Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL, USGAM Başkanı,
Şair Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda bir köy var, uzakta” şiirinin ilk dörtlüğünü bilmeyenimiz yok gibidir. Ne diyordu Şair; “Orda bir köy var, uzakta O köy bizim köyümüzdür. Gezmesek de, tozmasak da O köy bizim köyümüzdür…”
Bir çoğumuz bunu coşkuyla söyler ya da heyecanla dinler geçeriz. Vazgeçilmezler arasında, tam bir klasiktir “Orda…” diye başlayan bu şiir. Dolayısıyla, bir başkadır onun yeri, edebiyat dünyamız, günlük yaşantımız ve hatta ruh dünyamız açısından…
Bu şiirde bir anlamda bizleri ruhen bir “rahatlatma” da söz konusudur, özellikle sorumluluklarımız bağlamında kaçışlarımız açısından bir “teselli limanı” gibidir o. Amiyane tabirle, “Salla, ne de olsa bizimdir.” ile neredeyse eşdeğerdir.
Dolayısıyla bu şiiri önemli kılan husus; bizim bir çok mesele ve ihmal edilen yerler noktasındaki “vurdumduymazlığımızı”, “kayıtsızlığımızı” ve “lâkaytlığımızı” açıkça gözümüzün içine baka baka, bağıra çağıra ortaya koymasıdır.
Şiir, bu açıdan Türkiye’nin durumunu özellikle iç ve dış siyaset bağlamında da çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Terör noktasında geldiğimiz aşama ve bunun sosyo-psikolojik zeminini ifade etmesinden tutun da, dış politikadaki durumumuzun içler acısı halini, ülke-millet olarak içinde bulunduğumuz hâlet-i ruhiyeyi ortaya koymasına kadar…
Bu şiiri bir kez daha Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nin düzenlediği bir uluslararası sempozyumda hatırladım.
Nitekim, Bağımsızlıklarının 20. Yılında Türk Cumhuriyetlerinin Türkiye ile ilişkilerinin masaya yatırıldığı; Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tataristan, Kırım ve Rusya Federasyonu’ndan konusunda uzman, ön gelen 38 akademisyen’in katılımları ve değerli meslektaşım Doç. Dr. Okan Yeşilot’un olağanüstü gayretleri ile 11-12 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen “Bağımsızlıklarının 20. Yılında Türk Cumhuriyetleri ve Türkiye ile İlişkileri Uluslararası Sempozyumu”nda verilen mesajların önemli bir kısmı bir kez daha bizleri Şair’in “Köy”üne ve masallarımıza götürdü…
Hani şu, “Dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik, bir de bakmışız bir arpa boyu yol gitmişiz” tekerlemesi ile son bulan masallara…
Özellikle de; “Ortak dil, tarih, coğrafya, kültür ve din birliği olan bağımsız Türk cumhuriyetleri ile, Tataristan ve Kırım Özerk Cumhuriyetlerinin birbirleriyle ve özellikle Türkiye ile ilişkiler 20 yılda nereden nereye geldi? Kayıplar, kazançlar, kaçırılan fırsatlar, anlaşmazlıklar, kırgınlıklar, kucaklaşmalar, ortaklıklar, ileride izlenmesi gereken yol ve takınılacak tutumlar neler olmalı, olabilir?” sorularına verilen yanıtlar ile…
Söz konusu cevapları “anahtar kelimeler” halinde sıraladığımızda, Türkiye-Türk Dünyası ilişkilerinin daha çok; “güven”, “saygınlık”, “istikrar”, “süreklilik”, “tutarlılık”, “hamaset”, “bilgisizlik”, “küskünlük-kırgınlık”, “plan-programsızlık” ve “ilgisizlik” kelimeleri etrafında değerlendirildiğine şahit olduk.
Bir diğer ifadeyle; “ilgi-bilgi-koordinasyon-kontrol” noktasındaki ciddi sayılabilecek ihmal-eksiklikler ile “siyaset-strateji-araçlar” bağlamındaki ahenksizliğin bölge ile ilişkilerde Türkiye’yi nasıl bir algı-imaj sorununa doğru sürüklediği, bu durumun diğer bölge-bölge dışı güçler tarafından nasıl aleyhimize kullanıldığı, konuşmalar arasındaki satır arası verilen mesajlara hakim idi.
Dolayısıyla, söz konusu cevaplar ve getirilen eleştiriler, bizim “söylem” bazındaki yüksek kabiliyetimizi bir kez daha ortaya koyarken, “eylem” boyutunda karşılıklı “yersiz hatalar ve ihmalkarlıklar” ile “stratejik derinliklerimiz” bağlamında bu coğrafya ile ilişkilerimizde hangi aşamada bulunduğumuzu, “taahhütlerin bir ülkeyi nasıl bir hedef haline getirebileceğini” ortaya koyması itibarıyla da oldukça önemliydi.
Burada, beklentiler-hayal kırıklıkları bağlamında oluşmaya başlayan bir takım bilinç altı tepkilerin yarattığı “bumerang” etkisini de göz ardı etmemek gerekiyor.
Diğer taraftan, Türk dizilerinin ve sanatçılarının kültürel bazda bölgede yarattığı etki de sevindirici ve istikbal adına ümit verici bir husus olarak ortaya konuldu. Bu bağlamda Türkiye’nin bunu bölge siyasetinin etkin bir aracı olarak kullanabileceği, bu değerlerine sahip çıkması gerekliliği de, bu vesileyle bir kez daha hatırlatıldı.
Dolayısıyla, devletin bundan sonraki süreçte “kültür elçileri” projesine önem vermesi, yukarıda bahsedilen bir takım olumsuzlukların telafisi ve halklar bazında yerinin korunması ve güçlendirilmesi adına maliyeti az-etkin sonuçları çok fazla bir görev olarak önünde duruyor artık…
“Arap Baharı” ile birlikte başlayan süreçte, sıranın Türk dünyasına doğru yöneldiğine yönelik iddia ve endişelerin hakim olmaya başladığı böylesi bir ortamda Türkiye’nin bu coğrafyada daha etkin bir süreci başlatmasının kaçınılmazlığı da bu sempozyumda ortaya konuldu. Özellikle de Rusya’nın yakın çevre politikası bağlamında bu coğrafyada etkinliğini tekrardan arttırmaya başladığı ve Amerika’nın Afganistan’dan çekilme kararı aldığı bir dönemde yapılan bu çağrı ve uyarı da oldukça dikkat çekiciydi…
Gelecek yazımızda bu hususu “Arap Baharı’ndan Türkistan Baharına mı Doğru?” başlıklı yazımda irdelemeye devam edeceğim…