İSTANBUL MİLLETVEKİLİ OSMAN KORUTÜRK’ÜN 26.04.2012 TBMM GENEL KURULUNDA SURİYE İLE İLGİLİ YAPTIĞI KONUŞMA METNİ
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Hükûmetin Suriye politikasına ilişkin olarak Sayın Dışişleri Bakanının Türkiye Büyük Millet Meclisine bilgi vermiş olması ve bu politikanın kendilerine göre gerekçe ve amaçları hakkında açıklamalarda bulunması epey gecikmiş de olsa olumlu bir tutumdur.
Bu nedenle, bu bilgileri verirken takınmış olduğu kavgacı üslubu yadırgasam da kendisine teşekkür ediyorum.
Dış politika, ülkenin ulusal çıkarlarının korunması ve bu çıkarlarının en iyi şekilde karşılanması amacına yönelik olması gereken bir siyasettir. Bu nedenle de güvenilir ve sürdürülebilir olması ulusal mutabakata dayanmasına bağlıdır. Hükûmet, dış politika uygulamaları ve öncelikleri hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisine zamanlı ve düzenli bilgi vermeyi bugüne kadar hep ihmal etmiş, izlediği dış politikayla ilgili olarak hiçbir zaman bir ulusal mutabakat arayışı içinde olmamıştır. Onun için, sözlerimin başında Sayın Bakana bugün burada yaptığı açıklamalar için teşekkür ederken bugün bu konuda söyleyeceklerimizi de can kulağıyla dinlemesini ve bunların ışığında Türk dış politikasının bir ulusal mutabakata dayanabilmesi için gereken ince ayarlamaları uygulamalarına getirmesini tavsiye ediyorum.
Değerli arkadaşlar, Sayın Bakanın, AKP Hükûmetinin Suriye politikası hakkında bizlere yapmış olduğu izahatın hiçbir noktasını tatminkâr bulmadığımızı burada üzüntüyle belirtmek zorundayım. “Üzüntüyle” diyorum çünkü Hükûmetin Suriye konusunda izlediği politika Suriye’deki durumun normalleşmesine hiçbir katkıda bulunmadığı gibi bu durumu âdeta yangına benzin dökermişçesine daha da vahim bir hâle getirmiştir.
Sayın Bakan vicdandan söz etti, Sayın Bakan Suriye halkının yaşamış olduğu olumsuzluklardan, güçlüklerden söz etti. Peki, bu olumsuzlukları, örneğin Sudan’da insanlar yaşamıyor mu? Sudan’a karşı bizim vicdanımız çalışmıyor mu, işlemiyor mu? Hükûmetin Suriye politikası, ayrıca bugün gelmiş olduğumuz noktada, Türkiye’nin bölgedeki ağırlığına, güvenilirliğine ve liderlik iddialarına da ne yazık ki telafisi yıllarca mümkün olmayacak bir darbe vurmuştur. Türkiye, bugün, Suriye konusunda önerdiği politikalarla uluslararası camia içinde giderek yalnızlığa doğru yönelmiştir.
Değerli arkadaşlar, Türkiye, bölgedeki ağırlığını yüzyıllardır istikrara dayalı olarak korumuş ve geliştirmiş, istikrar içinde güçlü olabilmiş ve bunun için de çevresinde ve bu çevrenin ötesinde daima istikrar oluşturmaya önem vermiş bir ülkedir. Bölge liderliğine oynayan diğer bazı ülkelerin istikrarsızlık içinde kolay hareket edebilmelerine karşın, hatta istikrarsızlığı bir dış politika aracı olarak kullanabilmelerine rağmen, çevremizdeki ve civarımızdaki istikrarsızlık daima bizim de iç istikrarımızı bozmuştur. Bu nedenle, biz Türkiye olarak her zaman istikrar arayışı içinde gelişen ve istikrar ortamında ağırlık kazanabilen bir ülke olagelmişizdir. Bugün, Hükûmetin Türkiye’nin bu istikrar yapıcı rolünü bir kenara bırakmış olduğunu endişeyle gözlemliyoruz.
