Taner Akçam İstanbul’dan gelen Ermenilerin yok edilmesi üzerine bir emrin varlığından bahsediyor ve “hiçbir Ermeni’nin bölgede bırakılmaması” ifadesini “hiçbir Ermeni’nin canlı bırakılmaması” şeklinde değiştiriyor.
MAXIME GAUIN / Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Tarihçi
Ermeni meselesi her yıl Nisan ayının sonunda ve son dönemde Fransa’da özgürlüğü yok etmeyi amaçlayan ancak nihayetinde Anayasa Konseyi’nce ifade özgürlüğü adına bastırılan yasa teklifi gibi krizler döneminde gündeme geliyor. Daha iyi bir perspektiften bakmak için, karmaşıklıkları ortadan kaldırmak önemli. Bu yazının amacı da söz konusu karışıklıklardan bazılarını incelemek.
İlk olarak, 1919-1920 mahkemeleri Ermeni halkına karşı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) “suç tasarlamalarını” kesin olarak tespit etmekle yükümlü mahkemelerdi. Türkiye’deki dönemin resmi Fransız kaynaklarına göre, İngiliz elçiliğinin teşvikiyle 1910-1911’de Yunan ve İngiliz sermayesiyle yeniden kurulan Hürriyet ve İtilaf Partisi, 1919’daki İstanbul İşgali boyunca İngiliz baskısı ve hatta İngiliz İstihbarat Servisi’nin ülkeye sızmasıyla yeniden güç kazandı. Parti, İttihat ve Terakki’nin baş düşmanlarından biriydi ve İTC liderleri üzerinde hem kişisel nefretleri sebebiyle hem de daha iyi bir barış anlaşması elde edebilmek amacıyla gerçek dışı tüm suçlamaları davalar aracılığıyla sahneye koymak istiyordu. Örneğin, bakanların ve hatta eski posta ve telgraf bakanı Oskan Mardikyan’ın yargılanmaları için dava açılmıştı.
İTC belgeleri nerede?
Hürriyet ve İtilaf, eski İTC bakanlarını askeri mahkeme önüne çıkardı. Bu yasal olarak hatalıydı; zira Jön Türkler tarafından 1878’de askıya alınıp 1908’de yeniden yürürlüğe sokulan 1876 Anayasası, hükümet üyelerince işlenen suçların yalnızca özel bir mahkeme olan Yüksek Mahkeme tarafından yargılanmasına izin veriyordu. Hürriyet ve İtilaf tarafından, eski İTC bakanları ve onların eski çalışma arkadaşlarını mahkemeye çıkarmak için anayasal olmayan bir yol izlendi, çünkü o dönemde askeri yargı önünde suçlanan insanların soruşturma süresince bir avukat tutma ve dava boyunca çapraz sorgu hakları yoktu. Bu hakların 1922’de Lenin rejimi tarafından düzenlenen mahkemelerde ya da çok yakın zamanda gerçekleşen Guantanamo’daki davalarda dahi davalılara verildiğini görebiliyoruz. Kısa bir aradan sonra İngilizlerin vezir-i azam olarak atadığı Damat Ferit Paşa, Nisan 1920’de İstanbul’da yeniden güç kazandı ve eski gücüne kavuşan Damat Ferit’in aldığı ilk kararlarından birisi İTC davalılarını savunma haklarından yoksun bırakıp avukat tutmalarına engel olmaktı.
Damat Ferit’in Ekim 1920’de zorla istifa ettirilmesinden sonra, nihayet 23 Nisan 1920’den sonraki mahkeme kararlarına karşı temyize gitme yolu açıldı. Bu hak kapsamına giren herkes ve tüm (veya çoğu) suçlamalar temyiz mahkemesi tarafından aklandı. İdari soruşturmanın ardından yürütme sürecinde çok sayıda eksiklik olduğu tespit edilen diğer davalar fiili olarak 28 Mart 1922’de son Osmanlı hükümeti tarafından sonlandırıldı. Önemli sulh mahkemelerinden birinin başkanı olan Nemrut Mustafa Paşa da bizzat, tartışmalı bir mahkeme kararından birkaç hafta sonra, 1920’de yolsuzluk suçundan ötürü cezalandırılmıştı. Bu davaların bütün esas materyalleri -tutanaklar ve “belgeler”-, İstanbul’un Kemalistler tarafından savaş bile olmadan alınmasına rağmen ortada yok; ki bu durum Ermeni ve Yunan aktivistlere materyalleri elde etmek için gerekli zamanı veriyordu. Geriye kalanlar 1919-1920 tarihli İstanbul gazetelerindeki bazı önemli noktalarda birbirleriyle çelişen, taraflı beyanlar… Daha iyi yapılmış tercümeler, en azından bu belgelere duyulan güveni bir nebze olsun arttıracak. Örneğin Taner Akçam, Bayburt olayları hakkındaki mahkeme kararıyla ilgili algıyı değiştirdi. Karar, Ermenilerin bölge dışına çıkarılmasını talep eden ve Erzurum’dan gelen bir emirden söz etmesine rağmen, Akçam İstanbul’dan gelen Ermenilerin yok edilmesi üzerine bir emrin varlığından bahsediyor ve “hiçbir Ermeni’nin bölgede bırakılmaması” ifadesini “hiçbir Ermeni’nin canlı bırakılmaması” şeklinde değiştiriyor.
