadar bir çözüm bulunmaması durumunda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) adı, Annan Planı’nda olduğu şekliyle Kıbrıs Türk Devleti olarak değiştirilebilecek, daha sonra dünyadan Kıbrıs Türk Devleti olarak tanınma istenebilecektir. KKTC, İslam Konferansı Örgütü’nde 2004 yılında alınan bir kararla, Kıbrıs Türk Devleti adı ile temsil edilmeye başlamıştır.
2004 yılında yapılan halk oylamasında Rumlar tarafından yüzde 75 ‘hayır’ oyuna karşılık Kıbrıslı Türkler tarafından yüzde 65 ‘evet’le kabul edilen Annan Planı’nda, kurulacak yeni devletin yapısını Kıbrıs Türk Devleti ile Kıbrıs Rum Devleti’nin oluşturması öngörülmüştür.
Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, ziyaret ettiği Malta´da Türkiye´nin AB´ye entegrasyon sürecinin yüzde 60´nın tamamladığını, siyasi engeller olmazsa 2-3 yıl içinde kolayca üye olabileceğini vurgulamıştır ama bu bir hayaldir. Tıpkı eski Başbakan Tansu Çiller’in 7 Mayıs 1995 tarihli Hürriyet Gazetesi’ne verdiği “En geç 1998’de Avrupa Birliği’ne üyeyiz” demecindeki gibi. ( S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği ve Türkiye, Beta Basım, 9. Baskı, 2007, s. 693.) Malta ziyareti sırasında Times of Malta gazetesi ile bir mülakat yapan Egemen Bağış,“Müzakere sürecinde siyasi blokaj olmasa iki üç yıl içinde kolayca üye olabilirdik” demişti.
AB’nin Kıbrıs konusunda Türkiye’ye yaptığı baskılar devam ederse, Batı ve Avrupa Birliği ile olan ilişkiler kopma noktasına gelebilir. Ahmet Davutoğlu, “Kıbrıs konusunda bir ilerleme kaydedilmediği takdirde AB’den kopar mıyız?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Kopmayız. Eğer Kıbrıs sorununun çözümü yolunda bir ilerleme olmazsa ve Avrupa Birliğinde bazı ülkeler bu sorunu bahane ederek fasılları engellemeye devam ederse belli bir durağanlık dönemine girer. Ama kopma olmaz. Umut ederiz ki bu yıl içinde kapsamlı çözüm gerçekleşir ve bu sorun temelli bir şekilde gündemden düşer. Ama o olmazsa, umut ederim Kıbrıslı Türklere verilen sözler yerine getirilir ve Türkiye’nin limanlarını açması adil bir şekilde dengelenir, böylece Türkiye’nin önü açılır.”
AB, Kıbrıslı Türklere verdiği sözleri yerine getirmeyeceğine ve de Türkiye’ye karşı uyguladığı BOBON kriterleri sebebiyle Türk kamuoyunda AB’ye verilen destek daha da düşeceğine göre, bazı alternatifler gündeme gelebilecektir. Çünkü, kamuoyu desteği olmadan Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir hükümet AB’ye üyelik konusunda istekli olmayacak, bu durumda Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler zayıflayacak ve Türkiye’de bir eksen kayması belki bu durumda olabilecektir.
İşte bu sebeple AB, ilişkileri koparmamak ve Türkiye’nin başka denizlere yelken açmasını önlemek amacıyla “Pozitif Gündem” adıyla yeni bir girişim başlatmıştır. Bu yeni yaklaşım katılım sürecinin yerine geçmeyi değil onu tamamlamayı, ayrıca AB-Türkiye arasında daha yapıcı ve olumlu bir ilişkinin geliştirilmesini hedeflemektedir. Öncelikli alanlar arasında; Türkiye’deki mevzuatın AB’ninkine yakınlaştırılması, Suriye gibi ortak dış politika konularında ortak çalışmalar yürütülmesi, enerji konularında daha yoğun işbirliği yapılması ve Türk vatandaşlarının AB’ye seyahatlerinin daha kolay hale getirilmesi yer almaktadır.