Suriye’deki olayların başlangıcında uzunca bir süre sessiz kalan Hükûmet, daha sonra birden Suriye içindeki iç mücadelede fiilen taraf hâline gelmiş, Suriye’deki muhalif grupları Türkiye’de organize etme çabasına girmiş, bu gruplara her türlü desteği sağlamış ve henüz ortada bir göç olgusu yokken Suriyeli göçmenlere davet çıkarmış, uluslararası alanda Suriye’ye her an bir harekât gerçekleştireceği algısını uyandırmış, soruna barışçı yollardan çözüm aranmasına yönelik olarak Birleşmiş Milletlerle Arap Ligi’nin ortaklaşa giriştikleri çabalara başta bizzat Sayın Başbakanın ağzından karşı çıktıktan sonra, muhtemelen içine düşmekte olduğu izolasyondan kurtulma amacıyla, kerhen olduğu çok belli bir şekilde, bu çabalara ve bunları kanalize eden Annan Planı’na destek verir gözükmüş ancak perde arkasından hep bir bahane arayarak Suriye’ye karşı bir askerî harekât içinde olma arzusu güttüğünü düşündürür bir tavır içinde kalmıştır.
Sayın Bakanın olayları pembe camlı gözlüklerin ardından gördüğü izlenimini veren açıklamaları ve “Komşularla sıfır sorun” adını verdiği, başından beri uygulanamaz olduğunu söyleye geldiğimiz hayalî politikayı bugün içinde bulunduğumuz durumda hâlâ savunmaya çalışması, ne yazık ki bizi artık tebessüm dahi ettirememektedir. Çünkü bu Hükûmetin son birkaç yıldır uygulamakta olduğu, ayağa yere basmayan, gerçeklere değil, zamanla hepsinin geçersiz olduğu tek tek ortaya çıkan varsayımlara dayalı dış politikası Türkiye’yi istikrar yaratan, yumuşak gücüne saygı duyulan, çizgisine güvenilen ve bölgesel anlaşmazlıklarda hakemliğine başvurulan bir ülke konumundan, bizzat kendi komşularının ifadesiyle, komşularının iç işlerine karışan, bölge ülkelerinin kendi ihtilaflarına müdahil olup bu ihtilaflarda taraf olan, uluslararası meşruiyeti es geçen, savaş kışkırtıcılığı yapan, bugün “kardeşim” dediğine yarın ne diyeceği belli olmayan, başlangıçta kesin ifadelerle ve açık beyanlarla reddettiği her şeyi daha sonra kabul eden, esen rüzgâra göre yön değiştiren, Batı’ya mı, Doğu’ya mı mensup olduğu bilinmeyen, güvenilmez ve hatta dostluğu ve yakınlığı tehlikeli bir ülke hâline getirmiştir. Bugünkü Türk dış politikası bu bakımdan her alanda ama her alanda tam bir başarısızlık sergilemektedir. Suriye politikamız ise en hafif deyimiyle bir fiyaskodur.
Değerli arkadaşlar, bu söylediklerimin ne kadar doğru olduğunu anlayabilmeniz için geçtiğimiz hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi Dışişleri Komisyonuyla gitmiş olduğumuz, Mısır’da yapılan Türk-Arap Parlamenterleri 4’üncü Diyalog Toplantısı’nda söz alan Arap ligi ülkelerine mensup parlamenterlerin konuşmalarını hepinizin de duymuş olmanızı çok isterdim. Dışişleri Komisyonunun Sayın Başkanıyla bu ziyarete katılan Komisyon üyesi arkadaşlarımız, umuyorum, en azından bazılarınıza bunları aktarmış ya da aktaracaklardır.