Vahakn N. Dadrian ve Taner Akçam, Özel Teşkilat’ın Ermeni tehciri ve tehcir edenlerin bir bölümünün katledilmesiyle ilgisi olduğunu iddia ederek benzer hafif temellendirmelere cüret ediyorlar. Kayıtlarsa, bu iddiaları desteklemiyor ve hatta Guenter Lewy, Edward J. Erickson ve Erman Şahin’in gösterdikleri gibi tam aksine işaret ediyor. Özellikle, Özel Teşkilat’ın en fazla itham edilen birimlerinin arşivleri (raporlar, görev talimatları), bu birimin 1915 ve 1916 yılları boyunca tehcir yolları yerine Kafkas Cephesi’nde olduğunu açıkça gözler önüne seriyor.
‘Soykırım’a kanıt bulma gayreti
“Soykırım” suçlamaları için “kanıt” bulma konusundaki hatalara ek olarak, daha çok Türkiye’ye özgü birtakım yanlış anlaşılmalar da söz konusu. Anlaşılan o ki, bazı İslamcı muhafazakarlar, laiklerden intikam almak için, Türkiye’nin sekülerleşmesine giden yolu açanların Jön Türkler olduğunu düşünerek, Ermeni meselesini bir araç olarak kullanıyorlar. Tarihi, politik amaçlara alet etmenin etik olarak yanlış olduğunu söylemeye gerek bile yok. Ancak böylesi bir akıl yürütme, ana akım “Ermeni soykırımı” iddiacılarının temeldeki İslam-karşıtı duruşunu ihmal ediyor. Birinci Dünya Savaşı’nın Anglosakson, Ermeni ve Yunan propagandaları, “Müslüman fanatizmini” Osmanlı Ermenileri’nin “imhasının” temel sebebi olarak görüyorlar. Yakın zamanda Vahakn N. Dadrian da İslam’ı “Ermeni soykırımı”nın ana sebebi olarak sundu. Taner Akçam’ın çalışmalarında dahi böylesi saçma bir tezin izleri görülebilir. Eksikliklerin bir başka türü de Ermeni Diasporası’ndan gelen rahatsız edici tepkilerin ve bizzat diasporanın çekilen acının ifadesi olduğu ve kesin bir “tanınma”nın (böyle bir “tanıma” için hipotezin görüntüsü oldukça büyüktür) Ermeni meselesinin halledilmesi için temel çözüm olduğu. Gerçekte, en zararlı Ermeni demeçleri Türklerden 1915 öncesinde nefret etmiş ve duruşları ne olursa olsun halihazırda da nefretleri devam eden eski radikal oluşumlardan-yani 19. yüzyıl sonunda kurulan devrimci partilerden- geliyor. Böylesi oluşumların ve bu oluşumların liderlerinin somut çıkarları Türk-Ermeni çatışmasının devamına bağlı.
Türkiye politikalarında karşılık olarak yapılan en yaygın hata 1915 olaylarını “iç savaş” olarak adlandırmak. Ağır biçimde bastırılan Van, Zeytun, Urfa ve bazı başka şehirlerdeki kanlı Ermeni isyanları belki “iç savaş” mevzuu gibi değerlendirilebilir, ancak bütün bir Türk-Ermeni trajedisi buna indirgenemez. Ne tehcir edilen çoğu silahsız Ermeni ne de Ermeni gönüllülerce 1917-1918 yıllarında Rusların geri çekilmesi esnasında katledilen silahsız Müslüman siviller “iç savaş” mağdurları olarak adlandırılabilir.
Sonuç olarak, Ermeni sorunu, kendi karmaşıklığı içinde anlaşılmaya çalışılmalı. Bu da hem Türk hem de Batı tarafının konuyla ilgili bilgi birikimini arttırmasını gerekli kılmakta. Her iki durum için de çeviriler ve akademik çalışmaların yaygınlaşması kritik öneme sahip.
Yazıları posta kutunda oku