Komisyon, katılım müzakerelerine paralel olarak, Türkiye’nin reformları gerçekleştirme ve müktesebat ile uyum sağlama çabalarını desteklemek üzere -ulaştırma gibi müzakerelerin başlatılamayacağı başlıklar da dahil olmak üzere- çeşitli alanlarda işbirliğini arttırmayı amaçlamaktadır. Pozitif gündem kapsamında Türkiye’de temel hakların iyileştirilmesi amacıyla siyasi reformlara (yeni anayasa çalışması dahil); müktesebata yani AB politika ve mevzuatına daha fazla uyumun sağlanmasına; vize, mobilite ve göç; enerji; ticaret ve gümrük birliği; AB programlarına katılma; terörle mücadele ve dış politika diyaloguna ağırlık verilecektir.
AB Bilgi Dagitim Sistemi
Sayın S. Rıdvan karluk, Aşağıda Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu’nun Son Basın Duyurusunu bulabilirsiniz. AVRUPA BİRLİĞİ TÜRKİYE DELEGASYONU İLETİŞİM PROGRAMI Basın Duyurusu Başkan Yardımcısı Kallas AB-Türkiye arasında ulaştırma alanındaki işbirliğinin güçlendirilmesini
22:02 (Çar)
AB-Türkiye ilişkilerine yeni bir dinamik getirmeyi amaçlayan yeni pozitif gündem, 17 Mayıs’ta Ankara’da, Genişleme ve Komşuluk Politikasından sorumlu Komisyon Üyesi Štefan Füle ile Türkiye Cumhuriyeti Avrupa Birliği Bakanı ve Baş Müzakereci Egemen Bağış tarafından başlatılmıştır. Neredeyse kopma noktasına gelen AB ile ilişkilerin yeniden canlandırılmasını amaçlayan Pozitif Gündem, Türkiye’nin katılım sürecini canlı tutmak ve bu süreci bir süredir devam eden durgunluğun ardından yeniden rayına oturtmaktır.
Avrupa Birliği, ilişkilerin canlandırılmaması durumunda Türkiye’de bir eksen kayması olabileceğini düşüncesindedir ki Komisyon Üyesi Füle, “ Amacımız, katılım sürecini canlı tutmak ve bir süredir devam eden ve her iki tarafta da hayal kırıklığına yol açan durgunluğun ardından bu süreci, yeniden rayına oturtabilmektir… Yeniden enerji kazanmış Avrupa-Türkiye dinamizmine giden yolu bulmak ve ilişkilerimize yeni bir ivme kazandırmak üzere, ortak başarılarımız ve ortak stratejik menfaatlerimizden yola çıkarak somut bir çalışma başlatıyoruz” demiştir. )
Eksen tartışmalarına son noktayı Başbakan Erdoğan 12 Ağustos 2010 tarihinde Ankara’daki büyükelçilere vermiş olduğu iftar yemeğinde“Türkiye’nin dış politika ekseni değişmemiştir” dese de ) önümüzdeki 50 yıl içinde dünyada, bölgemizde ve Avrupa’da büyük değişikler olacaktır.
Aslında eksen zaten Batı’dan Doğu’ya kaymak üzeredir. Bu gerçeği görerek Türkiye yeni bir strateji belirlemek zorundadır. 63 yıl önce NATO kurulduğunda hiç kimse 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin çökeceğini, Avrupa’nın iki bloklu yapısının ortadan kalkacağını, Varşova Paktı’nın 1 Temmuz 1991’de dağılacağını ve böylece Savaş sonrası Avrupa’sının iki kutuplu yapısının askeri bakımdan tarihe karışacağını, Polonya, Çek ve Slovak Cumhuriyetleri, Slovenya, Macaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya ve Bulgaristan gibi eski sosyalist ülkelerin bir gün Türkiye’den önce Avrupa Birliği üyesi olacaklarını tahmin etmiyordu.
Bir yanıt yazın