Sözünü ettiğim toplantının sonuç bildirisi üzerindeki çekişmeli müzakerede söz alan Ürdün, Cezayir, Tunus, Sudan, Yemen, Filistin, Mısırlı politikacılar acı ifadelerle Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin Suriye politikasından duydukları ciddi rahatsızlığı açıkça seslendirmişler, Türkiye’nin Arapların iç işlerine karışmasını istemediklerini net bir biçimde ve fazla nazik olmasına özel bir çaba göstermedikleri ifadelerle beyan etmişlerdir. Bu, Türkiye’nin Suriye’deki olaylara yönelik tavrının, esasen Rusya, İran, Çin gibi bölge etkili aktörlerin yanı sıra genel anlamda Arap dünyasında da tasvip görmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, bilinmesinde yarar olan bir husus, genellikle kendi aralarında pek çok ayrılıkları olan, hemen hiçbir zaman temsil etmeleri gereken gerçek gücü bu ayrılıklar nedeniyle oluşturamamış bulunan Arap dünyasının, buna rağmen kendileriyle ilgili manevi bir aile anlayışına sahip olduğu ve bu anlayışın kapsama alanı konusundaysa çok kıskanç davrandığıdır.
Türkiye Arap ailesine dahil değildir. O nedenledir ki, cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana Türk dış politikasının temel ilkelerinden biri Araplar arası anlaşmazlıklarla, Arapların iç ihtilaflarına taraf olmamaktır. Bugün bu ilkeyi Hükûmetin tamamen terk etmiş olduğunu görüyoruz. Hükûmetin, yeni bir Ortadoğu kuruluyor gerekçesiyle maceracı tutumlara yöneldiğini görüyoruz. Bu noktada, ikinci Cumhurbaşkanımız, büyük devlet adamı İsmet İnönü’nün bir sözünü sizlere hatırlatmak isterim: “Macera, sonu iyi bitse de maceradır” diyordu İsmet İnönü. Bu maceranın da sonu iyi biteceğe benzemiyor ne yazık ki arkadaşlar.
Arap dünyasının âdeta platonik bir anlamda bağlı olduğu bir başka kavram da Arap toprakları kavramıdır. Arap dostlarımız, bu kavramın da korunması hususunda fevkalade hassas ve bir o kadar da kıskançtırlar. Arap topraklarına göz dikme olarak algılayabilecekleri davranış ve tutumlar, Arap dünyasından çok büyük ve çok uzun vadeli tepkiler almaya mahkûmdur. Irak’ın bugünkü durumunu da, Kuzey Bölgesel Kürt Yönetiminin Arap dünyası karşısındaki kırılgan konumu da esas itibarıyla bu anlayışın bir sonucudur.
Hükûmetin uyguladığı Suriye politikasının, Suriye’ye, yani Arap topraklarına bir yabancı müdahaleyi desteklediğimiz ya da en azından böyle bir olasılığı da öngörebileceğimiz algısını uyandırdığında hiçbir kuşku yoktur. Bu algının, son dönemlerde fazlaca seslendirilen yeni Osmanlıcılık tezleriyle birlikte uzun vadede Arap dünyasıyla ilişkilerimizi içinden çıkılmaz bir hâle getirmesi tehlikesinin önemle altını çizmek istiyorum. Hiç şüphe edilmesin ki, geçen hafta Arap Parlamentosu üyeleri tarafından bize Kahire’de sadece sözle ifade edilmeye çalışılan hissiyat, Arap konularına bugünkü yaklaşımımız sürdüğü takdirde, fiilen uygulama alanında da Arap dostlarımız tarafından önümüze çıkarılacaktır. Bu durum Hükûmetin Suriye’ye yönelik tutumunu belirlerken, bu tutumun diğer Arap ülkelerinde nasıl algılanacağı ve ne gibi tepkiler uyandıracağı hususunda ciddi bir değerlendirme yapmamış olduğunu ortaya koymaktadır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; biraz önce ifade ettiğim gibi, Suriye’deki olayların başlamasından kısa bir süre sonra ve henüz Türkiye’ye göç olasılığı gündemde değilken, Hükûmet sınır boyunda kamplar kurmuş ve Suriye’den mülteci kabulüne hazır olduğunu ilan etmiştir. Kampların sınıra sıfır noktasında kurulmuş olması, gelen göçmenlerin kamplardaki insan sayısını sürekli artırıp azaltacak şekilde serbestçe Suriye’ye gidip dönmeleri, Kilis’te Suriye tarafınca tahrik olduğu iddia edilen olayların arkasındaki esrar perdesi, kamplarda kalan mültecilerin yaşadıkları nispeten rahat ve kaygısız hayat, bu kamp işinin arka planında başka şeyler olduğunu da düşündürmektedir.
