Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL, USGAM Başkanı
“Dengenin dengeleyicisi gücü”nü biliyoruz da, nereden çıktı bu “dengesizliğin dengeleyicisi” diyenler olabilir aranızda. Aslında çok da haksız sayılmazlar…
Eğer, 18. ve 19. yüzyıl Avrupa merkezli dünya siyasetini ve bu bağlamda uluslararası arenada güç dengesine dayalı ittifaklar sisteminden bahsediyor olsaydık, bugün için bu başlığı zaten atmazdık.
Ama sonuçta ne o dönemin küresel aktörleri bugün sisteme hakim ne de Soğuk Savaş sonrası itibarıyla kaybolmuş dengenin yeri çok kutupluluğa dayalı bir güç sistemiyle ikame edilebilmiş görünmüyor…
Dolayısıyla, statükonun devamını gerektirecek bir ortam ve buna uygun bir güç de şu an için söz konusu değil. Nitekim, hep birlikte şahit olduğumuz Türk-İslam dünyası merkezli rekabetin, güç mücadelesinin temel nedenlerinden birini de sistemdeki bu boşluk oluşturuyor.
Bu durumda, var olan küresel istikrarsızlığı gidermenin yolu, 20. yüzyılın ilk yarısı ile, yine o yüzyılın sonlarında oluşan güç boşluğunu doldurmaktan geçiyor. Bu boşluğu kimin, ne şekilde dolduracağı sorusu ise halen cevabını arayan bir sual olarak dünya gündemindeki yerini koruyor.
İşte böylesi bir ortamda Türkiye, sahip olduğu aktif ve pasifleri ile önemli bir aday olarak karşımıza çıkıyor. Eğer Ankara bu sürece uygun doğru adımlar atar ve söylem bazında kendi tarihine, coğrafyasına, mirasına ve gerçeklerine uygun yeni bir üslup geliştirebilirse, işte o zaman uluslararası sistemde ilk etapta “dengesizliğin dengeleyici gücü” olarak yerini alabilir.
Dolayısıyla, bu aşamaya kadar izlenecek geçiş stratejisinde sahip olunan pasifleri aktife çevirebilmek ve yerel-bölgesel-küresel dinamikler arasında bir denge sağlayabilmek oldukça önemli. Çünkü, bu yeni statükoda “dengenin dengeleyicisi” olarak bir üst statüye çıkışının yolu ancak ve ancak buradan geçiyor. Bu ise, hiç kuşkusuz, Türkiye’nin kendi içinde ve yakın çevresinde kuracağı dengeye bağlı. Bu hassas denge için ise birinci şart yeni iradeye duyulan güvenden geçmektedir ki, açıkçası bugüne kadar atılan adımlar, özellikle de dış politika bağlamında oldukça büyük soru işaretlerine yol açmış bulunuyor.
Nitekim, Türkiye’nin Doğu-Batı bağlamında son dönemde yaşadığı eksen kayması ve kafa karışıklığı bunun bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.
Ankara, ne yazık ki, gerek yakın çevresinde gerekse de bölgesel-küresel bazda büyük ölçüde inisiyatif ve saygınlık kaybetmeye başlamış olan bir aktör görüntüsü sunuyor.
Bir takım çevrelerin şakşakları ve övgüleri, bu tarihsel gerçekliği hiç bir şekilde kamufle edemez!
Oysa, Türkiye’nin önümüzdeki sürece yönelik dış politika vizyonunun hayata geçebilmesi, her şeyden önce tarihsel misyonuna uygun düşen adil ve barışçıl bir dengeleyici güç olmaktan geçmektedir; taraf olmaktan değil! Dolayısıyla, “Bitaraf olan bertaraf olur” uyarısı, yeniden yapılandırılan uluslararası sistemdeki sancılı değişim sürecinde Türkiye gibi cihan imparatorluğu deneyimine sahip, tarihsel kodlarına dönüş aşamasında olan dinamik güçler açısından çok da geçerli bir argüman değildir.
Diğer taraftan Başbakan Erdoğan’ın Çin ziyareti, işte tam da bu noktada verdiği bir takım sembolik mesajlarıyla dikkatlerden kaçmıyor. Özellikle de söz konusu ziyaretin işgal altındaki Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi’den başlatılmış olması, adeta iç ve dış politika bağlamında yeni bir sürece işaret ediyor.
Benzer şekilde, “Yeni Kürt Politikası” ile ilgili olarak son dönemde yaşanan gelişmeler de, adeta Ankara’nın kendi özüne döndüğünün mesajlarını vermekte. Eğer gerçekte bizim düşündüğümüz tarzda bir düşünce, durum söz konusu bu sürece hakim olmaya başladıysa, o zaman gelecek adına köprünün altından farklı suların akmaya başladığı söylenebilir.
Türkiye’nin Çin ile geliştireceği yeni ilişki ve bölge Kürtlüğü ile başlatacağı yeni dönem, hiç kuşkusuz Ankara’yı yeni sistemin inşası sürecinde kısmen de olsa rahatlatacak, ihtiyaç duyduğu zaman ve manevra kabiliyetini tekrar kazandıracaktır.
Dolayısıyla Ankara, bölgesinde kaybetmeye başladığı inisiyatifi, karşılıklı çıkar ve kazanımlar çerçevesinde yeniden elde etmek istiyorsa, burada sadece Çin’in sahip olduğu döviz rezervlerine, pazar kapasitesine, nükleer ve füze sistemleri başta olmak üzere ileri teknolojisine göz dikmemeli; aynı zamanda “Büyük Çin” hedefi doğrultusunda izlediği politikayı ve buradaki “derin stratejik aklı” ve sabırla uyguladığı reform sürecini de anlamaya yönelik bir tutum geliştirmelidir.
Çin’i ve Ankara-Pekin hattındaki son gelişmeleri bir de bu perspektiften değerlendirmekte fayda mülahaza edilmektedir.
Bir yanıt yazın