Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL, USGAM Başkanı
Hakkında tutuklama kararı bulunan Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi, Türkiye-Irak arasındaki krizi “Yaz Bulutu”na benzetmiş ve “gelip geçer” demiş. “İnşallah öyledir”, diyelim. Çünkü aysbergin görünen yüzü bile, esası itibarıyla çok daha büyük bir derinliğe ve yaklaşan yeni bir “Çöl Fırtınası”na işaret ediyor.
Bu kapsamda, “Başbakan Erdoğan’ın Irak konusunda endişesini dile getirme konusunu saygı ile karşılıyorum. Irak ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesi için çaba göstermemiz gerekir.” açıklamasında bulunan Haşimi’nin Irak siyasal sistemindeki “tartışmalı” konumunu da unutmamakta fayda var.
Dolayısıyla, bu tartışmalı pozisyon ile birlikte, Irak’taki bir çok sorunlu mevzuun da bu krize endekslendiğini göz ardı etmemek gerekiyor. Nitekim, ABD sonrası Irak’ın üçe bölünmesi senaryolarında “etnik” bazlı bölünme-çatışma olasılığının bugün yerini “mezhepsel” bir ayrıştırma-çatıştırma sürecine bırakmış olması oldukça dikkat çekici.
Sünni Kürtler üzerinden ülkedeki Sünni Arapları da içine alan, Türkmenleri de doğal bir müttefik konumuna sokan ve Kum ekolüne karşı Necef’i, Irak milliyetçiliğini ön plana çıkartarak Şii Arapların bir kısmını da içine alması muhtemel olan bu son senaryo, açıkçası Irak üzerinden bölgedeki Sünni-Şii ihtilafını bir çatışma zeminine çekme potansiyeli taşıyor.
Bir diğer ifadeyle, Amerikan’ın Irak’ı işgali ile birlikte bölgeyi Sünni-Şii kampa bölmek isteyen ve Türkiye ile İran’ı çatıştırmayı hedefleyen “mezhepçilik senaryosu”, bu gidişle tutacağa benziyor. Nitekim, başkentler arasındaki bunalımı “çözmeye” yönelik yürütülen “Mekik Diplomasisi”, krizi daha da derinleştiren bir “Körük Diplomasisi”ne dönüşmüş vaziyette…
Dolayısıyla, “Arap Baharı”nın “toslama adresi” Suriye sonrası Irak çok güçlü bir şekilde tekrar gündeme gelmiş vaziyette. Bölge; Ankara-Şam-Tahran hattından, Ankara-Bağdat-Tahran’a doğru hızlı bir şekilde kayan ve Şam’ı da her an devreye sokabilecek olan ciddi bir bunalım ile karşı karşıya.
Kriz, her ne kadar başlangıçta ABD sonrası Irak’ta iç dinamikler arasında patlak veren ve Kuzey Irak boyutuyla Türkiye sınırlarına kadar ulaşan güç mücadelesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olsa da, artık bugün itibarıyla çok daha farklı bir boyutta. Özellikle de Ankara ve Tahran’a yönelik son ziyaretler ve kabuller sonrası…
Bu kapsamda, “Haşimi-Maliki-Barzani” üçlüsü arasında sistem içi bir hesaplaşma olarak patlayan “Bağdat-Erbil” arasındaki kriz, gelinen aşamada “düşman, müdahale, savaş” sözcüklerini de içeren sert açıklamalarla birlikte bölgenin üç devleti; Türkiye, İran ve Irak’ı karşı karşıya getirmiş bulunuyor.
Özellikle de “Erdoğan-Maliki” boyutu itibarıyla Türkiye bir kez daha bölgesel bir krizin merkezine oturmuş ya da “oturtulmuş” durumda. Dolayısıyla bu noktaya dikkatleri çekmekte fayda var.
Diğer hususlara gelince…
“Ankara-Maliki” gerilimi, Arap Baharı sürecinden bağımsız bir gelişme değildir. Bölgedeki iki temel aktör Türkiye ve İran üzerinden “şu an için” Ortadoğu ağırlıklı olarak yürütülen küresel çaplı operasyonun küçük fakat oldukça önemli bir parçasıdır. Dolayısıyla kriz, lokal değil global ölçeklidir.
Hedef, İran’ın bölgede artma eğilimi gösteren gücünü kırmak, akabinde ise aşama aşama zayıflatarak Tahran’ı ve Şii jeopolitiğini “bazı şeylere” ikna etmek, nihayetinde de otokratik bloğa büyük bir darbe indirmektir. Çünkü, Suriye krizi bir kez daha göstermiştir ki Irak’ta yeni bir dizayn söz konusu olmadığı sürece bölgede İran’ın operasyonel gücünü zayıflatmak mümkün değildir.
Nitekim, Şiilik üzerinden bölgesel anlamda savunma derinliğine ve güç projeksiyonu uygulayabilme yeteneğine sahip bulunan İran’ın arkasına aldığı Rusya-Çin ikilisi de bu gerçekliğin tam anlamıyla farkındadır ve bundan dolayı da var güçleriyle bu ülkeye doğrudan ve/veya dolaylı şekillerde destek vermek suretiyle bölgedeki krizin daha da derinleşmesine katkıda bulunmaktadırlar.
Kuşkusuz içinde bulunulan bu durum, 2003 sonrası bölgede yaşanan bir ilk değildir. Bunu Türkiye de çok iyi bilmektedir. Bundan dolayı da Ankara bu yeni oyunun zorluklarının fazlasıyla farkındadır. Ne de olsa bu oyuncuları “alan”dan gayet iyi tanımaktadır. Dolayısıyla, içinde bulunduğu çıkmazın bir diğer önemli nedenini de bu “tarihsel deneyim”, “ara dönem”deki geçici “birliktelik” ve “ortak eylemler” oluşturmaktadır.
Fakat diğer taraftan Türkiye, bölgede ABD sonrası yeniden yapılanma sürecinde başrolü oynamak ve tarihsel-coğrafi anlamda bir nüfuz alanı olarak kabul ettiği Suriye-Irak merkezli Ortadoğu’da İran’ın daha fazla tek yanlı kazanımlarına ve bu bağlamda Kasr-ı Şirin’in ruhuna aykırı hareket etmesine sessiz kalmak istememektedir. Bu da, bölgedeki tarihsel gerçeklik ve misyon duygusu ile büyük bir paralellik arz etmektedir.
Dolayısıyla, Türkiye’nin Arap Baharı ile özdeşleştirilen ya da özdeşleştirilmeye çalışılan tepkilerinin temelinde aslında 2007 Ocak ayından bu yana ortaya koyduğu “Yeni Güvenlik Doktrini”, “Türkiye 2023 Vizyonu”, “Kürt Sorunu”nu çözme kararlılığı ve vazgeçemeyeceği milli çıkarları ile birlikte bölgenin yeni siyasi haritasında söz sahibi olabilme çabaları yatmaktadır.
Yaşanılan son krizlere ve uygulamadaki bir takım sorunlara bir de bu perspektiften bakmakta fayda bulunmaktadır.