Hükûmet, göçmen sayısında dramatik bir artış olduğu ya da sınır olayları arttığı takdirde Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5’inci maddesi çerçevesinde NATO’nun müdahalesini istemeyi öngördüğünü belirten müteaddit beyanlarda bulunmuştur.
Arkadaşlar, NATO, oy birliği ile karar alan bir kuruluştur. NATO’nun bizim dışımızdaki 27 üyesinin tümünün 5’inci maddeye onay vereceklerinin garantisi var mıdır? Bilinmesi gereken bir husus, 5’inci maddenin uzun NATO tarihinde sadece bir kez, o da 11 Eylül 2001’de New York’taki ikiz kulelerin terör saldırısına uğradığında işletilebilmiş olduğudur.
Aynı bağlamda, kamplarda kalan ve sayıları sürekli değişen, içlerinde sırf ekonomik gayelerle gelenlerin de bulunduğu anlaşılan Suriyelilerin yiyecek, içecek, bakım ve konaklama giderlerinin ne tuttuğunun ve hangi kalemden karşılandığının, bu giderlerin ekonomimizin zam üstüne zam yapılmasını gerektiren durumu karşısında, bu zamların altında ezilen halkımıza yükletilmesinin haklı gerekçeleri de sorgulanması gereken diğer bir husustur.
Kaldı ki Hükûmetin Suriye politikası, Güneydoğu bölgemizin yerel ve bölgesel ticaretini tam anlamıyla vurmuştur. Bölge esnafı kan ağlamaktadır. Öte yandan, bu politika, kara yolu nakliyemizi de ciddi şekilde sekteye uğratarak Suriye dışında alternatif ihracat yolları aranmasını gerektirmiştir. Hükûmet, bu alternatif yollardan biri olarak ortaya koyduğu Ro-Ro taşımacılığının navlun fiyatlarına getirdiği ilave yükün ihracatımızı ve bölgedeki rekabet gücümüzü nasıl etkileyeceğini de açıklamak zorundadır.
Hükûmetin, Suriye politikasını belirlerken, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve İran gibi bölgede etkili olan aktörlerin konuya ilişkin taktik ve özellikle stratejik yaklaşımlarını doğru hesaplamamış olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, uluslararası meşruiyete uyulması açısından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Çin ve Rusya’nın Suriye konusundaki tutumlarının değiştirilebileceği mi değerlendirilmektedir?
Gerek Çin Halk Cumhuriyeti gerek Rus yetkilileri, Suriye krizini Batı’nın Orta Doğu stratejisinde bölgeye hâkim olmak için girişilmiş bir hamle olarak gördüklerini, Suriye’nin ardındaki asıl hedefin İran olduğunu düşündüklerini ve bu hamleye karşı koymaya kararlı olduklarını değişik vesile ve ifadelerle açıklamışlardır. İran, tabiatıyla, aynı görüşleri daha da keskin ifadelerle savunmaktadır. Sayın Başbakanın Uzak Doğu dönüşü uğradığı ve Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmek için ısrarcı olarak bir gün bekletildikten sonra görüşebildiği Ahmedinejad, bu görüşme sonrası yayınlanan tek taraflı açıklamasında Suriye ile ilgili tek bir satıra yer vermemiştir.
Çin ve Rusya ile İran, keza, Arap baharı çerçevesinde Batı ülkelerinin bölgeye müdahalesinin sırf insani gayelerle yapılmadığına kani olduklarını da söylemektedirler. Irak, Libya gibi ülkelere yapılan askeri müdahalelerin bu ülkelere demokrasi ve özgürlük değil, yıkım ve felaket getirdiğini kaydetmektedirler. Bu tespitlerin haksız olduğunu söylememiz mümkün müdür arkadaşlar? Hâl böyleyken ve bu beyanlar karşısında Hükümet Çin’den, Rusya’dan, İran’dan önümüzdeki kısa dönemde bir tutum değişikliği beklemekte midir? Böyle bir tutum değişikliği olmadığı ve Hükümet de Suriye politikasını aynen sürdürdüğü takdirde, Çin’i bir yana bırakın, Rusya ve İran ile ikili ilişkilerimizde ne gibi olumsuzlukların meydana geleceği öngörülmektedir? Bunlara karşı hangi önlemler planlanmıştır? Uluslararası meşruiyetten söz ederken Hükûmetin evvelce Libya Temas Grubu örneğinde gördüğümüz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyini devre dışı bırakma çabalarının da ileriye dönük örnek ve evveliyat yaratma açısından çok tehlikeli bulduğumuzu vurgulamak isterim.
Sayın Bakanın sözünü ettiği ve seksen üç ülkenin katıldığını söylediği İstanbul’da yapılan ve Tunus’takinden farklı olarak adı “Suriye halkının dostları” konulan toplantıya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden Çin ve Rusya’nın yanı sıra Suriye’nin komşularından Ürdün, Irak ve Lübnan’ın katılmamış olmalarının da bu toplantının anlam ve önemini batıl kıldığının da altının çizilmesi gerekmektedir. İçinde bulunduğumuz noktada, Annan Planı’na yaklaşımını güya düzeltmiş ve bu plana sureta da olsa destek vermiş iken Suriye’ye yönelik olarak izlenmesi gereken yol haritası konusunda ABD ve AB dahil diğer ülkelerle evvelce Libya’da olduğu gibi ortak bir tutum içinde gözükmeyen ve aynı çizgide olmayan Hükûmet bu durumu nasıl izah etmektedir?
Kendi tabirleriyle “Çıraklık” döneminde Irak krizinin başlangıcında Irak’a komşu ülkeler mekanizmasını kurarak bu komşu ülkenin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün korunmasına ciddi bir katkı sağlamış olan AKP hükümetinin sözde “Ustalık” devrinde bugün aynı şeyi Suriye için yapamamış olması acıdır ve iddia edilen ustalığın da ne tür bir ustalık olduğunu açık seçik ortaya koymaktadır.
Değerli arkadaşlar, sözlerime son vermeden önce çok önemli bir konuya daha işaret etmek istiyorum. Dış politikada, özellikle kriz dönemlerinde ülkelerin ellerindeki en etkili araç, kriz yaşadıkları ülkeler nezdindeki büyükelçilikleridir. Büyükelçiler bulundukları ülkeye tam yetkili ve olağanüstü büyükelçi sıfatıyla ve Cumhurbaşkanının güven mektubunu haiz olarak atanırlar. Bütün temaslarında söyledikleri ve işittikleri, temsil ettikleri ülke adına söylenir ve işitilir. Esas ya da yardımcı bilgi unsurlarının topladıkları bilgiler ancak büyükelçilerin süzgeç ve değerlendirmesinden geçtikten sonra değer kazanır ve istihbarata dönüşür.
Suriye ile tüm bölgeye ve bölgedeki ağırlığımıza etkileri olacak bir kriz yaşadığımız şu dönemde Şam Büyükelçiliğimizin kapatılmış olması inanılmaz bir hatadır. Kaldı ki geri çekilen Şam Büyükelçisi, Suriye’deki görevine, doğrudan bu bölge ve bu ülkeyle ilişkilerden sorumlu olan daireden gitmiş, Suriye konusuna ve dosyalarına hâkim bir diplomattır. Böyle bir devirde tesadüfen bu konulara tam hâkim ve yetkin bir Büyükelçinin yerinde hizmetleri Türkiye’nin de doğrudan çıkarları gereğidir. Hükûmetin bu hatayı bir an önce telafi etmesini ve Şam Büyükelçiliğimizi süratle tekrar devreye sokmasını diliyor, maceradan kaçınmamızı da dileyerek hepinize saygılar sunuyorum.
Bir yanıt yazın